Zindandan Hidayet’e mektup

“İşte ondan sonra kardeşim Hidayet, inanlığa öfkem başlıyordu; belki de ilk öfkelerimi bu oyunlar sırasında duymuştum. Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet? Oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım, başkalarının rüyalarını görmemeliydim. Ve kardeşim Hidayet, öfkelenince de onların bütün kusurlarını, küçüklüklerini, daha önce hoşgörüyle karşıladığım kendini beğenmişliklerini daha şiddetle görüyordum ve unutmuyordum. Onları kıskanıyordum onları beğenmiyordum. Oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı; en çok buna kızıyordum.”



Sevgili kardeşim Hidayet;
Demek sonunda sen de asker oldun. Biliyor musun kardeşim, ben de askerdim bir zamanlar, herkes gibi benim de askerlik anılarım var elbette. Müsaade edersen, lafı fazla uzatmadan birkaçından bahsedeyim sana. Bizim zamanımızda askerlik çok zordu Hidayetçiğim, şafak görünmüyordu. Askerde tutunmak zordu, en akıllı adam bile zorlanıyordu. "Kimse kimseye aman vermiyordu üstelik: akıllılar bile birbirlerini su birikintilerine itiyorlardı.”
Ben sana askerdeyken çok sevdiğim Hüsamettin albayımdan bahsedeyim. Çok sevdiğimiz, sevdiğimizden dolayı saydığımız, hizmet yönetmeliğinin dışında bir adamdı. Kısacası dışarıdan bakınca “Yürüyüşü hiçbir askeri adıma uygun değildi albayımın; iç hizmet talimatnamesine aykırı bir deliydi.” Kendisinin söylediğine göre, daha yolun başlangıcında böyle olduğunu söylerdi, talebelik zamanlarından beri. Ah albayım, daha o zamanlar ayırmış kendini etraftakilerden. Arkadaşlarının anlatmasıyla, “Elbiseleri ilk dağıttıkları gün, kaputuna itiraz etmeyen tek öğrenciydi. Daha o zaman anlamalıydık, diyorlardı. Biraz geç kalmışlardı.” Kendi hususiyetleriyle nev-i şahsına münhasır bir tutunamayandı anlayacağın. Yine de ben albayımı hep örnek bir şahsiyet olarak görmüşümdür. Bir de Selim asteğmen vardı, “Bu asteğmen, fazla kitap okuduğu için hapse düşmüş. Hapse düşmesi aslında daha karışık bir yoldan olmuş ama, işin başı gene bu kitap okumaya dayanıyor.” Hapse girme sebebi özetle, generale uygunsuz sözler söylemek. Bir teftiş esnasında general ona ‘Asker söyle bakalım gece nöbeti neden kutsaldır?’ diye soracak olmuş, o da “Gece vakti her şey başka bir kılığa bürünür generalim. Dallar, kollarını kavuşturmuş insanlara benzer. Yapraklar hışırdar, soğukta ısınmak için ellerini birbirine sürten insanlar dolaşıyor sanırsınız.” demiş, edebi yanını göstermiş, çok kitap okumuş adam ne de olsa. General onun bu edebi yaklaşımın beğenmemiş, maymunuyla beraber sırtını dönmüş gitmiş, ertesi gün bizim asteğmeni içeri almışlar. Öyle ya, bir de maymunu vardı bu generalin. Bir gün “Generalin maymununun öldüğünü haber verdiler, onu soğuk öldürmüştü, askeri tören yapılacaktı”. Biz o sabah vatan caddesinde iştirak ettiğimiz bir merasimden geliyorduk, sen de bilirsin o caddeyi, o gün merasimden önce “yolun iki kenarına biraz halk sıralandı ve aralarına kız çocuklarla çiçekler serpiştirildi.” Bizi alkışlarla yücelttiler gözlerinde. Sonra generalin maymunu için de merasim yapılacak dediler, ama aynı halkı generalin maymunu için düzenlenecek törene davet etmeye kimse cesaret edemedi. Biz de kendi kendimize maymun için saatler süren şatafatlı bir tören yaptık, maymunu öldüren soğuk nasıl oluyorsa bize dokunmuyordu, ne günlerdi.
Umarım sen böyle şeyler görmeden bitirirsin günlerini. Komutanlarını sakın üzme, onlara da yazık evladım, onlar arasında da kim bilir ne ıstırap çekenler vardır. “Bu mektubu iyi oku. Bir gün olur, belki hepsini anlarsın. Bütün umudumuz sendedir. Bugün için kendi yağımızla kavruluyoruz. Yarın için senden iyi oyunlar yazmanı, yazdığın gibi, içinden geldiği gibi oynamanı bekliyoruz. Biz de artık aramızdan iyi oyuncular çıkarmak istiyoruz.” Askerde oyun olmaz diye düşünme sakın en güzel oyunlar asıl orada olur; bu oyunların en büyük özelliği ise, figüranları çoktur. Neyse Hidayet kardeşim, bu kadar gevezelik yeter, burada keselim.“Mektubumuz karışık olmakla birlikte, ruhumuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır.”
Sağlıcakla kal.

Seni seven ağabeyin;
Tuna.


“Sen meramını bize teslim et. Bu ruh, bu tende oldukça, serüvenine uygun bir kıssa yakıştırırız elbette. Nerede olursa olsun, bir insanın üzerine bu kadar yaşantı yığılsın da, bir başkası onlardan bir şey çıkarmasın, mümkün mü? ”

anlat, nurhayat hanım, hayat..

“Nurhayat hanım silkindi, başını salladı. Hayır. Evet. Ben anlatayım da sen gene bildiğin gibi yaz.”

Edebiyat nedir? Ülkemizde edebiyat çok kolaydır. Daha ilkokulda öğretmenim
“Bir gün ağaçları yazın demişti, ağaçlar demiştim ben de uzun dalları gökyüzüne uzanır. Ağaçlar demiştim kuru dallarını uzatarak bulutlardan yağmur bekler.” İşte o gün edebiyatçı olmaya karar verdi. Ben değil canım, öğretmenim. Benim de yazacak bir şeylerim olsaydı keşke, yazacak bir yaşantım. Oysa ki aynı yaşantı içinde çırpınıp durmaktan başka yapabildiğim bir şey yok. Ben değiştiğini sanırdım, birini bitirip diğerine başladığımı, yeni yerler, yeni işler, oysa“Bir yaşantıyı tam bitirmeli, hiçbir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum.” Ama aynı yaşantı, aynı oyun, aynı oyuncularla devam ediyor. Aslında oyuna katılmak basittir, “Fakat, oyunu, ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur.” Bu büyük oyunda insanlar daha rahat bir hayat sürebilir, gözü kapalı daha mutlu olabilir, huzuru düşünmemekte bulabilirler. Ama sen ayrı durmalısın. “İnsanlara kaptırma kendini, durmadan koşuşma, onlara uyma, insan bir makinedir, bir yerde bozulur, yavaş yavaş kullan aklını, şimdi biraz dinlen, hep birlikte saçmalayalım, aklımızı dinlendirelim, mantığımızı dinlendirelim, rüyada yaşayalım.(Aman dikkat et, kafanı bir yerlere çarpma. Deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.)”

“…bugün elimizde olmayan nedenlerle son tarafını tayinden aciz olduğumuz hayatımız yani bindokuzyüzbilmemkaç yılından beri gerçek başlangıcını çeşitli bahanelerle gecekondusal yaşantımıza kadar ertelediğimiz müddei ömrümüz, hep birlikte bu mektubun satırları arasından sana sıkıntılı selamlar ve durgun saygılar sunarız. ”

ne yapmak istiyorsun Hikmet?

“Sonra bir iki cümle, karanlık birkaç görüntü geçti aklından; ne yapmak istediğini unuttu. Karanlığa dikti gözlerini: Işık mı azdı? Yoksa insan aynı parlaklıkla görmüyor mu kafasından geçenleri?”

Etrafta o kadar ses duyuyorum ki: Beynimin içinde yankılanan kısık sesler, neler fısıldıyorlar öyle? “Hayır, alçak sesle konuşmuyorlar; sesleri uzak geldiği için öyle sanıyorum. Allah kahretsin, bütün söylediklerini anlıyorum.”Her şeyi anlamanın verdiği rahatsızlıktan muztaripiz. Ne olurdu sanki biz de bazı şeyleri duymasaydık, bilmemenin rahatlığıyla sürdürüp gitseydik şu hayatımızı. Ama ne yapabiliriz ki? Kabullendiğimiz gerçek, etrafımızdakilerin kendince bir gaflete düşmüş olduğu, bir şuursuz uykuda en güzel rüyaları görüp mutlu mesut yaşadıkları. Evet uyuyor belki çoğu. Ama “Bu durumda nasıl uyunur? Allahın cezası kulak, her şeyi duyuyor.” Biz de uyuyamaz mıyız acaba? Kulaklarımızı tıkasak hiçbir şey duyulmuyor, dört açıp dinlesek sesler beynimizi yiyor, canım insanlar sadece kuş seslerini bülbül ötüşlerini duymayı nasıl beceriyorlar? Bizi neden duymuyorlar mesela? Ben hiç çiçeklerden kuşlardan bahsetmedim, bir kez olsun sesimi duyuramadım. Belki benim de dışarıdan bakınca onlardan biri olduğumu sanıyorlar.“Uyuduğumu sanıyorlar; yastığı düşürdüğümü duymuşlarsa… Duysunlar da bu işkenceye son versinler.”Duysalar bile sesimi kimse durup dinlemez, ancak anlık bir şaşkınlıkla nereden geldi bu ses diye sağa sola bakınırlar, filmlerde herkesin duyamadığı gaipten gelen sesler gibiyim, hem zaten duyulsam, hatta dinlenmek istesem de, emin değilim anlaşılmak istediğimden. O zaman boş verin, “Hayır duymasınlar, durum daha çok karışır ve nefretlerin doğrultusu değişir. Buna alışmak üzereyim, yeni nefretlerle uğraşamam.”Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Ne zaman insanlara laf atsam, nihayetinde sözlerim dönüp dolaşıp beni vuruyor. Neden? “suçlusun da ondan. Onlar daha suçlu. Bu senin suçunu azaltmaz.”. Bu haldeyken ne yapmalıyım? Ey insanlık, ölmeden bana son bir şans ver. Ne yapsam da kendimi insanlığa kabullendirsem?“Kendimi kötülesem mi? Bir yararı dokunur mu? Senin söylediklerinden de kötü şeyler düşüneceğim!” Bunu daha önce denemedim mi? Kendime kaç defa hasta olduğumu, gösterişsiz, içi hıçla dolu biri olduğumu söylemeyi denemedim mi? Kendimi yerin altına, ta dibine de soktum, öfkeyle saldırdım benliğime, bittiğinde ise“Öfke yerine gene bir suçluluk duygusu kaldı geriye.” Sonra yine karanlık, sanki hiç bitmeyen kötü bir rüyanın içinde buldum kendimi, uyanamadım bir türlü. Arada gözlerimi açmayı çok denedim. Peki ”Gözlerimi açtım mı? Hayır, gerçek karanlık bu kadar karanlık olamaz.”Bir yerinde mutlaka bir ışık olmalı, süzülmeli bir yerlerden. Ah, ne acı! Bu karanlık içinde kendimden ümidi kesmişim, roman kahramanlığına soyunmayı düşünüyorum zaman zaman, varlıklarıyla aklıma mıh gibi kazınan, en yakın arkadaşlarım kadar samimi bulduğum roman kahramanlarına öykünüyorum,“Ölmek istiyorum, güzel kalmak için yapabileceğim tek hareket bu.” Her zaman aklımın bir köşesinde büyük bir kaçışın planını yapıyorum. Oysa ne kadar basit bir düşünce değil mi? Hayatım boyunca hep kaçınmak istesem de, küçük hesaplar yakamı bırakmadı hiç. “Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı,; kurduğum hayaller, bir bekar odasının dağınıklığında boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.” Oysa ben hep daha büyük hayalleri düşünürdüm, gerçekleşmeyeceğini bile bile nelerle avunurdum. “Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum.”Yaptığım hiçbir şey bir netice vermedi, böceklerin hayatında bile olda bir etki bırakmak, bir yer edinmek istiyorum. Çok yanlış işlere bulaşmıştım, daha kırkıma bile gelmemiştim, ama bilmem hangi cüretle bir işe kalkışmıştım.“Yalnızlığın dinini yayıyordum.(başarılı olduğum söylenemezdi.)” Gizliliğimden olsa gerek, hiçbir zaman benim bu uydurma dinime inanacak bir “ilk kişi” bulamadım. “Ne yapalım? Kadınlarla birlikte yürütemedik hayallerimizi.” Beni sokakta görenler, uzaktan da olsa saygılı gözlerle bakarlardı. En yakın dostlarım bile, “Benim hüzünlü görünüşüme saygı duyarlardı, benim için bir şeyler yapmak isterlerdi.”.Ah bir şeyler yapsak artık, bu işlerin de bir sonu gelse ya(Gelmedi).

