Bottle inanışlar

Şişede durduğu gibi durmuyor mektup, sen okuduktan sonra, başka bir hale dönüşüyor ay, başının üzerinde ışıktan halkalarıyla parlarken, gece denizin üzerinde yakamozda yüzdüğünü gördüğünüz o şişe sonunda bir kıyıya vuruyor. Ben o şişeyi bundan beş sene önce bahr-i sefide fırlattığımda aklımda olmayan herşey artık bir an olsun aklımdan çıkmıyor. Hatırlamayı değil hiç unutmamayı istiyorum, denizin onca hırçınlığına rağmen kağıda yazdığım hiçbirşey kaybolmamış, ellerimle kapattığım o şişenin içine bir damla deniz suyu girmemiş, o mektubun üzerinde bir tek harf silinmemiş, unutmak istemediğim bir lades gibi hala aklımdasın işte, ellerini uzatsan gönül rahatlığıyla alacağım, çünkü aklımda.
Denizdeki şişeyi cesaret için çevirdiğimde karşıma doğruluk çıktığı zaman yine birşeyler yazarak aynı kağıda, tekrar yerine koyuyor, ağzımı sıkıca kapatarak maviye iade ediyorum. Aslında içindeki mektubu alıp yerine bir gemi maketi yerleştirmek istiyorum o şişenin, yazıları gidemediği yerlere götürebilmek için denizde, küçük bir yelkenli lazım o şişenin içine, mektupları uçurmuyor rüzgar. O da işe yaramazsa şişeyi son kez elime alırım, kağıdı da gemiyi de çıkarır, içkiyi bitirmeden şişenin ağzına bir fitil tutuşturup minik bir kokteyl hazırlarım kendime, tutup evime fırlatır içeri koşarım, yanacaksam da denize attığım aynı şişeden yanayım, çünkü ben seni değil kendimi yakmaktan yanayım. Bunu yaparken o şarabı ağzıma değdirdiğimde, şişenin menşei itibariyle ne kadar kırılgan olduğunu ve içindeki kırmızıyı her an kağıda boşaltabileceğini biliyor, şişedeki mektupların seni şaraptan evla sarhoş edeceği günü bekliyorum.

Gösterişsiz, içi umutla dolu bir adamım, sanıyorum ciğerparemden rahatsızım

Sınırları içinde yaşamaktan asla sıkılmadığım bu ülkenin en büyük yeraltı zenginliği olan notlarıma şöyle bir göz gezdirdiğimde petrolden daha siyah bir mürekkebin topraktan hışımla fışkırdığını, ama gidebildiği yere kadar yükseldikten sonra, yerçekimine çaresiz teslim bir inişe geçip, kağıdın üzerine serbest düşmeye ait tüm denklemlerle birlikte süzülerek acıklı birkaç rorschach damlasını ancak bırakabildiğini görüyor ve bir arttırıyorum.
***
Çünkü o aralık ilk defa odaya elinde notlarla başka biri daha geldi, şimdiye kadar o aralık kapıdan bakan çok olmuş fakat eşiği aşmaya cesaret eden görülmemişti, dört tarafı kelimelerle çevrili odasında robinson o aralık ayının son cumasında daha önce vaaz geçtiği bütün mezar taşlarını bir yana toplayıp onlara şiir koşmaya başladığı anda odayı çevreleyen kelimeden duvarların bir kez daha yükselmeye başlamasıyla kapıdan bakan bir çift göz bedene büründü ve eşiği geçer geçmez kendisini odanın en yüksek yerinde buldu.
Ama bu aralıksız geçen senelerin masumiyetini ve acımasızca verdiği aralıksız acının aslında bir ışık oyunu olduğunu kanıtlamadığı gibi, ayın karanlık yüzününde yaşayanların neden bu dünyadan ayrı fakat ondan ayrılamadan yaşadıklarını, ya da teslim olduklarında her ay döneceklerini bildikleri halde neden ışığa sürekli sırtlarını dönmek zorunda kaldıklarını açıklayamaz. Zaten oda derin ve karanlık olmasaydı o aralıktan bakan gözler böyle parlamaz, odanın en yüksek yerine çıktıktan sonra içeriyi bu kadar sonsuz ve kuvvetli aydınlatmasına gerek kalmazdı.

