Zindandan Hidayet’e mektup

“İşte ondan sonra kardeşim Hidayet, inanlığa öfkem başlıyordu; belki de ilk öfkelerimi bu oyunlar sırasında duymuştum. Çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. Kendime kızıyordum: çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum Hidayet? Oyuna geliyordum. Oyuna gelmemeliydim bana oyun oynanmamalıydı. Bütün gücümle uyanık kalmalıydım, başkalarının rüyalarını görmemeliydim. Ve kardeşim Hidayet, öfkelenince de onların bütün kusurlarını, küçüklüklerini, daha önce hoşgörüyle karşıladığım kendini beğenmişliklerini daha şiddetle görüyordum ve unutmuyordum. Onları kıskanıyordum onları beğenmiyordum. Oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. Yaşamak istiyorlardı; en çok buna kızıyordum.”



Sevgili kardeşim Hidayet;
Demek sonunda sen de asker oldun. Biliyor musun kardeşim, ben de askerdim bir zamanlar, herkes gibi benim de askerlik anılarım var elbette. Müsaade edersen, lafı fazla uzatmadan birkaçından bahsedeyim sana. Bizim zamanımızda askerlik çok zordu Hidayetçiğim, şafak görünmüyordu. Askerde tutunmak zordu, en akıllı adam bile zorlanıyordu. "Kimse kimseye aman vermiyordu üstelik: akıllılar bile birbirlerini su birikintilerine itiyorlardı.”
Ben sana askerdeyken çok sevdiğim Hüsamettin albayımdan bahsedeyim. Çok sevdiğimiz, sevdiğimizden dolayı saydığımız, hizmet yönetmeliğinin dışında bir adamdı. Kısacası dışarıdan bakınca “Yürüyüşü hiçbir askeri adıma uygun değildi albayımın; iç hizmet talimatnamesine aykırı bir deliydi.” Kendisinin söylediğine göre, daha yolun başlangıcında böyle olduğunu söylerdi, talebelik zamanlarından beri. Ah albayım, daha o zamanlar ayırmış kendini etraftakilerden. Arkadaşlarının anlatmasıyla, “Elbiseleri ilk dağıttıkları gün, kaputuna itiraz etmeyen tek öğrenciydi. Daha o zaman anlamalıydık, diyorlardı. Biraz geç kalmışlardı.” Kendi hususiyetleriyle nev-i şahsına münhasır bir tutunamayandı anlayacağın. Yine de ben albayımı hep örnek bir şahsiyet olarak görmüşümdür. Bir de Selim asteğmen vardı, “Bu asteğmen, fazla kitap okuduğu için hapse düşmüş. Hapse düşmesi aslında daha karışık bir yoldan olmuş ama, işin başı gene bu kitap okumaya dayanıyor.” Hapse girme sebebi özetle, generale uygunsuz sözler söylemek. Bir teftiş esnasında general ona ‘Asker söyle bakalım gece nöbeti neden kutsaldır?’ diye soracak olmuş, o da “Gece vakti her şey başka bir kılığa bürünür generalim. Dallar, kollarını kavuşturmuş insanlara benzer. Yapraklar hışırdar, soğukta ısınmak için ellerini birbirine sürten insanlar dolaşıyor sanırsınız.” demiş, edebi yanını göstermiş, çok kitap okumuş adam ne de olsa. General onun bu edebi yaklaşımın beğenmemiş, maymunuyla beraber sırtını dönmüş gitmiş, ertesi gün bizim asteğmeni içeri almışlar. Öyle ya, bir de maymunu vardı bu generalin. Bir gün “Generalin maymununun öldüğünü haber verdiler, onu soğuk öldürmüştü, askeri tören yapılacaktı”. Biz o sabah vatan caddesinde iştirak ettiğimiz bir merasimden geliyorduk, sen de bilirsin o caddeyi, o gün merasimden önce “yolun iki kenarına biraz halk sıralandı ve aralarına kız çocuklarla çiçekler serpiştirildi.” Bizi alkışlarla yücelttiler gözlerinde. Sonra generalin maymunu için de merasim yapılacak dediler, ama aynı halkı generalin maymunu için düzenlenecek törene davet etmeye kimse cesaret edemedi. Biz de kendi kendimize maymun için saatler süren şatafatlı bir tören yaptık, maymunu öldüren soğuk nasıl oluyorsa bize dokunmuyordu, ne günlerdi.
Umarım sen böyle şeyler görmeden bitirirsin günlerini. Komutanlarını sakın üzme, onlara da yazık evladım, onlar arasında da kim bilir ne ıstırap çekenler vardır. “Bu mektubu iyi oku. Bir gün olur, belki hepsini anlarsın. Bütün umudumuz sendedir. Bugün için kendi yağımızla kavruluyoruz. Yarın için senden iyi oyunlar yazmanı, yazdığın gibi, içinden geldiği gibi oynamanı bekliyoruz. Biz de artık aramızdan iyi oyuncular çıkarmak istiyoruz.” Askerde oyun olmaz diye düşünme sakın en güzel oyunlar asıl orada olur; bu oyunların en büyük özelliği ise, figüranları çoktur. Neyse Hidayet kardeşim, bu kadar gevezelik yeter, burada keselim.“Mektubumuz karışık olmakla birlikte, ruhumuzun aynasıdır. Derlenip toparlanması, içimizin derlenip toparlanmasına bağlıdır. Biraz daha zamana ihtiyacımız vardır.”
Sağlıcakla kal.

Seni seven ağabeyin;
Tuna.