“Demek sen de bu işkenceye katılıyordun, sözde okumuş bir kız olacaksın(Gözlerini tavana diker) Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne kadar farklıydı.”

albayım, bir siz eksiktiniz vallahi!

kısaca özetleyeyim.

1.gün

Ölümünün otuzuncu yılında Edebiyatın oyun/bozanı (bu "slaş" iminde çok anlam yüklü)Oğuz Atay sempozyumunun ilk günü 13 aralık 2007 tarihinde MSGSÜ oditoryumunda yapıldı.
(çok büyük bi yer değildi bir de içerisi çok sıcaktı )

Oğuz Atay'ın ölüm tarihinde, ve her ne tesadüfse(tesafüt de denebilir) perşembeleri sevmeyen bir adamı anmak için Perşembe gününde.(şahsen ben severim zira ertesi gün Cuma, Robinson da çok sever)
Devlet tiyatrolarından kıymetli bir oyuncu arkadaşımızın(kusura bakmayın isimleri pek aklımda tutamıyorum, bu konuyu yeni yazdığım romanda inceledim adı da "tutamayanlar") Atay'ın günlüğünden okuduğu girişle, (aslında buna okumak değil de canlandırmak ya da can katmak denebilir, aynı şekilde bir monolog için misal teşkil etmesi bakımından Payidar Tüfekçioğlu'nun hayat verdiği, "yeraltından notlar"daki unutulmaz Dostoyevski kahramanın performansını misal olarak önünüze sunabilirim, buyrun, hala izlememişseniz)
Ardından TRT'nin 1997 yılında yani 20 yıldönümünde hazırlamış olduğu Oğuz Atay belgeseli yayınlandı.(kendimizi kirpi gibi hissettiğimiz an)
İşte orda Atay'ın ete kemiğe büründüğü ve canlı canlı karşımızda arzı endam ettiği anı yaşadık, şöyle ki Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnusunun dizi film projesi olarak senaryosunu yazan Atay hazretleri, Halit Ziya ve romanları hakkında fikirlerini anlatıyordu, yine o tarihlerde TRT'de yayınlanmış bir tv programında.
Ardından yine kamerayı tam cepheye almış ve gözlerinizin içine bakarak yorumladığı Mustafa İnan kitabı ve kendini nasıl Mustafa İnan yerine koyarak bir bilim adamının romanını yazdığının hikayesi.(tutunamayanların kapağına bakarken sanki birden canlanıp konuşmaya başlamış gibi düşünün)
Diğer izleyicileri ayrı bir tarafta tutuyorum, sebebini daha sonra anlatacağım, benim için heyecean verici bir an çünkü daha önce mümkün değil konuşmasını duymamışım, konuşurken görmemişim, konuşurken kelimeleri itina ile seçtiğine ancak konuşma yetisinin bir edip ya da hatip derekesinde değil de, hepimiz gibi olduğunun, kalem bıyığının altındaki kalın dudakları arasından çıkan kelimelerin kulaklarımızda yankılanarak yer etmesine müşahit(müdahil de olabilirdim) olmamışım. Kamera karşısında bir tür zorlanan, sıkıldığına ve oynamakta zorluk çektiğine şüphe götürmeyen Oğuz'un konuşması,Oğuz'un kendisini dahi bir roman kahramanı gibi gören benim için etkileyici ve uyandırıcı bir tecrübeydi.(ne demekse uyandırıcı tecrübe?)
Ardından gelen açılış konuşmaları ve ilk oturum, Oğu Demiralp' in Oğuz'a hitaben yazdığı mektup veSevda Şener'in "oyunlarla yaşayanlar"ın sahneye konuş hikayesini anlattığı eğlenceli bölüm. Ardından gelen ikinci oturum ve hikayeci yönüyle oğuz atay dan bahseden değerli katımcılar, elbirliğiyle 0930 da aldıkları saati 1230 a getirdiler, sempozyumun içeriğinden daha sonra bahsedeceğim.
Salon ise, doluydu, çoğunluğu MSGSÜ öğrencisi olmak üzere gençlerle, yaklaşık 500 kişi ve ayakta dahi olsa konuşmacıları dinlemeye hevesli kimseler. Katılımcılar ve niteliklerinden de daha sonra daha detaylı olarak bahsedeceğim.
İşte böyle bir ortamda, ne yazık ki öğleden sonraki bölüme kalamayarak ve elif şafak ile prenseslerinin oğuz atay dedikodularına ne yazık ki(!) şahit olamadan(elif çapak aşkımı bilen bilir) mekandan ayrıldım, yanımda ziyadesiyle ehemmiyetli bir beyefendi ile.
Bu beyefendiden ise daha önce zaten bahsetmiştim, demek ki sonradan bahsedeceğim 3 husus var, 1-kendimi diğer Atay okurlarından neden ayrı tutuyorum 2-sempozyumun içeriği ve yorumcuların Atay değerlendirmeleri, 3-izleyicilerin niteliği

1-Kendimi diğer Atay okurlarından neden ayrı tutuyorum:

BKZ:13 aralık

2-Sempozyumun içeriği ve yorumcuların Atay değerlendirmeleri

Efendim şahsi kanatim inceleyen ve eleştiren kimselerin hepsi Atay'ın edebi maharetinden, kullandığı metod ve yöntemlerden bahsetmekteler, muhteviyat babında kelam serf eden zevat yok denecek kadar az.
Misalen, elimde bulunan ve itina ile altını çizdiğim, lakin daha sonra Max Brod'a ödünç verdiğimden sempozyum öncesi tekrar altı çizili satırları gözden geçirme şansını bulamadığım doğu batı dergisinin 37. sayısı olan entelektüeller-III cildinde, "oğuz atay da aydın kavramı" konulu yazının, bana akademisyen konuşmacıların oğuz atay değerlendirmelerinden cok daha fazla şey kattığını söyleyebilirim. Neyi anlattığını anladık, nasıl anlattığını da. Kimleri anlatmış kimlerden esinlenmiş biliyoruz. Peki niye anlatmış, bütün bunları anlatırken derdi neymiş, neye niyetlenmiş bunlara açıklık getiren yok. (kendim için değil, kalabalık için diyorum)
Herkes elbet kendinden bi parça buluyor kitaplardan birkaç cümleyi kendine motto seçiyor, albaylara olriclere hitaben konuşuyor kendince, ama şayet kendisi gibi okur ise Atay'ın istediği, model bu değil kanatimce. edebiyat öğrencilerine ders veriri gibi Atay eserlerinde bir "zagon üzerine öttürme" hevesi almış yürümüş, oysa ki bir selim'i yahut hikmet'i alsanız, sırf onlar üzerinegünlerce konuşabilirsiniz, kimse yapmadı, sağlık olsun.

3 - sempozyum izleyicilerin niteliği

konuşmacıları, organizatörleri, akademisyenleri ve ciddiyete haiz izleyiciler dışında, izleyicilerin ortak özelliği genç, öğrenci ve ekseriyetle kız olmalarıydı. Gençlerin ortak özelliği hevesli olmaları, öğrencilerin ortak özelliği ekseriyetle MSGSÜ mensubu olmaları, kızların ortak özelliği ise sıradan olmalarıydı. Zaten hayatımda Atay'ı anlayıp edebi bir değerden daha öte biri olarak görebilen bir kız görmedim (inşallah o günleri de görürüz). Belki de okullarında verilen yüzlerce
sempozyumdan biri olarak değerlendirmişler, belki duydukları her yazarı elif şafak gibi biri sanıyorlar,( zira kendilerine model olarak onu seçmişler nitekim, hepsinin de saşları elif şafak modeli kulakları zinhar göstermeyecek şekilde yapılmış) belki ders boştu ondan geldiler, belki edebiyat hocaları salık verdi, belki sınavda çıkacak, belki daha herhangi bir Atay kitabı okumamışlar, belki hiçbiri. Yan yana gelip kikirdeşilecek, cok mutluyum ikikikikkki efektleri yapılacak, oturumunda makyaj tazelencecek bir sempozyum değildi ki. Geleneksellikten uzak postmodern türk süsleme sanatının son temsilcisi kızlarımız, okumaya dinlemeye gelmiştik biz, bu kadar süslü olması gereken bir şey varsa bu salonda , öyle bir şey yoktu ki. Eminim ki hepiniz akşam olsa da elif gelse, fiskos masası yapsak oguz atay sıkıntısını postmortem(postblabla bişey işte neyse) sıkıntıyla birleştirip siyah sütünden birkaç damla verse bize diye düşünmüşsünüzdür, hatta resim ve imza sıralarına girmemek için önlerde bulunmaya çalışmıssınızdır eminim, lakin ben yoktum göremedim, çok şükür.(kendimi alamadım sataşmaktan özür dilerim)
Ama elinden kağıdı kalemi düşürmeyen, dinlediklerini not almaya çalışıp "maksimum fayda"yı sağlamaya çalışanlar da yok değildi, gereksiz yere konuşmayan ve gözlerini kısarak izleyenler de vardı. Hatta "Oğuz'un da b.kunu çıkaracaklar, çok korktum bu sempozyumdan" diyebilen, saçları hiç de elif çapaka benzemeyen kızlar bile varmış ama, geç öğrendik.
Oğuz Atay kimdir? tutunamayanların yazarı. Tutunamayanlar kimdir? Atay romanındaki adamlar. Peki siz tutunamayan mısınız? iyi de ben adam değilim ki.(yuh artık)
Kendi cisimlerinde olduğu gibi karşılarındakini de şeklinde insanlar, şeklen daha alakadar, muhteviyat ve derinliğe girmeye pek hevesli değiller, hakkında konuşacak kadar bişeyler öğreniym su adam hakkında yeter. (Bir gün piyasaya Oğuz Atay resimli "converse"ler çıkmasın da..)