En uzun geceye tenvirat denemesi

Doğruluktan uzak dünyanın kendi eğriliği yüzünden bu kadar uzun ve bu kadar karanlıksa gece, artık aydınlık bir gün için güneşten medet ummaktan vazgeçmenin, aydınlanmak için yanmaktan korkmamanın vaktidir. Takvim yaprağında gecemi sonsuz kılan en uzun hece dilimden düşmeden gelmeyecek bir gündüzü aklımdan bütünüyle çıkarmanın ve göğsümden ancak son nefesimde söküp atabileceğim bir ah uğruna geceye kayıtsız şartsız teslim olmanın huzurudur aynı zamanda.
Çünkü benim teslim olmamla beraber ateşkes ilan edilir, havada uçuşan kurşun kalemlerden artık kimse yaralanmaz, kağıtlar kasvetli hikayeler yerine hayatla yapılmış antlaşmalarla dolar. Ben teslim olur giderim, geride kalanlar birbirlerine karanfiller uzatır, harbin dumanını keyifle içlerine çekerler. Götürürken ellerimi bağlarlar benim, başka hiçbir eli tutmayacağımdan emin olursun, gözlerimi örterler, başka kimseyi görmeyeceğimi bilirsin, ayaklarımı zincirlere vurduklarında anlarsın ki başkasına gitmem mümkün değildir.
Teslim bayrağını çekmiş bu siyah paltolu adamın becerebileceği yegane şey, yakasını kaldırıp yine aynı sokaklarda dolaşmaktır, gecenin üstünü örtmesine izin vermediği fikirlerini karanlığa bırakırken, kulaklarından eksik etmediği melodinin eşliğinde yolların ayaklarının altından kayıp gitmesini seyretmektir. Geçtiği yerlerde bıraktığı yanık izleri, dönüş yolunu bulabilsin diye değil, ardından bakanların gittiği yeri bilmesi içindir, zira siyah paltolu adam umduğu yere vardıktan sonra geri dönmeyi aklından geçirmez.
Kendi halinde sokakları aydınlatan o direkli lambalarının bile saygılarından eğildiği caddelerden geçerken mahalle halkının cümlesini kaplayan endişe, içlerine yerşelen ya bizi de yakarsa korkusu, insanın üzerine eğilen cumbalı evlerdeki ışık geçirmeyen perde sevdası, ve onların ardında konuşlanmış geçenleri uzaktan seyreden meraklı gözler, ateşi körüklüyor. O ateşi söndürmeye yetecek iki damla suyun perde ardındaki o gözlerden gelmeyeceğini bildiği halde, siyah paltolu adam gözgöze gelebileceği bir itfaiye memuresi arıyor.
Gecenin hayallerimi sakladığından emin yürürken, eski bir binanın dibinde fakir bir adam, kendini gösteriyor. Pejmürde haliyle dilenci gibi görünse bile, haşa, o adam dilenci değil aslında, en asilinden kağıt mendil ve yarabandı satıyor. Bunlar gözyaşlarınızı silmek için mendil efendim, bunlar da sürekli kanayan yaralarınız için yarabandı dediğini duyuyorum yanından geçerken, acaba nereden biliyor? Adamın önünde yaralarımı seçiyorum, elimi uzatıyorum, omzuna değdirdiğimde geceye uyanıp minnet edebilmek uğruna soğuktan titrerken, içine düştüğüm gerçeğe uyanıp ben minnet ediyorum, asıl benim içim titriyor.
Artık en hüzün gece, başlangıcını da bitişini de bilmediğim bir acı, kendini karanlığın içinde gizliyor. Bugüne kadar bildiğim ve söylediğim, söylemediğim ama bildiğim, gönlüme uyup aklımdan geçirdiğim, aklıma uyup gönlümde sakladığım ne varsa, gerçek devasa bir dalga gibi hepsini yutuyor, geride kaldırmaya gücümün yetmeyeceği enkazlar bırakarak. Gece üstüme kapanmaya devam ediyor, ateş gittikçe büyüyor, alevler binaları geçiyor. Ben bu kadar yol gittim, nice kaldırım taşlarını ayaklarımın altında ezdim de, bu gecenin içinde bir yerlerde, Aşka gelince gördüm: bir uzun hece imiş!