“Sen meramını bize teslim et. Bu ruh, bu tende oldukça, serüvenine uygun bir kıssa yakıştırırız elbette. Nerede olursa olsun, bir insanın üzerine bu kadar yaşantı yığılsın da, bir başkası onlardan bir şey çıkarmasın, mümkün mü? ”

anlat, nurhayat hanım, hayat..

“Nurhayat hanım silkindi, başını salladı. Hayır. Evet. Ben anlatayım da sen gene bildiğin gibi yaz.”

Edebiyat nedir? Ülkemizde edebiyat çok kolaydır. Daha ilkokulda öğretmenim
“Bir gün ağaçları yazın demişti, ağaçlar demiştim ben de uzun dalları gökyüzüne uzanır. Ağaçlar demiştim kuru dallarını uzatarak bulutlardan yağmur bekler.” İşte o gün edebiyatçı olmaya karar verdi. Ben değil canım, öğretmenim. Benim de yazacak bir şeylerim olsaydı keşke, yazacak bir yaşantım. Oysa ki aynı yaşantı içinde çırpınıp durmaktan başka yapabildiğim bir şey yok. Ben değiştiğini sanırdım, birini bitirip diğerine başladığımı, yeni yerler, yeni işler, oysa“Bir yaşantıyı tam bitirmeli, hiçbir iz kalmamalı ondan. Yeni yaşantılar için. Yeni yaşantılar için. Bunu önceden bilseydim, yaşantı milyoneri olmuştum.” Ama aynı yaşantı, aynı oyun, aynı oyuncularla devam ediyor. Aslında oyuna katılmak basittir, “Fakat, oyunu, ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur.” Bu büyük oyunda insanlar daha rahat bir hayat sürebilir, gözü kapalı daha mutlu olabilir, huzuru düşünmemekte bulabilirler. Ama sen ayrı durmalısın. “İnsanlara kaptırma kendini, durmadan koşuşma, onlara uyma, insan bir makinedir, bir yerde bozulur, yavaş yavaş kullan aklını, şimdi biraz dinlen, hep birlikte saçmalayalım, aklımızı dinlendirelim, mantığımızı dinlendirelim, rüyada yaşayalım.(Aman dikkat et, kafanı bir yerlere çarpma. Deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.)”

“…bugün elimizde olmayan nedenlerle son tarafını tayinden aciz olduğumuz hayatımız yani bindokuzyüzbilmemkaç yılından beri gerçek başlangıcını çeşitli bahanelerle gecekondusal yaşantımıza kadar ertelediğimiz müddei ömrümüz, hep birlikte bu mektubun satırları arasından sana sıkıntılı selamlar ve durgun saygılar sunarız. ”

ne yapmak istiyorsun Hikmet?

“Sonra bir iki cümle, karanlık birkaç görüntü geçti aklından; ne yapmak istediğini unuttu. Karanlığa dikti gözlerini: Işık mı azdı? Yoksa insan aynı parlaklıkla görmüyor mu kafasından geçenleri?”