2.Gün:

Ölümünün otuzuncu yılında Edebiyatın oyun/bozanı (bu "slaş" iminde derin anlamlar var)Oğuz atay sempozyumunun ikinci günü 14 aralık 2007 tarihinde MSGSÜ oditoryumunda yapıldı.
(çok büyük bi yer değildi ve de içerisi çok kalabalıktı )

ikinci gününde öğleden sonra müdahil olabildiğim semptomyum on tane ilk güne bedeldi efendim.(uçan daire değil ya bu, biz de devlet dairesinde çalışıyoruz, tam gün kaçamadık). halit refiğ, cevat çapan, hayati asılyazıcı ve selim ileri'den Oğuz Atay anılarını dinledik, Selim İleri ile birlikte ağladık, Cevat Çapan'la güldük, Halit Refiğ ile duygulandık, Hayati Asılyazıcı ile düşündük. işte o iki saatlik bir keyifti, anlatılması zor. ardından murat belge(kendisi dağ gibi bir adammış) çok güzel anlattı Atay'ı, Jale Parla hakkında yorum yapmayayım hayranları çok fazla.
en son mungan geldi salona biz de hemen kaçtık.

detaylarından hiç bahsetmediğim ve bu kadar kısa kestiğim için kusura bakmayın yoruldum yazmaktan, bir de bir sürü özel isim habire shift'e basmak zorunda kalmak sinirimi bozdu, bu kadarı ile iktifa edin ne bileyim gidin ekşi sözlükte filan okuyun canım.

(HAMİŞ: sevgili dostum izzet, sırf blogundan buraya yönelmesi olası kimseler büyük beyaz bir boşlukla karşılaşmasın diye oturdum birşeyler yazdım, uykusuz kaldım alacağın olsun!)

mais le cerveau humain?

Yazılarımızın bu kadar siyah mürekkeple yazılmış olması bizim vefasızılığımız tulmonla beraber, mutluyken kağıt kaleme sarılmıyoruz ama efkar basınca hemen canım dostum kağıt kalem benim biricik arkadaşım filan ne ayak? Filan bile dedim o kadar sinir küpüyüm sinir katsayımın küp köküyüm kökün dışına da çıkamam çünkü eksi birim ve eski biriyim.

Yazdan kalma bir günden

(soğuk günlerin anısına..)

Ne kadar güneşli bir gündü sokakta tüm insanları aydınlatmaya, hatta hepsini yakmaya yetecek kadar güneş vardı, aydınlanmaya karşı önlem alma ihtiyacı hissetmeyen insanlar yanmamak için bin bir takla atarak madem yandık her yanımız eşit yansın da amele yanığı olmayalım diyorlardı, sürekli dönüyorlardı, tuzlu suya ulaşana kadar hareket halindeydi herkes. Yakmayan güneş isteriz diyerek ayaklanan kalabalığı yatıştıran bronzlaşma cemiyetine mensup bir takım insanlar(toplam yüz yirmi yedi kişiydiler), pozisyon alıp beklemeye başlamışlardı. Teslimiyet bu olmalı, kendini güneşe teslim et, kabuğun kavrulsun. Güneş gibi bir şey görünce biriniz de çıkıp şunun ışığından nasiplenin yahu deyin ki aydınlandık biz gerçekten, ya da içimizi yakıyor şu güneş, bir şeyler yanıyor içimde bir yerlerde, kabuklarınızla yetinmeyin sevgili salyangozlar. Süslü bir kabuktan ibaret cisimleri içinde ruhunu ağırlık yaptığı için çıkarıp atmış, beyinlerini minimum ihtiyaçlarını görecek kadar, “yaşamaya yetecek kadar düşünsek bu bize yeter” deyip de hacmen fındık büyüklüğüne indirmiş kimseler doldurmuştu orayı, gece gündüz demeden varlıkları ile beni rahatsız ediyorlardı, aylar yıllar olmuştu ben oradan sıkılalı, daha gitmeden sıkılmıştım zaten, gün geldi o kadar sıkıldım ki akacak bir damlam daha kalmadı, daha fazla sıkmayın, damla düşmez artık diye haykırdım. Sıkma da bitti sıkılma da, artık aradan bayağı zaman geçti, şimdi tekrar açın beni, ne kadar buruştuğuma, ne kadar konuştuğuma bir bakın, bırakın.

mon temps libre

Neden bu kadar karanlık burası, Thomas! Nicola!, buraya bakın evladım, nerdesiniz yahu? Hava kapalı, yıldız da yok ay da, bayrak da yok o zaman, ama kırmızı var, yazımızı yazıyoruz ya o kırmızı sayılmaz mı, boşver pek ilgilenmem zaten. Ne diyordum, hava kapalı, o zaman yapay yollarla aydınlanmak istiyorum ben de, güneşin değil ayın değil armut ampullerin sopa florasanların ışığıyla görmek istiyorum. Niye bu kadar karanlık burası, ışığı açsana evladım. Yetmiyor ki kuzum, kara delik besliyorlar evde ışığı külliyen yutuyor meret. Evde kara delik beslemek suç, bilmiyor musun Tulmon? Ev değil boşluk sanki, hadi oradan sen de, boşluk olsa seni de yutardı elbet, boş konuşma. Boş ne kadar kötü kelimeymiş be. Hem ben boş zamanlarımda kitap okumam ki, kitap okuduğum zaman boş değildir çünkü, ama insanların hayatları yeme içme çalışma ve uyumadan ibaret bir zaman geçirme olunca, zamanı doldurması gereken asıl şeyleri bunlar olarak kabul etmişler, bunların dışında kalan zamana da boş zaman demişler, ne büyük gaflet, gofret, dalak, böbrek ve hatta yürek! Boş zamanlarınızda neler yaparsınız? Duvarların sayısı dört olmasa belki bu kadar dokunmazdı. Ama saydım, dört, iç acıları toplamı bir daireye eşit bir daire, devlet dairesi. Vay be. Efendim dairenin iç açılarının üç yüz altmış olmasının sırrı burada, daire dört duvardır, özellikle devlet daireleri, yani odalar dörtgen olduğu için iç açıları o kadardır hocam. Otur, sıfır. Oo sıfır, ben üç yüz altmış diyorum, size bi çember çizeyim mi hocam, şöyle felekli olsun, içinden geçebileceğiniz kadar da geniş.

Perşembe, 13 Aralık 1977.

"Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması,hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir; şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot'a bnzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: Ben kendimi Don Kişot sanıyorum..."





"Bana Selim Işık, Turgut Özben, Hikmet Benol gibi isimler yakıştırılabilir; Oğuz Atay romanları okuya okuya kendini onun kahramanlarından biri sanan bir tutunamayana benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: Ben kendimi tutunamayan sanıyorum..."


it's a shame!

Kendimden utanmalıyım. Biraz daha erken uyanmalıyım. Elime bir kitap alıp uzanmalıyım, hayattan biraz daha usanmalıyım. Hepsi bir kenara, aklımla uslanmalıyım, bir kenara oturup uslu uslu durmalıyım, zaten ben duruyorum Tulmon, ama sen rahat durmadın ki hiç, karınca ordularının yuvaları var içerde, fark edilmez mi sandın? Ahmak. Fark eden beri gelsin, geri gelmesin. Yazacak bir şey bulamayıp yazmak hakkında yazmak, kolaya kaçmaktan da öte, kandırmaca. Hem ben ne kadar bencilim hep kendi hakkımda yazmışım, öyle değil mi? Evet, son günlerde çok utanılacak bir şey yaptım ve hiç kitap okumadım, cezama razıyım. Kitap okumuyorum eksikliğini hissediyorum hem de çok, o zaman yazamıyorum da, yazılanların okunanlarla pek bir ilgisi olmasa da, galiba tüm yazarlar okudukları yazarlardan etkilenirler bir şekilde, en sevmediğim lafı dedim, bir şekilde, sen bunu bir şekilde hallet, hiç ummadığınız bir şekilde ya da insanları hayretler içerisinde bırakacak şekilde halledebilir miyim, olur neden olmasın. Şu kitaplardan birinin içine bir girebilsem. Baktım olmuyor son çare olarak kendi kitabımın içine girerim, ama fazla gözükmem, kendi filminde minicik roller alan yönetmenler gibi, satır aralarında bir yerlerde, kahramanın başından geçen basit bir olayda bir görünür bir kaybolurum. Böylece büyük bir değişiklikten de kaçmış olurum. Değişmeyi kim ister, halinden memnun olmayanlar mı? Herkes değişimim iyiye doğru gerçekleşmesi hayalini kurar ve buna göre kedince yöntemlerle rengini değiştirmeye çalışır. Bugüne kadar gri idim, bundan sonra siyah olacağım. Ya da hayatımın kalan kısmını siyah değil kırmızı olarak geçireceğim, siyahlara veda, ernesto hemengüvey. Bana sermayenizle gelin, tek sermayesi sermesi olan sersemler geri dursun. Bakın diğer arkadaşlarınızın hakkını yiyorsunuz. Ben hep ne yaparım, p ise q, q ise r, r ise s diye devam ederim kafamda, z ye kadar, sonra “p ise ne?” Dediklerinde ben z yi yapıştırıveririm. Halbuki önce q yu, sonra r yi açıklamam gerekir, ne malum karşıdakilerin z ye kadar ulaşabileceği? Esasında, teknik olarak açıklamanın mümkün olmadığı mantıksal zincirleme reaksiyonlar oluşuyor. Belirsizlik ne kötü şey. Ha bunu düşündüm de, zaten belirsiz değil mi yarın, ya da bir saat sonrası, ya da bir satır sonrası, önümüzdeki sene nerede olacağımı ya da bir sonraki yazımda neler yazacağımı bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

bug

Çok ilginç bir böcek türü tanıdım dün seyrettiğim belgeselde öyle ki bu türün dişileri ve erkekleri birbirlerinden çok farklı ve zinhar birbirleriyle kesişmeyen hayatlar sürüyorlar, daha da açık olmak gerekirse, dişi böcekler doğumdan itibaren estetik kaygıyla geçirdikleri birkaç yıldan sonra artık hayatın sonuna geldiklerini düşünüp buna bir nokta koymak istiyorlar ve kendilerine uygun bir erkek böcek arayışına giriyorlar ve nihayetinde erkek böcekle çiftleşen yani çift olan dişi böcek için hayat sona eriyorken, çift olana kadar yaşadığından bile habersiz olan erkek böcek ancak o andan sonra anlıyor ki bir hayatı var lakin artık eşi yani o çiftin diğer teki yaşamadığından, hayat onun için sona ulaştığından ve yaşama amacını tamamladığından, eyvah şimdi ne yapacağım çift olduğumuzu zannederken meğer tek kalmışım diye dövünüp durarak hayatının kalan kısmını yuvarlanarak geçiriyor ve ekseriyetle toprak üzerinde görünmemeye çalışarak daha çok yeraltında yaşamayı tercih ediyor hayatının kalan kısmını zavallı erkek böcek.