Hikayemi adamakıllı anlatamadığımdır

Onun için böyle yazılar yazmayacağım artık, çünkü okumak yaşamaya yetmiyor. Belki sen de okuyorsun ama sevgilim, sevgilim değil sevdiğim, okuyanlar da gitti, akıllılar müstesna.

(Yazarımız senelik hüznünün 1/münü kullandığın.DAN! geçici bir süre için buralar.DAN! uzaklaşacaktır…)

Gözlerimi kapatmadan düşündüğümdür

Dokuz günlük resmi katilin bugünkü kurbanı acaba hangi koç olacak diye düşünürken bütün ipuçları yine beni işaret ediyor sevgili günlük. Bir türlü yakamı bırakmayan bu paralel katilin, paralel evrenlerle olan karanlık ilişkisi ve her hareketimi potansiyel yazma eğilimleriyle ilişkilendirmesi beni işkillendiriyor. Oysa benim çok fazla zamanım yok ve elimdekiyle yetinebilmek için yeteneklerimi eliyorum, eleğimden geçirdiğim emeğimden bana, onlarca süper kahraman yeteneğimin içinden ancak bir kağıt ve bir mürekkepli kalemden mürekkep bir yazı seti, bir de film bitmeden kurtarılacak bir esas kız düşmesini bekliyorum, istediklerimi hala düşüremedim.
Oysa daha dün rüyamda arabamla giderken bisiklet süren bir kıza çarpıp düşürmüştüm, yoluma hızla devam ederken birdenbire durmuştum, şahsi kanaatimce tüm zamanların en acıklı kız düşürme freniydi, üstelik bu hayaliyle talihsiz kazada, yeterince acı bir fren ile yeterince acımasız bir frenk beyefendisinin güçlerini birleştirmesiyle ortaya on Baudelaire kuvvetinde dev bir canavar çıkmış ve bütün şiirlerini yaralı kızcağızın üzerinde denemişti bile. Oysa aynı rüyanın şaşkın canavarı, kitaplarını bırakıp bunun yerine düşene bir cpr yapsaydı daha iyi olmaz mıydı, kalbin tekrar hızlı atmasını sağlayacak bir suni tenefüse birlikte çıkıp, çocuklar gibi elele tutuşup, zil çalınca sınıfa koşup sıralarına otursalar, öğretmen görmeden sıranın üstüne sır harfler kazısalar, daha güzel yerlere gidebilirdi hikaye.
Lakin hikayeler asla yazıldığı gibi okunmaz, frenk lisanı gibidir, onlarca kelimeden en olmadıkları göze takılır, göze sokulmak istenenler satır aralarında sıkışır. Şimdi yanımda daha dün bir yazıda sıkışmış bulunan bir kelime var, evet sevgili gök, neler hissediyorsun? Sanki biraz kısalmışım, ama daha çok anlam yüklenmişim gibi hissediyorum, yazıda başka anlamlar yüklenmişim ya, meğer ben yüklemmişim, içinde geçtiğim cümlelerde başka fiiile ihtiyaç duymazmışım, tek başıma yetermişim. Buradan beni cümlelerinde kullanacak yazar arkadaşlara sesleniyorum, lütfen yanıma öyle her kelimeyi yakıştırmayın, böyle bulut, yağmur, ay, deniz, kitap gibi şeyleri ben kendime daha çok yakıştırıyorum.