Etrafta o kadar ses duyuyorum ki: Beynimin içinde yankılanan kısık sesler, neler fısıldıyorlar öyle? “Hayır, alçak sesle konuşmuyorlar; sesleri uzak geldiği için öyle sanıyorum. Allah kahretsin, bütün söylediklerini anlıyorum.”Her şeyi anlamanın verdiği rahatsızlıktan muztaripiz. Ne olurdu sanki biz de bazı şeyleri duymasaydık, bilmemenin rahatlığıyla sürdürüp gitseydik şu hayatımızı. Ama ne yapabiliriz ki? Kabullendiğimiz gerçek, etrafımızdakilerin kendince bir gaflete düşmüş olduğu, bir şuursuz uykuda en güzel rüyaları görüp mutlu mesut yaşadıkları. Evet uyuyor belki çoğu. Ama “Bu durumda nasıl uyunur? Allahın cezası kulak, her şeyi duyuyor.” Biz de uyuyamaz mıyız acaba? Kulaklarımızı tıkasak hiçbir şey duyulmuyor, dört açıp dinlesek sesler beynimizi yiyor, canım insanlar sadece kuş seslerini bülbül ötüşlerini duymayı nasıl beceriyorlar? Bizi neden duymuyorlar mesela? Ben hiç çiçeklerden kuşlardan bahsetmedim, bir kez olsun sesimi duyuramadım. Belki benim de dışarıdan bakınca onlardan biri olduğumu sanıyorlar.“Uyuduğumu sanıyorlar; yastığı düşürdüğümü duymuşlarsa… Duysunlar da bu işkenceye son versinler.”Duysalar bile sesimi kimse durup dinlemez, ancak anlık bir şaşkınlıkla nereden geldi bu ses diye sağa sola bakınırlar, filmlerde herkesin duyamadığı gaipten gelen sesler gibiyim, hem zaten duyulsam, hatta dinlenmek istesem de, emin değilim anlaşılmak istediğimden. O zaman boş verin, “Hayır duymasınlar, durum daha çok karışır ve nefretlerin doğrultusu değişir. Buna alışmak üzereyim, yeni nefretlerle uğraşamam.”Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Ne zaman insanlara laf atsam, nihayetinde sözlerim dönüp dolaşıp beni vuruyor. Neden? “suçlusun da ondan. Onlar daha suçlu. Bu senin suçunu azaltmaz.”. Bu haldeyken ne yapmalıyım? Ey insanlık, ölmeden bana son bir şans ver. Ne yapsam da kendimi insanlığa kabullendirsem?“Kendimi kötülesem mi? Bir yararı dokunur mu? Senin söylediklerinden de kötü şeyler düşüneceğim!” Bunu daha önce denemedim mi? Kendime kaç defa hasta olduğumu, gösterişsiz, içi hıçla dolu biri olduğumu söylemeyi denemedim mi? Kendimi yerin altına, ta dibine de soktum, öfkeyle saldırdım benliğime, bittiğinde ise“Öfke yerine gene bir suçluluk duygusu kaldı geriye.” Sonra yine karanlık, sanki hiç bitmeyen kötü bir rüyanın içinde buldum kendimi, uyanamadım bir türlü. Arada gözlerimi açmayı çok denedim. Peki ”Gözlerimi açtım mı? Hayır, gerçek karanlık bu kadar karanlık olamaz.”Bir yerinde mutlaka bir ışık olmalı, süzülmeli bir yerlerden. Ah, ne acı! Bu karanlık içinde kendimden ümidi kesmişim, roman kahramanlığına soyunmayı düşünüyorum zaman zaman, varlıklarıyla aklıma mıh gibi kazınan, en yakın arkadaşlarım kadar samimi bulduğum roman kahramanlarına öykünüyorum,“Ölmek istiyorum, güzel kalmak için yapabileceğim tek hareket bu.” Her zaman aklımın bir köşesinde büyük bir kaçışın planını yapıyorum. Oysa ne kadar basit bir düşünce değil mi? Hayatım boyunca hep kaçınmak istesem de, küçük hesaplar yakamı bırakmadı hiç. “Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı,; kurduğum hayaller, bir bekar odasının dağınıklığında boğuldu. Düşüncemin duvarlarına resimler asmak istediğim halde bir türlü olmadı. Belli noktalara biriken eşya, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.” Oysa ben hep daha büyük hayalleri düşünürdüm, gerçekleşmeyeceğini bile bile nelerle avunurdum. “Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum.”Yaptığım hiçbir şey bir netice vermedi, böceklerin hayatında bile olda bir etki bırakmak, bir yer edinmek istiyorum. Çok yanlış işlere bulaşmıştım, daha kırkıma bile gelmemiştim, ama bilmem hangi cüretle bir işe kalkışmıştım.“Yalnızlığın dinini yayıyordum.(başarılı olduğum söylenemezdi.)” Gizliliğimden olsa gerek, hiçbir zaman benim bu uydurma dinime inanacak bir “ilk kişi” bulamadım. “Ne yapalım? Kadınlarla birlikte yürütemedik hayallerimizi.” Beni sokakta görenler, uzaktan da olsa saygılı gözlerle bakarlardı. En yakın dostlarım bile, “Benim hüzünlü görünüşüme saygı duyarlardı, benim için bir şeyler yapmak isterlerdi.”.Ah bir şeyler yapsak artık, bu işlerin de bir sonu gelse ya(Gelmedi).

“Demek sen de bu işkenceye katılıyordun, sözde okumuş bir kız olacaksın(Gözlerini tavana diker) Bu sözleri unutamam artık; bütün geleceğimi kararttın. Oysa, kitaplardan söz ederken sesin ne kadar farklıydı.”

albayım, bir siz eksiktiniz vallahi!

kısaca özetleyeyim.

1.gün

Ölümünün otuzuncu yılında Edebiyatın oyun/bozanı (bu "slaş" iminde çok anlam yüklü)Oğuz Atay sempozyumunun ilk günü 13 aralık 2007 tarihinde MSGSÜ oditoryumunda yapıldı.
(çok büyük bi yer değildi bir de içerisi çok sıcaktı )