la tristesse

Sokak bugün neden bu kadar kalabalık? Daha önce hiç bu kadar kalabalık olmamıştı, ne de çok insan varmış etrafta... amma da gürültülü…bu çöp bidonu hep burada mıydı yoksa yeni mi koymuş belediye yetkilileri? Köşedeki bakkal ne zaman kapandı yahu? Zavallı adam, gün boyu sinek kovalardı dükkanında…kimse sepet sallandırmayacak mı şimdi penceresinden? Bakkal! diye seslenmeyecek mi anneler? Aman canım bana ne…başka derdim mi yok sanki… Ortalık gittikçe kalabalıklaşıyor, engel olamıyorum… hava iyice kapadı…bulutlar da her an su koyvermeye hazır gibi…canım bulutlar şimdi olmasın ne olur… Acaba yürürken mi daha çok ıslanırım koşarsam mı? Ben de böyle şeyler düşünmek isterdim…yağmurun bana sadece bunu hatırlatmasını, aklıma başka hiçbir şeyi getirmemesini ama…yağmur yağınca daha da kalabalıklaşacak buralar…ben de onca insan içinde damlaların arasında boğulur giderim ne yapayım…telefonu kapatalı yarım saat oluyor…evden çıkmamın üzerinden olsa olsa yirmi dakika geçmiştir…on dakika nefes almadan nasıl yaşadım acaba? Bunu bir kenara not edeyim, on dakika…bazıları yüzüme bakıyor yanlarından geçerken… ne görüyorlar acaba yüzümde? Çok mu kötü görünüyorum? Acıyan gözleri silkeliyorum üzerimden, bakmayın yeter… her geçen dakika artıyor insanlar… demek ki böyle bir hismiş, kalabalıklar arasında… ben sizi nasıl fark etmemişim bugüne kadar? Ben mi hızlı yürüyorum diğerleri mi aheste revan ilerliyor? Yok canım, hızlı olsam daha çok şey düşünmüş olmam gerekirdi, unutmalı mıyım hatırımdan çıkarmamalı mıyım onun kararını veremedim daha… orada durdum, ilerisine gitmek istemiyorum… Buraya kadar iyi dayandım da, yağmurla birlikte gözlerimin rengi kırmızı olursa şaşırmam… bana yağmuru verene bir damla da benden… Köprüye çok yaklaşmışım, o kadar yürüdüm mü ben? Nasıl geçti dakikalar fark ettirmeden? Yakında buralar adım atılmayacak kadar kalabalık hale gelir, geri dönsem işe yarar mı acaba? Geri dönsem, telefona sarılsam, ben bu kadar kalabalık arasında yalnız kalmak istemiyorum desem, birlikteyken bu savaşta bire karşı birdik, herkes bir, karşısında biz bir, şimdi ben varım, milyonlara karşı bir ben, seni ise o milyonlarla beraber anamam; bırakıp gittin ya, buna inanamam; alışmaya çalışsam da, mümkün değil dayanamam… Köprüye gelmişim nihayet, istemez artık yağmasın yağmur, ben zaten ruhuma kadar ıslanmışım…

Bana bir kalem bir de kağıt lütfen.

Çok önemli kelimelerim var yazacak.
En farklı gecemin dahi hepsiyle aynı olduğunu çaresizce anladığım, umudun söndüğü başka bir günün başlangıcında yine tüm acımasızlığı ile gördüm ki, ıssız bir adaya düşsem hiç yabancılık çekmem.
Talimliyim.
Üç beş sekiz dilek tutmam bir şeycik istemem.
Bana bir kalem, bir de kağıt lütfen.
İşte yine karşı karşıyayız, doğduğumuz şehirdeyiz, peki sorarım, ben mi ondan besleniyorum, o mu beni besliyor?
Hangimiz hangimize tasma takmış da İstanbul sokaklarında gezdiriyor?
Hangimiz gerçek, hangimiz yapmacık?
Ama durun, haksızlık etmemeliyim, yapmacık olsa çoktan benim tarafımdan bozulmuş olurdu zaten, çoktan bertaraf etmiştim onu, tüm gerçekliği ve tatsızlığı ile hep burada yanımda, en zor zamanlarda ise karşımda dikiliyor.
Evet tatsız, belki bir zamanlar, belirli anlarda bir tadı vardı, ama çeyrek asrı bitirmeye gittiğim şu son dönüşlerinde dünyanın, acı bile olsa kabulleneceğim bir tadı yok, çünkü çok acımasız. Burada kesilmeli yazı, belli ki gece biraz uykusuz.
Şimdi bana bir kalem, biraz da kağıt lütfen.
Lütfen…
Birileri olsa, ben ve beni gören 10x, duyan 5x, dinleyen 3x, anlayan 2x ve bilen 1x kişi.
Bu basit denklemde değişken sizsiniz, serbest oynayın.
Ben deliriyorum, son bir isteğiniz varsa gelip söyleyin.
Bilin ki beni de bu güzel havalar mahvetti, ve bu güzel hafta sonları ve bu sosyal hayat, yedi bitirdi beni.
Her rüzgar estiğinde, peribacalarını aşındırması gibi, beni de aşındırıyor, eritiyor mütemadiyen, onun için dışarıda bu rüzgarlara dayanamıyorum, eve sığınıyorum.
Bütün sosyal hayatımızı bir maskeli balo tadında geçirseydik çok daha rahat olurdu.
Onlarca oyun varken neden saklambacı seçtim sanki, ve neden ebe olmaktansa saklanmayı tercih ettim?
Beni bulmadan tekrar başladı oyun, bir sürü ebe değişti, oyundaki varlığım bile bilinmez oldu, oyunda saklanmıyorum artık, kanıksandı yokluğum, yokum bile.
Olmayana öykünen ben halimle kendime başka oyunlar arıyorum.
Yeryüzünde umut diye bir şey yok, yeraltında aramaya devam etmeliyim.
Galiba karaciğerimden yalnızım, düşsem düştüğüm yerde kalacağım, düşsem gerçek olmayı hiç istemeyeceğim.
Bu satırların yazarını tanıyanlar acı acı gülecek, acıma duygusuyla ürperecek, ama kimsenin elinden bir şey gelmeyecek, çaresizliğimi paylaşırım sadece.
Ben istemez miyim sanıyorsunuz bulutlardan, çiçeklerden, güneşten bahsetmeyi?
Ama bulutlar güneşi örtüyor ve çiçekler soluyor burada, çiçekler havadaki kederi soluyor, ben gibi.
Ölümlerden dönüyorum rüyalarımda, düşlerim bile çirkinleşti artık.
Konuşulan her şeyi o kadar boş buluyor o kadar küçümsüyorum ki, bunları konuşuyor hale gelmekten korkuyorum.
Ama zannetmem bu halden sonra, kelime israfına girişeyim ben de, günlük "sen neden konuşmuyorsun?","ee anlat bakalım, ne var ne yok?","hayırdır sessizsin bugün?" sorularına cevap olayım.
Ne anlatayım?
Hiçbir şeyi söylemeye değer bulamıyorum, size söylemeye değer bulmuyorum, havadan ve sudan bahsederim elbet hava renksiz, su renksiz, topraktan bahsetmeye başlasam siz de sıkılmaya başlarsınız mesela, çünkü toprak kahverengi.
Ateşten bahsetmeye başlasam sizi terletebilir, çünkü sarı.
Renksiz şeylerden bahsetmek daha sağlıklı.
Başım dönüyor ama, dünya ile aynı eksende değil.
Kaynama noktası en yüksek derece olan madde beynim.
İnsanlar neden bu kadar çok düşünürler anlamıyorum, ben günde en fazla bir saat düşünürüm, demiş birisi, kalan zamanlarda bahçedeki çiçekleri sularım.
Ama ben öyle miyim?
Düşünüyorum, öyleyse varım yoğum bu.
Sağ baş parmağımı kalem, sol avuç içimi kağıt yaptım.
Kocaman açmak istiyorum gözlerimi de, kısık bakmak zorunda hissediyorum hep hayata.
Ve artık bitsin diyorum.
Şu oyunda benim de olduğumu hatırlayın da, sobeleyin beni.
Sobeleyin ki çıkıp gideyim bu oyundan, sıkışıp kaldım bahçedeki çalılığın arkasında.
Hadi!
Ne, nasıl olur, çömlek mi patladı?
Of, hiç sevmiyorum artık, fildişi kulelermiş, kutu odalarmış, mağaralarmış, ıssız adalarmış, gökyüzünde bir yerlermiş, denizin ortasında bir yermiş, falanca dağın tepesi, filanca şehrin göbeğiymiş, sevmiyorum artık.
Sevmeli miyim?
Kime yazıyorum bu mektubu?
Üzerinde hiçbir adres yok.
Gönderilmeyi değil de alınmayı bekliyor belki.
Hasılı, testi doldu anlıyor musunuz, kafanızdan aşağı boşaltmak istiyorum, hafiflesin bana da yük olmasın bu kadar.
Kurmaca da olsa, gerçekten de korkutucu değil mi?

J'ai mal a la ...

Geçtiğimiz günlerde rutin kontrollerimi yaptırmak için hastaneye uğradım, çok ilginç şeyler oldu. Testler bittiğinde doktorla aramızda geçen konuşmayı aynen aktarıyorum.

-Efendim tüm test sonuçlarınız normal, ancak bizi son derece şaşırtan ve açıkçası hayretler içerisinde bırakan bir tespitimiz oldu.
-Nedir?
-Vücudunuzda, bir kemik eksik.
-Nasıl olur bu?
-Biz de anlayamadık, üstelik bu yaşınıza kadar eksik kemikle gelmiş olmanız, neredeyse bir mucize.
-Demek ki çok önemli bir tane değilmiş, vücuttaki minik kemiklerden birisi herhalde öyle değil mi?
-İşin garip tarafı da burada zaten, sizin leğen kemiğiniz eksik, yani ufak filan değil eni konu kocaman bir kemik. Onsuz vücudunuzun ayakta kalabilmesi inanılır gibi değil.
-Peki ne yapmalıyız?
-Bugüne dek bu şekilde gelmiş olabilirsiniz ancak bunun ileride bir sorun yaratma ihtimali yüksek. Bu yüzden size bir kemik nakli yapmayı düşünüyoruz.
-İyi ama, uygun kemik bulabilme ihtimali nedir?
-Bizim endişemiz de burada başlıyor, çünkü test sonuçlarınıza göre sizinkiyle aynı dokuya sahip bir kemik bulunması ihtimali oldukça düşük. Farklı dokuda bir kemik de yerleştirebiliriz, ancak o zaman yürüyüşünüzde bir değişme olması kuvvetle muhtemel.
-Hayır hayır, yürüyüşümü değiştirecekse böyle bir şeyi kabul etmem mümkün değil.
-O zaman bizim yapabileceğimiz başka bir şey kalmıyor efendim, maalesef.
-Peki ya aynı dokuya sahip bir kemik bulursam?
-Elbette o zaman en kısa sürede bu nakil operasyonunu gerçekleştiririz.
-En kısa sürede?
-Tabii ki. Ancak o zamana kadar bu şekilde devam etmek zorundasınız, aldığınız riskin farkındasınızdır umarım.
-Kesinlikle farkındayım, ama daha akılcı bir çözüm göremiyorum, en iyisi uygun dokuya sahip olana kadar beklemek olacak benim için.
-Peki efendim, o halde en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere.
-Hoşça kalın.