Oğuz Atay'ın ölüm tarihinde, ve her ne tesadüfse(tesafüt de denebilir) perşembeleri sevmeyen bir adamı anmak için Perşembe gününde.(şahsen ben severim zira ertesi gün Cuma, Robinson da çok sever)
Devlet tiyatrolarından kıymetli bir oyuncu arkadaşımızın(kusura bakmayın isimleri pek aklımda tutamıyorum, bu konuyu yeni yazdığım romanda inceledim adı da "tutamayanlar") Atay'ın günlüğünden okuduğu girişle, (aslında buna okumak değil de canlandırmak ya da can katmak denebilir, aynı şekilde bir monolog için misal teşkil etmesi bakımından Payidar Tüfekçioğlu'nun hayat verdiği, "yeraltından notlar"daki unutulmaz Dostoyevski kahramanın performansını misal olarak önünüze sunabilirim, buyrun, hala izlememişseniz)
Ardından TRT'nin 1997 yılında yani 20 yıldönümünde hazırlamış olduğu Oğuz Atay belgeseli yayınlandı.(kendimizi kirpi gibi hissettiğimiz an)
İşte orda Atay'ın ete kemiğe büründüğü ve canlı canlı karşımızda arzı endam ettiği anı yaşadık, şöyle ki Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnusunun dizi film projesi olarak senaryosunu yazan Atay hazretleri, Halit Ziya ve romanları hakkında fikirlerini anlatıyordu, yine o tarihlerde TRT'de yayınlanmış bir tv programında.
Ardından yine kamerayı tam cepheye almış ve gözlerinizin içine bakarak yorumladığı Mustafa İnan kitabı ve kendini nasıl Mustafa İnan yerine koyarak bir bilim adamının romanını yazdığının hikayesi.(tutunamayanların kapağına bakarken sanki birden canlanıp konuşmaya başlamış gibi düşünün)
Diğer izleyicileri ayrı bir tarafta tutuyorum, sebebini daha sonra anlatacağım, benim için heyecean verici bir an çünkü daha önce mümkün değil konuşmasını duymamışım, konuşurken görmemişim, konuşurken kelimeleri itina ile seçtiğine ancak konuşma yetisinin bir edip ya da hatip derekesinde değil de, hepimiz gibi olduğunun, kalem bıyığının altındaki kalın dudakları arasından çıkan kelimelerin kulaklarımızda yankılanarak yer etmesine müşahit(müdahil de olabilirdim) olmamışım. Kamera karşısında bir tür zorlanan, sıkıldığına ve oynamakta zorluk çektiğine şüphe götürmeyen Oğuz'un konuşması,Oğuz'un kendisini dahi bir roman kahramanı gibi gören benim için etkileyici ve uyandırıcı bir tecrübeydi.(ne demekse uyandırıcı tecrübe?)
Ardından gelen açılış konuşmaları ve ilk oturum, Oğu Demiralp' in Oğuz'a hitaben yazdığı mektup veSevda Şener'in "oyunlarla yaşayanlar"ın sahneye konuş hikayesini anlattığı eğlenceli bölüm. Ardından gelen ikinci oturum ve hikayeci yönüyle oğuz atay dan bahseden değerli katımcılar, elbirliğiyle 0930 da aldıkları saati 1230 a getirdiler, sempozyumun içeriğinden daha sonra bahsedeceğim.
Salon ise, doluydu, çoğunluğu MSGSÜ öğrencisi olmak üzere gençlerle, yaklaşık 500 kişi ve ayakta dahi olsa konuşmacıları dinlemeye hevesli kimseler. Katılımcılar ve niteliklerinden de daha sonra daha detaylı olarak bahsedeceğim.
İşte böyle bir ortamda, ne yazık ki öğleden sonraki bölüme kalamayarak ve elif şafak ile prenseslerinin oğuz atay dedikodularına ne yazık ki(!) şahit olamadan(elif çapak aşkımı bilen bilir) mekandan ayrıldım, yanımda ziyadesiyle ehemmiyetli bir beyefendi ile.
Bu beyefendiden ise daha önce zaten bahsetmiştim, demek ki sonradan bahsedeceğim 3 husus var, 1-kendimi diğer Atay okurlarından neden ayrı tutuyorum 2-sempozyumun içeriği ve yorumcuların Atay değerlendirmeleri, 3-izleyicilerin niteliği

1-Kendimi diğer Atay okurlarından neden ayrı tutuyorum:

BKZ:13 aralık

2-Sempozyumun içeriği ve yorumcuların Atay değerlendirmeleri

Efendim şahsi kanatim inceleyen ve eleştiren kimselerin hepsi Atay'ın edebi maharetinden, kullandığı metod ve yöntemlerden bahsetmekteler, muhteviyat babında kelam serf eden zevat yok denecek kadar az.
Misalen, elimde bulunan ve itina ile altını çizdiğim, lakin daha sonra Max Brod'a ödünç verdiğimden sempozyum öncesi tekrar altı çizili satırları gözden geçirme şansını bulamadığım doğu batı dergisinin 37. sayısı olan entelektüeller-III cildinde, "oğuz atay da aydın kavramı" konulu yazının, bana akademisyen konuşmacıların oğuz atay değerlendirmelerinden cok daha fazla şey kattığını söyleyebilirim. Neyi anlattığını anladık, nasıl anlattığını da. Kimleri anlatmış kimlerden esinlenmiş biliyoruz. Peki niye anlatmış, bütün bunları anlatırken derdi neymiş, neye niyetlenmiş bunlara açıklık getiren yok. (kendim için değil, kalabalık için diyorum)
Herkes elbet kendinden bi parça buluyor kitaplardan birkaç cümleyi kendine motto seçiyor, albaylara olriclere hitaben konuşuyor kendince, ama şayet kendisi gibi okur ise Atay'ın istediği, model bu değil kanatimce. edebiyat öğrencilerine ders veriri gibi Atay eserlerinde bir "zagon üzerine öttürme" hevesi almış yürümüş, oysa ki bir selim'i yahut hikmet'i alsanız, sırf onlar üzerinegünlerce konuşabilirsiniz, kimse yapmadı, sağlık olsun.

3 - sempozyum izleyicilerin niteliği

konuşmacıları, organizatörleri, akademisyenleri ve ciddiyete haiz izleyiciler dışında, izleyicilerin ortak özelliği genç, öğrenci ve ekseriyetle kız olmalarıydı. Gençlerin ortak özelliği hevesli olmaları, öğrencilerin ortak özelliği ekseriyetle MSGSÜ mensubu olmaları, kızların ortak özelliği ise sıradan olmalarıydı. Zaten hayatımda Atay'ı anlayıp edebi bir değerden daha öte biri olarak görebilen bir kız görmedim (inşallah o günleri de görürüz). Belki de okullarında verilen yüzlerce
sempozyumdan biri olarak değerlendirmişler, belki duydukları her yazarı elif şafak gibi biri sanıyorlar,( zira kendilerine model olarak onu seçmişler nitekim, hepsinin de saşları elif şafak modeli kulakları zinhar göstermeyecek şekilde yapılmış) belki ders boştu ondan geldiler, belki edebiyat hocaları salık verdi, belki sınavda çıkacak, belki daha herhangi bir Atay kitabı okumamışlar, belki hiçbiri. Yan yana gelip kikirdeşilecek, cok mutluyum ikikikikkki efektleri yapılacak, oturumunda makyaj tazelencecek bir sempozyum değildi ki. Geleneksellikten uzak postmodern türk süsleme sanatının son temsilcisi kızlarımız, okumaya dinlemeye gelmiştik biz, bu kadar süslü olması gereken bir şey varsa bu salonda , öyle bir şey yoktu ki. Eminim ki hepiniz akşam olsa da elif gelse, fiskos masası yapsak oguz atay sıkıntısını postmortem(postblabla bişey işte neyse) sıkıntıyla birleştirip siyah sütünden birkaç damla verse bize diye düşünmüşsünüzdür, hatta resim ve imza sıralarına girmemek için önlerde bulunmaya çalışmıssınızdır eminim, lakin ben yoktum göremedim, çok şükür.(kendimi alamadım sataşmaktan özür dilerim)
Ama elinden kağıdı kalemi düşürmeyen, dinlediklerini not almaya çalışıp "maksimum fayda"yı sağlamaya çalışanlar da yok değildi, gereksiz yere konuşmayan ve gözlerini kısarak izleyenler de vardı. Hatta "Oğuz'un da b.kunu çıkaracaklar, çok korktum bu sempozyumdan" diyebilen, saçları hiç de elif çapaka benzemeyen kızlar bile varmış ama, geç öğrendik.
Oğuz Atay kimdir? tutunamayanların yazarı. Tutunamayanlar kimdir? Atay romanındaki adamlar. Peki siz tutunamayan mısınız? iyi de ben adam değilim ki.(yuh artık)
Kendi cisimlerinde olduğu gibi karşılarındakini de şeklinde insanlar, şeklen daha alakadar, muhteviyat ve derinliğe girmeye pek hevesli değiller, hakkında konuşacak kadar bişeyler öğreniym su adam hakkında yeter. (Bir gün piyasaya Oğuz Atay resimli "converse"ler çıkmasın da..)

2.Gün:

Ölümünün otuzuncu yılında Edebiyatın oyun/bozanı (bu "slaş" iminde derin anlamlar var)Oğuz atay sempozyumunun ikinci günü 14 aralık 2007 tarihinde MSGSÜ oditoryumunda yapıldı.
(çok büyük bi yer değildi ve de içerisi çok kalabalıktı )

ikinci gününde öğleden sonra müdahil olabildiğim semptomyum on tane ilk güne bedeldi efendim.(uçan daire değil ya bu, biz de devlet dairesinde çalışıyoruz, tam gün kaçamadık). halit refiğ, cevat çapan, hayati asılyazıcı ve selim ileri'den Oğuz Atay anılarını dinledik, Selim İleri ile birlikte ağladık, Cevat Çapan'la güldük, Halit Refiğ ile duygulandık, Hayati Asılyazıcı ile düşündük. işte o iki saatlik bir keyifti, anlatılması zor. ardından murat belge(kendisi dağ gibi bir adammış) çok güzel anlattı Atay'ı, Jale Parla hakkında yorum yapmayayım hayranları çok fazla.
en son mungan geldi salona biz de hemen kaçtık.

detaylarından hiç bahsetmediğim ve bu kadar kısa kestiğim için kusura bakmayın yoruldum yazmaktan, bir de bir sürü özel isim habire shift'e basmak zorunda kalmak sinirimi bozdu, bu kadarı ile iktifa edin ne bileyim gidin ekşi sözlükte filan okuyun canım.

(HAMİŞ: sevgili dostum izzet, sırf blogundan buraya yönelmesi olası kimseler büyük beyaz bir boşlukla karşılaşmasın diye oturdum birşeyler yazdım, uykusuz kaldım alacağın olsun!)

mais le cerveau humain?

Yazılarımızın bu kadar siyah mürekkeple yazılmış olması bizim vefasızılığımız tulmonla beraber, mutluyken kağıt kaleme sarılmıyoruz ama efkar basınca hemen canım dostum kağıt kalem benim biricik arkadaşım filan ne ayak? Filan bile dedim o kadar sinir küpüyüm sinir katsayımın küp köküyüm kökün dışına da çıkamam çünkü eksi birim ve eski biriyim.

Yazdan kalma bir günden

(soğuk günlerin anısına..)

Ne kadar güneşli bir gündü sokakta tüm insanları aydınlatmaya, hatta hepsini yakmaya yetecek kadar güneş vardı, aydınlanmaya karşı önlem alma ihtiyacı hissetmeyen insanlar yanmamak için bin bir takla atarak madem yandık her yanımız eşit yansın da amele yanığı olmayalım diyorlardı, sürekli dönüyorlardı, tuzlu suya ulaşana kadar hareket halindeydi herkes. Yakmayan güneş isteriz diyerek ayaklanan kalabalığı yatıştıran bronzlaşma cemiyetine mensup bir takım insanlar(toplam yüz yirmi yedi kişiydiler), pozisyon alıp beklemeye başlamışlardı. Teslimiyet bu olmalı, kendini güneşe teslim et, kabuğun kavrulsun. Güneş gibi bir şey görünce biriniz de çıkıp şunun ışığından nasiplenin yahu deyin ki aydınlandık biz gerçekten, ya da içimizi yakıyor şu güneş, bir şeyler yanıyor içimde bir yerlerde, kabuklarınızla yetinmeyin sevgili salyangozlar. Süslü bir kabuktan ibaret cisimleri içinde ruhunu ağırlık yaptığı için çıkarıp atmış, beyinlerini minimum ihtiyaçlarını görecek kadar, “yaşamaya yetecek kadar düşünsek bu bize yeter” deyip de hacmen fındık büyüklüğüne indirmiş kimseler doldurmuştu orayı, gece gündüz demeden varlıkları ile beni rahatsız ediyorlardı, aylar yıllar olmuştu ben oradan sıkılalı, daha gitmeden sıkılmıştım zaten, gün geldi o kadar sıkıldım ki akacak bir damlam daha kalmadı, daha fazla sıkmayın, damla düşmez artık diye haykırdım. Sıkma da bitti sıkılma da, artık aradan bayağı zaman geçti, şimdi tekrar açın beni, ne kadar buruştuğuma, ne kadar konuştuğuma bir bakın, bırakın.