Schrödinger

Schrödinger hüzünlü günlerinin birinde gözyaşlarının damlacık mı yoksa dalgacık mı olduğundan şüpheye düşmüş, gerçeğe ulaşmayı umarak bunu bir deneyle keşfetmeye niyetlenmiş.
Kederli düşüncelerle başını öne eğdiğinde gözyaşlarının damlacık olduğunu ve Newton’un daha önce tespit ettiği gözyaşının yere düşme hızıyla yere çarptığını görmüş.
Ancak içine umut doğunca başını göğe kaldırdığında, aynı gözyaşlarının dalgacık olup yanaklarındaki gamzeleri de önüne katarak çenesine doğru aktığını fark etmiş.
Her hüznün bir umut doğurduğunu ve her umudun da günü gelince hüzne dönüştüğünü bildiğinden, gözyaşlarının hem damlacık hem dalgacık olduğunu kabul etmiş.
Anlamış ki, gözyaşları hem hüznü, hem umudu getirip yüreğinden, bazen ince ince, bazen usul usul akıtırmış gözlerinden, o halde üzüldüğü kadar umutlanmalıymış da aynı zamanda.
Belki de kutudaki kediyi kucağına alıp başını okşamanın zamanı gelmiştir artık.

la vrai fête

Varlığına inandığın bir şeyin yokluğu, varlığını bildiğin bir şeyin yokluğu kadar dokunmaz insana, bu sebepten yokluktan bu kadar ah ediyorum. Aşkın aşıklar birbirine kavuşuncaya kadar sürmesi gibi; bilindiğinde, bulunduğunda bitecek hepsi, o zaman varlığımla ben de insanlar arasında yer alabilirim belki, ha tulmon?

sourire.

Benim olmayan bir şeyi dağıtıyor olmanın verdiği hislerle etrafa gülücükler saçarak hem cimriliğimden bir şey kaybetmemiş oldum hem de cömertliğimi sergiledim, kimse bilmiyor ki benim olmadığını. Bol keseden dağıtmayı uygun gördüm bugün, sahte altınları gerçek altın gibi dağıtmakla mukayese edilecek bir şey değil bu; bu, benim için kalaylanmış bakırın insanlar için altın olmasından kaynaklanan bir kuyumcu meselesi. Kapalı çarşının en has kuyumcuları bile altın dediler, “herkes de altın bilir bunu beyim” diye söze atladı birisi, ne diye kalaycılık yapıyorsunuz? Aslında bu kolaycılık dedim, kolaya kaçıp aslında değersiz olduğuna inandırmışım kendimi, değersiz değil, buna da şimdi inanıyorum, her gün böyle saçsam keşke ortalığa, ama iki dakika geçer, üçüncüsünde ben yine susar, dördüncüsünde gözlerimi sabit bir noktaya dikerim.

Mais, c'est tres facile!

Ben küçükken, basit sorulara hiç parmak kaldırmadım cevapları bildiğim halde. Herkesle beraber elimi havada göremedi kimse, belki gerçekten basit olmayan problemlerle karşılaşıp etraftakilerin ellerini havada daireler çizerken görmediğim zamanlarda ancak istemişimdir söz hakkı. Basite karşı kendimi bildim bileli mesafeli ve tahammülsüzüm. Basite takılıp aynı şeylerin tekrar tekrar önümüze gelmesine sebep olanlara de sempati duyamamışımdır doğal olarak. Yıllardan beri, kendimi bildim bileli basitlikten kaçınmaya çalıştım, geldi hayat görüşü gibi tepemde duruyor şimdi. Ve şimdi, etrafımdakilerin basitlikleriyle ne kadar mutlu bir hayat sürdüğünü görüp, kendimle çelişiyorum. Basit diye hor görüp aşağıladığım düşüncelerin davranışların insanları ne kadar kolay sonuca götürdüğüne şahit oluyorum, basit diye burun kıvırdıklarım benden çok ileride durabiliyor, ben hala kendimi daha yüksekte kabul edip kendimi kandırsam bile. Basitler dünyası diye bir dünya var, niyet etsem de giremiyorum, kendimi oraya ait hissetmediğimden. Standart ve basit. Normal ve sıradan. Genel ve bildik. Bu kadar takılmasaydım bu sözcüklere şimdi burada değildim, dışarıda bir yerlerdeydim. O zaman ne bileyim, basit de olsa küçük çaplı bir mutluluk olmaz mıydı benim için? Ah oğuz, küçük burjuvanın Pazar ayini ile mutlu olan insanlar olamaz mıydık biz? O zaman utanmazdım ben de böyle şeyler yazdığıma. Utanıyor muyum? Sadece ruhumu çıplak hissettiğimden.

Bir süper kahraman olarak seçmen.

Kırmızı pelerinli mavi kostümü önünde “S” işareti, sırtında parti amblemi taşır.
Ülkeyi kurtarmak onun görevidir.
Çoğu hala şunu der:
“Senelerce seçimi süpürge ettim, yine de temizleyemedim şu ülkeyi.”
Bu yüzden ben, seçimlerde deterjan kullanılmasını tavsiye ediyorum.
Hey seçmen! Oyunu kullanma, biz o oyunlarla yaşıyoruz.
Ülkemiz büyük bir oyun yeridir biliyoruz.
Kelime oyunu kullanma, burası ciddi bir müessese.
Oya ihtiyacı olanlar sandıklardan alabilirler.
Gelinlik kızlarımızın çeyiz sandıkları oyalarla dolu.
Bırakalım halk istediğini seçsin.
İlkokulda sınıf başkanımızı da biz seçmemiş miydik?
Konuşanlar listesinde adımızı tahtada görünce kızmaya hakkımız yoktu.
Tek yapmamız gereken konuşmamaktı.
Onu da beceremedik.

Bulunduğum yerden gelecek pek iyi görünmüyor, şöyle daha iyi görebileceğim bir yere geçeyim.


İki buçuk tarafı denizlerle çevrili toprak parçasını kimin yönettiği umurumda değil. Çünkü aynı.
Ama “eternal sunshine of the spotless mind” ı kimin yönettiği umurumda. Çünkü farklı.
Yetmez mi?

Soruyu tekrar alabilir miyim?

İnandığım şeyleri somut örneklerle açıklamanın olayı basitleştirdiğini düşünüyorum. Bu sebepledir ki hep soyut kavramlarla anlatmaya çalışıyorum her şeyi, o zaman da havada asılı kalıyor, elle tutulur gözle görülür olmayınca anlamak da güçleşiyor bittabi. Çözüm aradım dersem yalan olur bulamamak mazeret sayılmıyor. Mesela;
Kedimi o kadar çok seviyorum ki hep yanımda bulunsun istiyorum. Ama biraz dışarıda dolaşması lazım. Olmaz o hep evde dursun çıkmasın. Biraz olsun seviyorsan bırak da çıksın dışarı. Yumaklarla ne kadar oyalayabilirsin hayvanı. Kedimi o kadar çok seviyorum ki hep kucağımda. Bırak ama boğulacak hayvan. Olmaz ben onu seviyorum sıkı sıkı sıkacağım. Ölesiye. Kendimi o kadar çok seviyorum ki hep yanımda bulunsun istiyorum. Bak bu kadar konuşuyorum, şayet beni duyan varsa bunu da dikkate alsın, sınavda çıkabilir.
Beni anlıyor musunuz? Hiç zannetmiyorum. Görünmez adam nasıl bir kahramansa kitaplarda, anlaşılmaz adam da böyle bir kahraman işte. Tüm süper kahramanlardan farklı, kimseyi kurtarma derdinde değil, kendini bile. Yazın buralar çok sıcak olur hem. Mevsimi geldi mide ağrıları başladı yine.
Ben burayı hiç sevmedim süt oğlan. Öncesini de sevmezdim zaten.

birey de

bir ev vardı. üç katlı. parti vardı. kalabalık. en üst katta bir oda vardı. kapısı kapalı. insanlar vardı. kapalı kapıları merak eden. açtılar. baktılar. karanlıktı oda. çekindiler. ışığı bulamadılar. girip bakamadılar. ben bakmıştım. partiden önce. eşyalar vardı. tozlu. kitaplar vardı. sayfaları eksik. eskiler vardı hep. tozlular vardı. cazibesi yoktu hiçbirşeyin. çünkü karanlıktı. tozluydu.bakınca göze çarpan oydu. kimse ilgilenmedi. sevmedi kimse orayı. içerde kimse birşey göremedi. iyi bakmadı kimse. odanın ışığı vardı aslında. tozların altında. karanlığın içine saklanmış. göremedi kimse. bakmadılar düzgün. üç beş kişi toplandı dışarda. şöyle bir kafa uzattılar. arkalarını dönüp gittiler. bakmadılar bir daha. eğlenmeye devam ettiler. sormadılar bile birbirlerine. merak bunun için değil. bir oda vardı. karanlık. içerde kimsecikler yoktu. ama evde insan çoktu.

Qui veut de moi et des miettes de mon cerveau?

Dünyanın güneşi tavaf etmesine kim bilir kaçıncı kez şahit olduğum bu garip günümde beni yalnız bırakmayan tüm harflere teşekkürü bir borç bilirim lakin noktalama işaretlerinin böylesine önemli bir günde beni unutmuş olmasina çok kırıldığımı söyleyeyim çünkü böylesine önem verdiğim bir yazıyı noktalamaişaretlerindenbirinibile kullanmadan yazmak mecburiyetideyim şimdi. Nokta geldi sağolsun, aynı duyarlı-aaa virgül de burada, tamam zaten ikisi bana yeter, yetmez mi? Bak, kuvesçınmark, ama mahçup ediyorsunuz beni, sürpriz yapmışlar ne güzel, canlarım, kral sizsiniz.

Çok zamanlar üşendim ve hep yazdıklarımı basit buldum ama, karalama dahi olsa yazı yazıdır, uzaylı da olsa insan insandır. Hem sonra, sonrası önemli, tekrar dönüp bakınca insanı mutlu eden, en azından bir tebessüm yerleşmesini sağlayan cümleler yazılmış. Dönüp bakınca sinirine de, kederine de, hüznüne de gülüyor insan, kahkahalarla değil ama, sadece bir mütebessim ifade yüzünde. Yüzden sonra ne olur bilemem kaça kadar gidebileceğini düşünmek istemiyorum, ay, düşündüm bile!