mon temps libre

Neden bu kadar karanlık burası, Thomas! Nicola!, buraya bakın evladım, nerdesiniz yahu? Hava kapalı, yıldız da yok ay da, bayrak da yok o zaman, ama kırmızı var, yazımızı yazıyoruz ya o kırmızı sayılmaz mı, boşver pek ilgilenmem zaten. Ne diyordum, hava kapalı, o zaman yapay yollarla aydınlanmak istiyorum ben de, güneşin değil ayın değil armut ampullerin sopa florasanların ışığıyla görmek istiyorum. Niye bu kadar karanlık burası, ışığı açsana evladım. Yetmiyor ki kuzum, kara delik besliyorlar evde ışığı külliyen yutuyor meret. Evde kara delik beslemek suç, bilmiyor musun Tulmon? Ev değil boşluk sanki, hadi oradan sen de, boşluk olsa seni de yutardı elbet, boş konuşma. Boş ne kadar kötü kelimeymiş be. Hem ben boş zamanlarımda kitap okumam ki, kitap okuduğum zaman boş değildir çünkü, ama insanların hayatları yeme içme çalışma ve uyumadan ibaret bir zaman geçirme olunca, zamanı doldurması gereken asıl şeyleri bunlar olarak kabul etmişler, bunların dışında kalan zamana da boş zaman demişler, ne büyük gaflet, gofret, dalak, böbrek ve hatta yürek! Boş zamanlarınızda neler yaparsınız? Duvarların sayısı dört olmasa belki bu kadar dokunmazdı. Ama saydım, dört, iç acıları toplamı bir daireye eşit bir daire, devlet dairesi. Vay be. Efendim dairenin iç açılarının üç yüz altmış olmasının sırrı burada, daire dört duvardır, özellikle devlet daireleri, yani odalar dörtgen olduğu için iç açıları o kadardır hocam. Otur, sıfır. Oo sıfır, ben üç yüz altmış diyorum, size bi çember çizeyim mi hocam, şöyle felekli olsun, içinden geçebileceğiniz kadar da geniş.

Perşembe, 13 Aralık 1977.

"Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması,hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir; şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot'a bnzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: Ben kendimi Don Kişot sanıyorum..."





"Bana Selim Işık, Turgut Özben, Hikmet Benol gibi isimler yakıştırılabilir; Oğuz Atay romanları okuya okuya kendini onun kahramanlarından biri sanan bir tutunamayana benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: Ben kendimi tutunamayan sanıyorum..."


it's a shame!

Kendimden utanmalıyım. Biraz daha erken uyanmalıyım. Elime bir kitap alıp uzanmalıyım, hayattan biraz daha usanmalıyım. Hepsi bir kenara, aklımla uslanmalıyım, bir kenara oturup uslu uslu durmalıyım, zaten ben duruyorum Tulmon, ama sen rahat durmadın ki hiç, karınca ordularının yuvaları var içerde, fark edilmez mi sandın? Ahmak. Fark eden beri gelsin, geri gelmesin. Yazacak bir şey bulamayıp yazmak hakkında yazmak, kolaya kaçmaktan da öte, kandırmaca. Hem ben ne kadar bencilim hep kendi hakkımda yazmışım, öyle değil mi? Evet, son günlerde çok utanılacak bir şey yaptım ve hiç kitap okumadım, cezama razıyım. Kitap okumuyorum eksikliğini hissediyorum hem de çok, o zaman yazamıyorum da, yazılanların okunanlarla pek bir ilgisi olmasa da, galiba tüm yazarlar okudukları yazarlardan etkilenirler bir şekilde, en sevmediğim lafı dedim, bir şekilde, sen bunu bir şekilde hallet, hiç ummadığınız bir şekilde ya da insanları hayretler içerisinde bırakacak şekilde halledebilir miyim, olur neden olmasın. Şu kitaplardan birinin içine bir girebilsem. Baktım olmuyor son çare olarak kendi kitabımın içine girerim, ama fazla gözükmem, kendi filminde minicik roller alan yönetmenler gibi, satır aralarında bir yerlerde, kahramanın başından geçen basit bir olayda bir görünür bir kaybolurum. Böylece büyük bir değişiklikten de kaçmış olurum. Değişmeyi kim ister, halinden memnun olmayanlar mı? Herkes değişimim iyiye doğru gerçekleşmesi hayalini kurar ve buna göre kedince yöntemlerle rengini değiştirmeye çalışır. Bugüne kadar gri idim, bundan sonra siyah olacağım. Ya da hayatımın kalan kısmını siyah değil kırmızı olarak geçireceğim, siyahlara veda, ernesto hemengüvey. Bana sermayenizle gelin, tek sermayesi sermesi olan sersemler geri dursun. Bakın diğer arkadaşlarınızın hakkını yiyorsunuz. Ben hep ne yaparım, p ise q, q ise r, r ise s diye devam ederim kafamda, z ye kadar, sonra “p ise ne?” Dediklerinde ben z yi yapıştırıveririm. Halbuki önce q yu, sonra r yi açıklamam gerekir, ne malum karşıdakilerin z ye kadar ulaşabileceği? Esasında, teknik olarak açıklamanın mümkün olmadığı mantıksal zincirleme reaksiyonlar oluşuyor. Belirsizlik ne kötü şey. Ha bunu düşündüm de, zaten belirsiz değil mi yarın, ya da bir saat sonrası, ya da bir satır sonrası, önümüzdeki sene nerede olacağımı ya da bir sonraki yazımda neler yazacağımı bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