Diyeceğim o ki,aslında bunların hepsi bir hayal. Gerçekleşmedikleri ya da gerçekleşemeyecekleri için hayal oluyor zaten, zihnimize yerleşen ve gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz hayallere de rüya diyoruz. Bunların beyaz ve pembe renkli olanları ise bilim adamları tarafından düş olarak adlandırılmış, bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Zaten bu bilim adamları denen güruh, sarı çizmeli Mehmet ağa ve ekibi öncülüğünde, namı ile varolan lakin cismen pek görülmeyen, her yerde sanını görüp adını bilmediğimiz, her gün gözümüze süreceğimiz enginarın kirpikleri uzattığı ya da her gün otuz iki gram karabiberin beyin kanaması ihtimalini yüzde seksen oranında azalttığı gibi en gerekli bilgilerle bizi aydınlatan adamlar. Adam olması şart mı? Ne demiştik, beyin kanaması ha? Bu bey çok ağır yaralanmış, çok kan kaybetmiş, kanaması durmuyor. Hemşire, karabiberin dozunu arttırın, eminim ki beyin kanamasına iyi gelecektir. Evet zaten hepimizin isteği kendimiz için iyi gelecektir. Onun için çalışırız. Hayatımın kalanını tamamen planlasam, düz bir çizgi gibi gün ile ölüm arasında, düşünsenize hiç şaşmadan o çizgi üzerinde her gün ilerlemek. Ne kadar bayağı. Ölüme en yakın adam, kendi çizgisini çizip sonunu getirmeye çalışandır. En azından yolun sonunu gördüğünden. Ne yalan söyleyeyim, bazen kendimin bile inanmadığı şeyler söylemiyor değilim.

Yarın ıssız bir adaya düşersem yanıma ne kağıt ne kalem, sadece üç tane fil alırım, onların hafızası kuvvetlidir unutmazlar hiç. Bilinmemenin hazzı olabilir mi? Ya hatırlanmamanın acısı var mıdır? Var olmanın birinci şartı, düşünmekten çok düşünülmek değil mi? Ah, koyunlar, sizleri düşünen bir çobanınız var, dünyanın en şanslı koyunları sizsiniz. Oysa boşlukta kaybolanlar da var aranızda. Mutlak hıza ulaşmış bir şekilde boşluktan aşağı düşenler bağırıyor, düşüyorum, öyleyse varım. Ama düşenin dostu olmaz. Düşünenin dostu ölmez. Milattan önce yaşasam çok veciz laflar ederdim. İnanmıyor musunuz? İnanıyorum, öyleyse varım. Yokluğa inansam bile varım. Birazcık nihilistim ben. Kimseyi aydınlatma gibi bir sorunum yok bu yüzden, kendimi bile, aydınlatmayan ampullerin mucidiyim.(Tesla’ya selam, Edison senden nefret ediyorum)

Aman canım boş verin. Tulmon bugün günlerden ne? bugünlerden bana ne. Ve bitti işte bu kadar.

Aklım

Aklımı okusaydınız ilk sayfada fırlatıp atardınız.

Tut elimi hedef kitle olalım

Bu kadar samimi olmamalıyım.
Ben kitlelere uymayı sevmem, kitlelerin bana uymasını da.
Kimsenin peşime takılmasından hoşlanmam kimsenin de peşine takılmam.
Toplumsal hareketlerden kalabalık ortamlardan hazzetmem.
Herkesin baktığına kafamı çevirmem, herkesin durduğu yerde ben yürürüm.
Hatalı mıyım?
Galiba çoğu kimseyle anlaşamamam bu yüzden.
Konuşmayı pek sevmem, profesyonel dinleyici sayarım kendimi ama duyduklarımı da pek hatırımda tutamam, konuşmanın çoğu vakit beyhude olduğunu düşünmüşümdür, kimseye faydası olmayacak şeyler söylemekten korkarım, hayatımı paylaşmam pek kimseyle başımdan geçenleri gevezelik olsun diye anlatmam, çok yapan var bunu öyle demeyin, konuşmadan dahi yaşanabileceğine bile kendimi inandırmıştım bir zamanlar, artık o geçti tabi, ama ben, anlatmak istediğim çok şey olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden.
Severim kendisini, elif hanımefendi...ah..
Sonra ben, ne Mevlana'yı dinlerim, ne Meriçi.
Olduğum gibi görünürüm, göründüğüm gibi olurum ancak belli zamanlarda; olmak istediğim gibi görünürüm olduğum gibi değil, ama sadece iktiza ettiğinde. Seviyorum kurmayı devrik cümle.
Bukalemun misali renk değiştiririm hayatta, sevdiklerimin sevmediklerimin yaşadıklarımın yaşatıldıklarımın gördüklerimin gösterilenlerin inandıklarımın inkar ettiklerimin karşısında yanında bazen.
Bazen de anlaşılmaz konuşurum kimse çözemez ne demek istediğimi ben bile zorlanırım anlatmak istediğimden dahi şüpheye düşürür beni.
Dünden dolayı pişmanımdır her gün bir önceki günden dolayı pişman olmak gerektiğini derim de kendim zerre nasiplenmem bu fikirden, boş geçiririm günlerimi, aslında tamamlanmamış projelerin, havada kalmış fikirlerin, sonu getirilmemiş heveslerin ve de en çok altında ezildiğim hayallerimin pençesindeyim ve bunlardır beni zorlayan.
Yolda giderken gelir aklıma hep iyi fikirler yazmadığım için unuturum zihnime güvenirim ama zaten o hep beni yarı yolda bırakır. Anlık kullanımlarda iyidir de geçmişe dönük pek faydalı kullanamam, ne de çok gereksiz şeyleri tutar ben istemeden, istediklerimi ise zorlasam da hatırlayamam.
sonra dünyanın bin bir hali var... Yarın çok geç...Bugün Allah için ne yaptın? Çalış senin de olur... Olmadı deme... Denemekten yoruldum... Peki ben ne zaman? Düşünmek korkutur, niye korkutsun, üzer sadece... İstanbul ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kimdim ben, katil ve kurban...Peki elif şafak kim? Hatırlamıyorum..
Ben bunları nasıl ezberledim? Neden aklıma her geleni yazmak zorundayım kelimelerle oynamak zorunda mıyım başka oyuncak bulamazmısınız bana ? soru eklerini bile ayıramaz hale geldim ne olur yardımcı olun memedali bey, azcık kaldırın, biraz daha, Allah belanı versin memedali, çarkıfelek sizin için dönüyor.
Feleğin çarkları sizin için dönüyor azizim, çarkın dişlileri arasında sıkışmışız herhalde kendim için değil makine için kaygım yani çalışmasına engel olmayalım sonra bu gemi nasıl gider, batacağını bildiği gemiye biner mi insan hem?
Ey inananlar, insenize. Bir şeyi de söylemeden yapın yahu.

Ah Oğuz, biz de küçük burjuvanın Pazar ayini ile mutlu olan insanlar olamaz mıydık? O zaman utanmazdım ben de böyle şeyler yazdığıma, utanıyor muyum? Sadece ruhumu çıplak hissettiğimden.
Aslında rahatlamanın yolu inanmamaktan geçiyor bekli de, inanacak hiçbirşeyin yoksa hayatta tüy gibi hafifsin, her an uçmaya hazır.Bu şekilde dahi varolduğumuz için memnunuz, olmak ya da olmamak derken şaksiper, biz olmak ile ölmek arasında iki nokta ile açıklanabilecek bir farktan bahsediyoruz burada. Siz bu satırları okuduğunuzda ben çoktan yazmış olacağım, belki de çoktan olmuş olacağım, çünkü gerçekten hamım. Pişmek mümkün değil yanmak hayal bile olamaz. Biliyoruz ki; başkalarıyla yan yana gelip bir şekil oluşturmadıkça yıldızlar, farkedilmek için göğün en parlağı olmaya muhtaçlar.
İşte burada ekran kararır.
.
Kestik çocuklar, bu sahneyi tekrar alıyoruz. Olmadı yine. Hem boşverin şimdi bunları, dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor muydun Fisomata? Bilmek istemezdim ama öğrenmiş bulunduk artık ne yapalım. Düz olsa daha iyi olurdu gibi sanki. Bir köşeye geçer saklanırdık beraber, şimdi her yanımız açıkta, her yandan boşlukla çevriliyiz. Ben burada ne sobeleyebilirim, ne de çanak çömlek patlatabilirim. tek çare görünmez olmak. Merhaba ben görünmez adam. Ben de görünmez kaza, hay Allah! Pardon görmemişim… beş duyu çok aslında. Mesela gördüklerimizden, duyduklarımızdan ya da söylediklerimizden muaf olsak olmaz mıydı Portuç? gördüm, ama rüya! Duydum, ama yalan! Söyledim, ama gerçek! Ha-ha, alışkın değilsin değil mi Haşmet? Her zaman yazının bir yerine bu efekti yapıştırmak istemişimdir. Ha-ha. Çok da hoş oluyormuş yahu. Ha-ha. Tutamıyorum kendimi. Ha-ha! Sürekli gülüyor efendim durduramıyoruz. Dur!Duramıyoruz! Bu bahsi kapamanın vakti geldi artık kim ne kadar koyduysa ortaya, hadi hayırlısı, hoop: dubara. Hiç şaşırmadım!

Ah doktor Frankenştayn, beni bir tek siz anlarsınız..

Koşa koşa yanıma geldi tulmon, buldum buldum diye haykırıyordu, otur bakalım dedim tulmon önce sakinleş, yavaş yavaş anlatırsın, nedir bu kadar heyecanlandıran seni, dedim, mutluluğun formülünü buldum, dedi, ben de küstah gülümsemesi yaparak küçümseyici bir bakışla karşılık vermeyi uygun gördüm. Neymiş o söyle bakalım dedim, sanki bilmiyormuşum gibi. Cebinden iki deney tüpü çıkardı, pakete sarılmış tozları açtı, karıştırmaya başladı. Ölçtü ekledi çalkaladı pembe renkli sıvı bir karışım yaptı. Nihayetinde kalem ve kağıda sarılıp formüller yazdı, sonuçta meydana getirdiği karışımı açıkladı: H9SO7. bir yerden tanıdık geliyor bu ama, dedim, bu başka dedi. Anlamak için herkes gibi salak ol yeter. Of ne terbiyesizsin tulmon dedim, böyle hakaretler etmeni gerektirecek ne var sanki kendine? Hiç, sadece kıskançlığımdan diyerek itiraf etti, oh be.

Ben bilmem beyin bilir.