bug

Çok ilginç bir böcek türü tanıdım dün seyrettiğim belgeselde öyle ki bu türün dişileri ve erkekleri birbirlerinden çok farklı ve zinhar birbirleriyle kesişmeyen hayatlar sürüyorlar, daha da açık olmak gerekirse, dişi böcekler doğumdan itibaren estetik kaygıyla geçirdikleri birkaç yıldan sonra artık hayatın sonuna geldiklerini düşünüp buna bir nokta koymak istiyorlar ve kendilerine uygun bir erkek böcek arayışına giriyorlar ve nihayetinde erkek böcekle çiftleşen yani çift olan dişi böcek için hayat sona eriyorken, çift olana kadar yaşadığından bile habersiz olan erkek böcek ancak o andan sonra anlıyor ki bir hayatı var lakin artık eşi yani o çiftin diğer teki yaşamadığından, hayat onun için sona ulaştığından ve yaşama amacını tamamladığından, eyvah şimdi ne yapacağım çift olduğumuzu zannederken meğer tek kalmışım diye dövünüp durarak hayatının kalan kısmını yuvarlanarak geçiriyor ve ekseriyetle toprak üzerinde görünmemeye çalışarak daha çok yeraltında yaşamayı tercih ediyor hayatının kalan kısmını zavallı erkek böcek.

la tristesse

Sokak bugün neden bu kadar kalabalık? Daha önce hiç bu kadar kalabalık olmamıştı, ne de çok insan varmış etrafta... amma da gürültülü…bu çöp bidonu hep burada mıydı yoksa yeni mi koymuş belediye yetkilileri? Köşedeki bakkal ne zaman kapandı yahu? Zavallı adam, gün boyu sinek kovalardı dükkanında…kimse sepet sallandırmayacak mı şimdi penceresinden? Bakkal! diye seslenmeyecek mi anneler? Aman canım bana ne…başka derdim mi yok sanki… Ortalık gittikçe kalabalıklaşıyor, engel olamıyorum… hava iyice kapadı…bulutlar da her an su koyvermeye hazır gibi…canım bulutlar şimdi olmasın ne olur… Acaba yürürken mi daha çok ıslanırım koşarsam mı? Ben de böyle şeyler düşünmek isterdim…yağmurun bana sadece bunu hatırlatmasını, aklıma başka hiçbir şeyi getirmemesini ama…yağmur yağınca daha da kalabalıklaşacak buralar…ben de onca insan içinde damlaların arasında boğulur giderim ne yapayım…telefonu kapatalı yarım saat oluyor…evden çıkmamın üzerinden olsa olsa yirmi dakika geçmiştir…on dakika nefes almadan nasıl yaşadım acaba? Bunu bir kenara not edeyim, on dakika…bazıları yüzüme bakıyor yanlarından geçerken… ne görüyorlar acaba yüzümde? Çok mu kötü görünüyorum? Acıyan gözleri silkeliyorum üzerimden, bakmayın yeter… her geçen dakika artıyor insanlar… demek ki böyle bir hismiş, kalabalıklar arasında… ben sizi nasıl fark etmemişim bugüne kadar? Ben mi hızlı yürüyorum diğerleri mi aheste revan ilerliyor? Yok canım, hızlı olsam daha çok şey düşünmüş olmam gerekirdi, unutmalı mıyım hatırımdan çıkarmamalı mıyım onun kararını veremedim daha… orada durdum, ilerisine gitmek istemiyorum… Buraya kadar iyi dayandım da, yağmurla birlikte gözlerimin rengi kırmızı olursa şaşırmam… bana yağmuru verene bir damla da benden… Köprüye çok yaklaşmışım, o kadar yürüdüm mü ben? Nasıl geçti dakikalar fark ettirmeden? Yakında buralar adım atılmayacak kadar kalabalık hale gelir, geri dönsem işe yarar mı acaba? Geri dönsem, telefona sarılsam, ben bu kadar kalabalık arasında yalnız kalmak istemiyorum desem, birlikteyken bu savaşta bire karşı birdik, herkes bir, karşısında biz bir, şimdi ben varım, milyonlara karşı bir ben, seni ise o milyonlarla beraber anamam; bırakıp gittin ya, buna inanamam; alışmaya çalışsam da, mümkün değil dayanamam… Köprüye gelmişim nihayet, istemez artık yağmasın yağmur, ben zaten ruhuma kadar ıslanmışım…

Bana bir kalem bir de kağıt lütfen.