Özel isime sahip olması gerekirken cins isime sahip olmuş insanlar yok mu aramızda?
Bekleyin, kırmızı yanıyor görmüyor musunuz? Bu ne kalabalık böyle? Karşıdan karşıya geçmek isteyen insanlar birbirlerine girmek içi bekleyen iki ordu gibi, yeşil işaret ile herkes ileri harekete geçiyor, bir hengame bir curcuna bir kargaşa insanlar birbirlerine giriyor herkes bulduğuna çarpıyor bazıları ustaca manevralarla ve kişisel yetenekleri ile karşıdan gelen atakları savuşturuyor ve kısacık sürede her iki tarafta yaralı çok ama zayiat yok diyerek kurtuluyor bu savaştan ta ki bir sonraki ışıklara kadar. Hepinize geçmiş olsun.
.
Fotoğraflara pek iyi çıktığım söylenemez ama nedense aynadaki görüntüm iyidir. Ayrıca fotoğrafik hafızam da yoktur, onun yerine topoğrafik hafızam gelişmiştir. Biraz okusan sen de bilirsin ama. “Hop hemşerim sen bana nasıl okumuyor dersin ben her gün fanatik okuyorum hiçbir resmi atlamadan bakarım hem. Kedileri de ayağımla severim üstelik. Çok yünlü bir insanım”
.
Sıradan bir devlet dairesinde sıradan bir memur olan Mehmet efendi, kendini ellili yıllardan önce yazılmış romanların kahramanlarına benzetirdi. İsminin yanında en edeplisinden bir unvan taşıyor olmanın verdiği gururla birlikte, kahramana yakışır şekilde hareket ettiğini düşünürdü. İyilik yapar, zorluklara rağmen hayatla mücadele eder, acı çeker etrafına sezdirmez, sesli sesli düşünürdü. Hadi oradan Mehmet efendi! Bırak bu eski modayı, bugüne gel. Kendin ol. Tamam oldu, işe alındınız, yarın gelip başlayabilirsiniz.
.
İntihar süsü verilmiş cinayet, cinayet süsü verilmiş kaza, kaza süsü verilmiş kader, kader süsü verilmiş hayat, hayat süsü verilmiş ölüm, ölüm süsü verilmiş intihar, intihar süsü verilmiş cinayet…böyle gider bu.
.
Gitar mı istiyorsun, gital.

Julius Sezarcık Küçük Mücahit

Hey, inen anlar! Önce aşağı inin bakalım. Çıktık onunla on yılda on savaştan. Kaçalım artık yavaştan yavaştan. Gerçekten manasız bir uğraş yani balmumundan heykeller kadar donuk. Dunkin donuks. Heykel şeklinde kurabiyeleri ile meşhur bir semtimiz. Adalar. Adalardan modalardan en yeni trendlerden burada bahsetmenin ne yeri ne de sırası. Bahset Uygur. Yıllardır sanatına 1 gram katmadan bu halkı nasıl güldürdün Nejat? Demirel’in tiyatrocu kimliği gibisin aynı söylemlerle senelerce halkı kandırmaca, bravo. Oyun bitsin ilk ben ayağa kalkıp alkışlayacağım. Hep beraber alkışlayacağız. Ordu yoruldu, bu akşam burada kışlayacağız, etraftaki tavukları kışkışlayacağız. Bir tavuk kadar özgürüz hepimiz, kanatlanıp uçalım hep beraber, ama bu kanatlar, ne işe yarar bizi uçurmadıktan sonra, bu sanatlar ne işe yarar bizi. Bizi değil azizim belki sadece sizi. Kalbimde ince bir sızı. Tozar tozsuz tebeşir diye. Ortaokul yıllarımızın vazgeçilmezi, tozsuz tebeşir ve sınıfı kaplayan sis perdesi, havada uçan ve düştüğü yerde kimyasal bomba etkisi yaratan tahta silgisi. Hepiniz birleşin, örgütlenin, sendikanızı kurun, sandukaya girin. Çıkmayın artık oradan sizin devriniz bitti sanırsam, şayet yolda görüp tanırsam, belki selam ederim. Everest himalayanın sen yüce bir dağısın, balıkların puluyum, ah, mutlulukla doluyum, yalan söyledim, doğru yolun soluyum. Kenardan kenardan kimseye sezdirmeden, analar bebeklerini emzirmeden, tam manasıyla, böyle bir dünyaya geviş getirmek istemeyen tüm ineklerle aynı kaderi paylaşanlarla aynı yolda yürüyenlerle aynı havayı soluyanlar, beni de alsanıza aranıza.
Dişütsü bilgisayar istiyorum, çiğneyeceğim.

fragment

Karanlık olması gerekirken ne diye aydınlatırlar ki şu sokakları. İnsan karanlığın dahi keyfini süremeyecek mi, buradan belediye yetkililerine sesleniyorum, söndürün sokak lambalarını. İzin verin de ay ışığı ile aydınlansın şu sokaklar, olmaz mı? Ve çöp konteynerlerini kaldırıp yerine teneke kapaklı çöp bidonları koyun ki, kediler o kapakları devirerek gecemize ses getirsinler. Kaldırımları kaldırın, kimsenin kimseden yüksekte yürümeye hakkı yok. Rüzgarsız gecelerde hafif de olsa bir esinti istiyorum, sigaramın yarısını paylaşmak istiyorum, bunun için sokak başlarına şöyle büyük vantilatörler falan koyun canım, ne bileyim, istediğim kasveti yaratamıyor burası bana. Camlardan kimse bakmasın, perdeler sıkı sıkı örtülmüş olsun, gece vakti kimden saklanır bu insanlar? Bir de şu sokakları uzatın, uçsuz bucaksız sokaklar istiyorum yan yana sıralanmış kocaman taş binalarla, yerlere de Arnavut kaldırımı istiyorum, mümkünse beton olmasın, ne çirkin öyle, hem yapmacık hem hissiz. Her şey hazırsa eğer geliyorum. Şöyle siyah pardesümü giyeyim, kuşağını sarayım ve yakalarını kaldırayım, tamam. Sigaramı da yaktım, koydum dudaklarımın arasına, ellerim cebimde. Ayağımda eski püskü postallarım, tabanları zemini hissedebilecek kadar incelmiş. Gözlerimin altında hafif morluklar, uykusuzluktan olacak, bir hafta bilemediniz on gündür jilet değmemiş bir yüz, kısa kesilmiş saçlar ve kızarmış bir burun, kısık bakan gözler. Tamam mıyız? Açık unutulduğundan esintiyle gıcırdayan kapıları ve uçuşan çöp poşetlerini unutmayın sakın. Önümden koşarak geçecek kedi arkadaşlar nerede? Geliyorum.

Sinefiller, film Çin’de dahi olsa gidip izleyin!

Ama burada sinema ile ilgili bir şey yok, şimdilik.
.
Dünyada üretilmiş tüm akımlar bizim içindir. Kabul edenler, eller havaya, etmeyenler, eller havaya. Kabul edilmemiştir. Neden? Çünkü etraftakiler insanların el kaldırdığını görüp el kaldırdılar da ondan.
.
Düşünüyor musunuz? Yapmayın, bir yerinizi incitirsiniz. Evladım çıkma oralara bak düşüneceksin birilerini kıracaksın sonra.
.
Ağlayınca çok çirkin oluyorsunuz hanımefendi ama gözleriniz dolduğunda sizden güzeli yok. Size hiç gözlerinizdeki elmaslardan bahsettim mi?
.
Ben etrafımda kalabalık olduğu zaman, çabuk sıkılıyorum, yalnızken sıkılmamı beklemiyorsunuz herhalde değil mi? İçerisinde sıkılmayacağım bir topluluk istiyorum. Belki resmini falan yapan çıkar. şöyle bir yemek masası, on iki kişi yeter bana. Bu kadar da küstahlık olmaz artık, yuh!
.
Ding dang dong. Lütfen dikkat. Bizleri metro istasyonlarında, havaalanlarında, salonlarda falan filan her zaman doğruyu yapmaya sevk eden, gaipten gelen bir ses. Bize hep iyiyi ve doğruyu söylüyor, sesler havada yankılanıyor, insan sapıtınca kendini musa gibi-tövbe estağfirullah…
.
Haticelerin kızı var çok yakışıyor sana. Takı mı o? Birbirinizi tamlar, hatta tamamlar gibisiniz. Yarım mıyız? Üst üste koyarsak sizi en uzun siz oluyorsunuz. Düşünülebilir.
.
Topallayın gidiyoruz. Kendimize kayser şoze karizması vermenin vakti geldi. Ama ben üşeniyorum, öyleyse varım.
.
İstanbul’da skor tuna:1-dünya:1. Mikrofonlarımız ankarada.

ne bu şiddet bu celal pir!

Ve televizyonda gördüğümüz her şey reklamdır.
çikolata reçel ve bilumum gıda reklamında lav gibi akan karameller, ballar pekmezler vardır.
bir de avon ürünleri kullanıp kendinden yirmi yas küçük erkekleri ayartarak sevinen kadınlar vardır. Hah işte onlar. Sağlıklı saç dediğin, tuttun mu gelmez, mutlaka düz olur, koyulduğu kabin seklini almaz.
Sakızları sadece mankenler ya da manken gibi kızlar çiğner, çiğnerken ağızlarını açmazlar.
Reklamda bir aile oynayacaksa mutlaka çekirdek aile olmalıdır, daha kalabalıklar bizden değildir.
Halı reklamlarını arabesk fantezi şarkıcıları sunar, çünkü hali arabesktir. halıdan pop olmaz.
Erkekler yanaktan öpülmek için tıraş olur, tıraş olmayan erkek dudaktan öpülür.
Çikolata hiç bir işe yaramıyorsa haz verir, bugün çikolata yiyerek hazzın doruklarına ulasan kızların sayısı on binleri buldu diyorlar, çikolata ile kız tavlayanların yalancısıyım.
Çocuklarının yoğurtla boyunu uzatmaya çalışan ebeveynler, aynı şekilde bisküvi yedirerek çocuklarını daha akilli yapmaya çalışırlar.
Zaten bunlar tamamen sonradan kazanılan niteliklerdir, bilhassa zeka.
Ben mesela zeka küplerinden hiç yemedim, bu sayede buradayım.
Mideye ve damağa hitap eden ürün reklamları mutlaka mutluluk üzerinedir, kahve gibi.
Ya da insanlar yapacak başka bir şey kalmamış gibi bir nuga barın peşinde koşarlar. oysa alan kişi için çikolata çikolatadır yani ne kadar farklı olacak sanki?
Abur cubur konusunda üreticilere hak vermemek elde değil çünkü çaresizler, çünkü yüzlerce ürünleri var.
Ve ben galiba reklam gibi gereksiz şeylerden bahsediyorum.
En iyisi susayım da susuzluğumu dinleyeyim, belki farklı bir şeyler söyler.