Çok önemli kelimelerim var yazacak.
En farklı gecemin dahi hepsiyle aynı olduğunu çaresizce anladığım, umudun söndüğü başka bir günün başlangıcında yine tüm acımasızlığı ile gördüm ki, ıssız bir adaya düşsem hiç yabancılık çekmem.
Talimliyim.
Üç beş sekiz dilek tutmam bir şeycik istemem.
Bana bir kalem, bir de kağıt lütfen.
İşte yine karşı karşıyayız, doğduğumuz şehirdeyiz, peki sorarım, ben mi ondan besleniyorum, o mu beni besliyor?
Hangimiz hangimize tasma takmış da İstanbul sokaklarında gezdiriyor?
Hangimiz gerçek, hangimiz yapmacık?
Ama durun, haksızlık etmemeliyim, yapmacık olsa çoktan benim tarafımdan bozulmuş olurdu zaten, çoktan bertaraf etmiştim onu, tüm gerçekliği ve tatsızlığı ile hep burada yanımda, en zor zamanlarda ise karşımda dikiliyor.
Evet tatsız, belki bir zamanlar, belirli anlarda bir tadı vardı, ama çeyrek asrı bitirmeye gittiğim şu son dönüşlerinde dünyanın, acı bile olsa kabulleneceğim bir tadı yok, çünkü çok acımasız. Burada kesilmeli yazı, belli ki gece biraz uykusuz.
Şimdi bana bir kalem, biraz da kağıt lütfen.
Lütfen…
Birileri olsa, ben ve beni gören 10x, duyan 5x, dinleyen 3x, anlayan 2x ve bilen 1x kişi.
Bu basit denklemde değişken sizsiniz, serbest oynayın.
Ben deliriyorum, son bir isteğiniz varsa gelip söyleyin.
Bilin ki beni de bu güzel havalar mahvetti, ve bu güzel hafta sonları ve bu sosyal hayat, yedi bitirdi beni.
Her rüzgar estiğinde, peribacalarını aşındırması gibi, beni de aşındırıyor, eritiyor mütemadiyen, onun için dışarıda bu rüzgarlara dayanamıyorum, eve sığınıyorum.
Bütün sosyal hayatımızı bir maskeli balo tadında geçirseydik çok daha rahat olurdu.
Onlarca oyun varken neden saklambacı seçtim sanki, ve neden ebe olmaktansa saklanmayı tercih ettim?
Beni bulmadan tekrar başladı oyun, bir sürü ebe değişti, oyundaki varlığım bile bilinmez oldu, oyunda saklanmıyorum artık, kanıksandı yokluğum, yokum bile.
Olmayana öykünen ben halimle kendime başka oyunlar arıyorum.
Yeryüzünde umut diye bir şey yok, yeraltında aramaya devam etmeliyim.
Galiba karaciğerimden yalnızım, düşsem düştüğüm yerde kalacağım, düşsem gerçek olmayı hiç istemeyeceğim.
Bu satırların yazarını tanıyanlar acı acı gülecek, acıma duygusuyla ürperecek, ama kimsenin elinden bir şey gelmeyecek, çaresizliğimi paylaşırım sadece.
Ben istemez miyim sanıyorsunuz bulutlardan, çiçeklerden, güneşten bahsetmeyi?
Ama bulutlar güneşi örtüyor ve çiçekler soluyor burada, çiçekler havadaki kederi soluyor, ben gibi.
Ölümlerden dönüyorum rüyalarımda, düşlerim bile çirkinleşti artık.
Konuşulan her şeyi o kadar boş buluyor o kadar küçümsüyorum ki, bunları konuşuyor hale gelmekten korkuyorum.
Ama zannetmem bu halden sonra, kelime israfına girişeyim ben de, günlük "sen neden konuşmuyorsun?","ee anlat bakalım, ne var ne yok?","hayırdır sessizsin bugün?" sorularına cevap olayım.
Ne anlatayım?
Hiçbir şeyi söylemeye değer bulamıyorum, size söylemeye değer bulmuyorum, havadan ve sudan bahsederim elbet hava renksiz, su renksiz, topraktan bahsetmeye başlasam siz de sıkılmaya başlarsınız mesela, çünkü toprak kahverengi.
Ateşten bahsetmeye başlasam sizi terletebilir, çünkü sarı.
Renksiz şeylerden bahsetmek daha sağlıklı.
Başım dönüyor ama, dünya ile aynı eksende değil.
Kaynama noktası en yüksek derece olan madde beynim.
İnsanlar neden bu kadar çok düşünürler anlamıyorum, ben günde en fazla bir saat düşünürüm, demiş birisi, kalan zamanlarda bahçedeki çiçekleri sularım.
Ama ben öyle miyim?
Düşünüyorum, öyleyse varım yoğum bu.
Sağ baş parmağımı kalem, sol avuç içimi kağıt yaptım.
Kocaman açmak istiyorum gözlerimi de, kısık bakmak zorunda hissediyorum hep hayata.
Ve artık bitsin diyorum.
Şu oyunda benim de olduğumu hatırlayın da, sobeleyin beni.
Sobeleyin ki çıkıp gideyim bu oyundan, sıkışıp kaldım bahçedeki çalılığın arkasında.
Hadi!
Ne, nasıl olur, çömlek mi patladı?
Of, hiç sevmiyorum artık, fildişi kulelermiş, kutu odalarmış, mağaralarmış, ıssız adalarmış, gökyüzünde bir yerlermiş, denizin ortasında bir yermiş, falanca dağın tepesi, filanca şehrin göbeğiymiş, sevmiyorum artık.
Sevmeli miyim?
Kime yazıyorum bu mektubu?
Üzerinde hiçbir adres yok.
Gönderilmeyi değil de alınmayı bekliyor belki.
Hasılı, testi doldu anlıyor musunuz, kafanızdan aşağı boşaltmak istiyorum, hafiflesin bana da yük olmasın bu kadar.
Kurmaca da olsa, gerçekten de korkutucu değil mi?