fragment

-aç kapıyı!
-....(uff gene geldiler bak)
-aç, içeride olduğunu biliyoruz sefil yaratık!
-....(sefil mi, kapıdan o aynayı kaldırmalıyım)
-aç yoksa kırarız!
-....(biliyorum canım, şimdiye kadar da çok kırdınız zaten beni)
-bak son kez uyarıyorum, aç yoksa zorla gireriz!
-....(kırık bir kapı hayatımda hiçbir şeyi değiştirmez)
-tık! açıldı mı? bu ne be! bu kadar kolay mıydı? kapıya bak, kaba saba görünüyor dışardan, meğer tıklasan açılırmış!
-....(yorumları sessiz yapsanız, benim alerjim var da.)
-ulan sen niye bizi dinlemiyorsun, aç diyoruz di mi kaç saattir? çekil kenara arama yapıcaz..
-…(çok kabasınız, yine de aramaya inanın)
-şikayet var hakkında, burada canavar beslediğini söylüyorlar.
-....(demek birileri öğrenmiş) nasıl bir canavarmış bu, mösyö?
-onu sen söyleyeceksin bize. konuş bakalım. nedir şu canavar meselesi bilelim.
-rica ederim mösyö, canavar filan yok, hiç olmadı, komşuların yanılgısı.
-duyduk diyorlar, içerden korkunç sesler geliyormuş..
-e duymuşlar da görmüşler mi acaba? ya da siz görebiliyor musunuz ki?
-göreceğiz. beyler, siz sağ tarafa, siz sol tarafa, siz aşağıdan, siz yukarıdan bakın, siz benle kalın, siz onunla ince, eee, inceleyin, ince eleyin, sık dokuyun, yarasına dokunun, bu onu konuşturur.
-....(buraya gelen herkes içeride bir canavar değil, akıllı uslu benim olduğumu görür, siz dahil)
-bunlar ne, yerdekiler?
-kitap. (ilk kez görüyor galiba)
-onu biliyoruz, neden yırtılmış sayfaları nerede bunun, bu, bu diş izleri de ne? yoksa?
-....(yemeğin ortasına geldiniz)
-kanıt bu işte! bununla beslediğin belli o canavarı? şimdi hemen nereye saklandığını söyle!
-....tamam, siz girer girmez dışarı çıktı. camdan.
-nasıl? neden? aşağıdan bakanlar, siz dışarıda devam edin araştırmaya, bulun onu.
-....(benden başka herkesten kaçar nasıl anlatayım sana)
-neden kaçtı, sen mi attın dışarı?
-yok efendim ne münasebet, yabancıları sevmez ondan, ya benle ya hiç, huyu böyle.
-o zaman suçlamalar doğru. burada beslediğin bir canavar var?
- ya o canavar falan değil mösyö, görseniz seversiniz siz de, dünya tatlısı bir yaratık, bir eşi daha yok, ah keşke gösterebilsem size ama.
-o halde gel bakalım, belki merkezde anlatmak istersin.
-merkeze mi gidiyoruz? Yoksa dünyanın merkezine mi?
-evet, dünyaya karşı bir suç sayılıyor bu, ve dünyanın merkezine gideceksin. sıcaktır, terletmeyecek bir şeyler giy.
-anladım....(ben hep anladım zaten, ama siz?)
-gidelim!
-şapkamı alayım geliyorum…

eti browning 9mm

Dünyanın bir tepsi şeklinde olduğuna inansaydık zamanında, bunlar hiç başımıza gelmeyecekti Tulmon. Dönmeyen, düz bir dünya istiyorum, düz olmasa da düzgün olsun, popüler olmasın mesela kendince bir kültür oluşturmasın. Penguenler yurdumuzda da yaşasın, orduya alınsın. Dünyaya malzeme olmamış bir ne? Kim? Hiç, boşver.

Bir süper kahraman olarak VATMAN

Tramvay kullanmayı öğrenmek istiyorum ki bir süper kahraman ünvanım olsun.
Kısacası buradan çıkmak istiyorum ve Truman burbank kadar kararlıyım. Peki ya siz?
Yapabileceğinizin en iyisi bu mu?



Tulmon?

Gel.

levier \_

Ve herkes, kısa yoldan köşeyi dönmenin peşinde, yeni bir fikir yeni bir iş, yeni projelerle, ve çoğu da asla gerçekleşmeyecek projelerle, ayda bir zengin olmuş hallerinin hayalini kurup duruyorlardır normal olarak, halbuki en kısa yoldan köşeyi dönmek yerine, en kısa yoldan dibe vurmayı denesek hep beraber, bu dünya sevgi dolu bir yer olmaz mı a dostlar, Tyler Durden pirimiz, birimiz, hepimiz.
Benim dünyam yüzüyor hala, kiminki batmış ki, temennilerle olmuyor, güneş gibi batmıyor, dibe vuracaksa dünya vursun, insanlık zevkleriyle boğulsun. Pesimistik sanmayın lütfen ben de sizden biriyim, neden her seferinde laf dönüp dolaşıp aynı yere geliyor, of, kollarım ağrıyor, bir daha ağır taşımamalıyım.
Ya da biri şu dünyanın yükünü alsın, o da olmazsa bana yeterince büyük bir kaldıraç verin..

say hello to my little friend!

Tulmon, pek sessizsin bu günlerde? oyunlardan laf harcayınca saklambaç seçtin hemen? Kastettiğim bu değildi, hayatın ya da hayatım da değil. Çık sahneye, bir oyun yazılmış ikimiz için, oyuncular, tulmon, ben, ilk perdeyi oynuyoruz. İkinci perdede bir oyuncu daha katılacak aramıza, en azından öyle umuyoruz değil mi tulmon, gerçi bu oyundan kimseye bahsetmedik daha önce, izlemeye gelen de pek yok zaten. Belki yeterince iyi olduğumuza kanaat getirirsek bunu senin gibi diğerleri ile paylaşırız, aman canım, kendimiz oynar kendimiz izleriz ne olacak, hatta oyunun çoğu yerinde rol senin tulmon, ben bir izleyici olarak gördüklerimi sana iletirim, ama dikkate almazsın ki sen, şımarık seni. İstersen yazılı olarak belirtirim ama maalesef okuman da yok. Zaten burada okunacak bir şey de yok, sen ve diğerleri, siz sadece üfleyin. Ben hep okurum, sonra da üflerim, üff ne kadar sıkıcı, üff ne yapsak şimdi, üff nereye gidiyoruz biz? bu hızla bir yere çarpsak cismimizden eser kalmaz, öyle değil mi tulmon?

fragment

Genç adam gürültülü bir gecenin sıcak bir günün sabahına kavuştuğu saatlerde evinden çıktı, kapıyı ardından usulca çekti, apartmanın sessizliğini kırmak istemiyordu. Ayağındaki ayakkabılar zaten hiç ses çıkarmazdı, belki de bundan fark edilmem bu kadar zor oluyor diye geçirdi bir an içinden, sonra tüm düşüncelerine sıklıkla yaptığı gibi buna da boş verdi, zihninin bir köşesine attı. Merdivenlerin sonuna gelmişti bile bunu düşünürken, demek ki çok büyük bir düşünce sayılmazdı, bu kadar kısa sürede aklına getirip geri itebildiğine göre. Sonra büyük, ağır ve eski apartman kapısını araladı, sadece kendi geçebileceği kadar, ve insan icadı yöntemlerle aydınlanan binadan, semavi aydınlığın hüküm sürdüğü dünyaya adımını atmış oldu, tıpkı dün olduğu gibi, ve önceki gün, ve önceki. Memuriyet hayatının insana en ağır gelen özelliklerini saydığında, günlerin monotonluğu ortalarda bir yerde geçiyordu. Her sabah aynı saatte, aynı yerden aynı yere, aynı vasıtayla, aynı insanlarla güne aynı başlangıç. Ama bu değildi canının sıkkın olmasının nedeni, bu kadar basit sebeplerle canını sıkacak kadar basit biri olduğunu düşünmezdi hiç. Kendini sıkmak için hep daha büyük meseleler seçer, küçük olanları bile yeterince sıkıcı olacak kadar büyütebilirdi, böyle bir yeteneği de vardı. Gün içinde yaşadığı bunaltıcı iş yoğunluğu, bıktıran olaylar, yeter artık dedirten insanlar, kızdıran, üzen, ümidini kıran envai çeşit mesele, hatta bazen armudun sapı, üzümün çöpü bile dert olurdu da, yüzünün asıklığının ve somurtkanlığının asıl sebebi olamazdı asla. Peki bu memnuniyetsiz memuriyette bulunan sıradan memurumuzun bu sıkılgan hüznünü arkasında ne vardı acaba, iş arkadaşları dahil çoğu kimse en az bir kez bu soruyu sormayı denemişti, en dolaysız yolla, “neyin var?”, “ne oldu?”, “derdin ne?” gibi, sadece iki kelimeden ibaret basit soru cümlelerinin demirden yapılmış kocaman kale kapılarının kilitlerini açmaya yetecek birer anahtar olduğunu düşünerek, ya da hiç bilmeden böyle kalelerin var olduğunu. O da aynı yolla cevap verirdi hep, “yok bir şey”, “bir şey olmadı”, “hiç”. Çok severdi bu sonuncu cevabı. Hele o kelimeyi şöyle sesli harfini uzatarak söylemek var ya, deymeyin keyfine.
İşte aynı yüz ifadesi ve aynı hızlı adımlarla yine gidiyor, biz de peşinden ayrılmadan, varlığımızı da hissettirmeden takip ediyoruz, bu gidişin sonu nereye varacak hepimiz merak ediyoruz.

prologue

Perde birazdan açılıyor.

İzleyiciler yerlerini almış, bunca zamandır kimseye sergilenmeyen bu oyunun galasında olmanın sevincini yaşıyor. Kimsenin bir fikri yok, umarım komedidir diyor bir bayan yanındakine, dram şimdi sıkar bizi, hiç sevmem çok gerçekçi oluyorlar, epik ya da iç karartan müzikal de olmasın, ne kahramanlık hikayeleri ne de baygın müzikler olsun, gülelim eğlenelim yeter, komik olsun yaneee. Beğenmezsen çıkarız canikom, sen iste yeter, diyor beriki cevaben. Salonda bazı seyirciler kendi arasında bir muhabbete dalmış oyun öncesi.

-ay şekerim komedi di mi bu oyun, yani o kadar para verdik bi de gülmezsek şimdi..
-komedi canım ben duymuştum daha önce çok güldürüyormuş.
-ayol nerden duydun daha ilk oyun değil mi bu kim izledi sanki?
-oyunun yazarını tanıyorum ben güzelim.
-adam komik mi?
-adam komi.

-neden bu kadar beklemiş?
-hiçbir tiyatro kabul etmemiş oyunu.
-neden acaba?
-tutmaz bu oyun demişler, içine biraz daha kız koyalım daha çok bel altı esprilerle zenginleştirelim(!) demişler, adam da istememiş tabi.
-ay, espri yok mu şimdi burada?
-espri yok ama spirit var.
-ay alsana içelim.

-üff aşkım bu koltuklar çok rahatsız.
-idare et aşkım çok uzun sürmez zaten bu oyun.
-ama o kadar kişi toplanmış tek perdede de bitmez her halde.
-belli olmaz, seyirciye bağlı.
-domates mi dağıtıyorlar orada?
-herkese bi tane.

-ya neden bu kadar arkadan izliyoruz canım?
-başka yer yoktu çünkü canım.
-ama buradan ne görülür ne de anlaşılır canım.
-sen sahneye bak yeter canım.
-ay göremedikten sonra niye bakiym canım.
-e herkes öyle yapıyo canım.
-boşver, ben törpümü getirdim yanımda zaten, bak tırnaklarıma.
-ne var?
-ayol görmüyo musun? İyi bak.
-ışık az, ondan seçemiyorum.
-yalancı.

-ben ilk defa tiyatroya geliyorum biliyo musun?
-keşke önceden söyleseydin bunu.
-niye ya?
-neyse artık çok geç, sıkı tutun.
-nooluyo Necati?
-aşkım bunlar tehlikeli oyunlar!
-ay!

Ah be canlarım diyor reji, bu kadar mı basit her şey?
Canım insanlar.

Öyle deme rejim, şov dünyası bu.