Zaman ve mekandan bağımsızlığımdır

Sekiz köşeli yıldızı bir madalya olarak bayramlık ceketimin sol yanına iliştirdiğim gibi kendimi gökte buldum. Bulutların hemen üzerinde ayakta kalmaya çalışırken aşağıya dikkatle bakıldığında, bugün hayatımıza çizilen mutluluğun resmi tatile işaret ettiğine dair inkar edilemeyecek deliller mevcut olduğu söylense de, bunun aslında yitirdiğimizi sandığımız hafızamızın en güzel yerlerinin hatırlanmasından doğan bir sevinç olduğunun su götürmez bir gerçek gibi gemileri yüzdürdüğüne bütün kalbimle inanıyorum.
Bugün ben diğerlerinden farklı olarak senin için bir koç kurban etmek istiyorum, elbette doğum günüm ve sana kendimi adamışlığım itibariyle bu iş için kendimden daha uygun bir koç göremiyorum, rüyalarımda gördüklerime dikkat kesilmek için yaşım tutuyor, yaşımı tutuyorum. Beklenen gün geliyor ve işte karşınızda, bu güzel vakitte evinde oturan bir bay, ram. The ram of all single rams, proudly away from the flock. Bugün için şiirler var, sürüsüz kadro dışı bırakılmış bir koyunun ardından söylenebilecek, çatma kurban olayım çehreni ey nazlı koyun, şair burada bayrama seslenmiş.
Benim sesim o kadar uzağa gitmiyor, kendimi duyurabildiğimden şüpheliyim ama, yine de deniyorum, ısrarla deniyorum diye deli deniyorum. Gözlerimi kapattığımda boynumda hissetmek istediğim o keskinliği, doya doya içime çekmek istediğim kızıllığın kokusunu, uzanan kollarına koşulsuz teslim olmanın vereceği huzuru bana vaad ediyorsan eğer, ayaklarımı nasıl bağlarlarsa bağlasınlar ben yine sana koşarım. Yok eğer akıttığım kanlarımla kalırsam sayfaların üstünde, sen de ellerinde tutup okurbana birşeyler söylemezsen, geldiği gibi toprağa geri ver o sayfaları güzelim, onlar sandığın gibi gökten inmedi..

Zihnimin kenarlarında dolaştığımdır

Yedi genç samuray vardı hikayede ve bir fincher filminde tanıştıkları yedi ölümcül günahı beğenmedikleri için, kendilerini öldürmek yerine daha da güçlendirecek bir sekizinci günah arayışı ile kurosawa’nın filminden çıkıp yahya kemal’in şiirine girdiler, ortasında denk geldikleri kuyudan kulaklarına fısıldayan birinin önerisine uyup güçlenmek için sabretmeyi öğrendiler ve uzun sürecek yağmurdan hem kendilerini hem hakikatlerini korumak için kendilerine bir mağara aramaya başladılar.
Göğün ve yerin tüm katlarından geçtikten sonra buldukları bir yer altı dünyasında sabırla beklemeye başladılar, ellerinde yedi meşale ile arkalarından gelebilecek ikinci yedi akımına yol göstermek için birbirlerine anlattıkları tüm hikayeleri yakıp küllerini yerlere saçtılar. Orada, kendi dünyalarında ilan ettikleri yedi harikanın yedi düvelinkilerle zerre kadar benzerlik göstermemesinden mütevellid, sabretmeye devam ettiler, masallara ve hikayelere gözlerini kapadılar, cücelerden ya da kocalardan ayrı bir yerde bulunduklarının farkında olarak romanı düşündüler, yüzyıllık yalnızlığın içinde yüzyıllık hayale daldılar.
Onlar şehirlerinin yedi tepesinden birinde beklenen büyük ateş yandığı zaman uyanacaklar ve bu rüyaya kadar geldikleri bütün yolu geri tepip yeniden kılıçlarını kuşanacaklar, çünkü asıl mücadele o zaman başlayacak ve hem ateşe hem dünyaya kafa tutabilmek için yedisinin de keskin birer kaleme ihtiyacı olacak, yedi karakteri birden içinde taşıyan yazarların yedi çocuğuna bakmakla uğraşacağı o günlerde insanlık bütün dayatmaları bütün sıradanlıkları bütün aptallıkları boğacak yed-i yazara çok ihtiyaç duyacak.


Yaşamayı tereddütsüz seçtiğimdir

Altıpatları elime aldığım zamanlarda elim bir kaza sonucu kaderi vurmamak için namluyu kasten aynaya çeviririm, cebimde bir düzine kurşun kalem ile otururken elimden başka bir şey gelmez, önümde kalın bir kitap kurşun kalem ile okunurken selimden başka bir şey beklerim, oyunun sonunu bildiğim halde her defasında bunu da düşünürüm, zira rengi solmuş bu mavi gezegenden en kısa yoldan kaçmak mertliğe sığmadığı gibi, çözemediği problemi kağıdın üstünde bırakıp sınavdan çıkıp gitmek de akıllı adamın işi değildir.
Tutunamayan herkesin düşeceğine inanan klasik düşünce newton’un eseridir, oysa kuantum teorisine geç de olsa kavuşmanın haklı gurur ve mutluluğunu yaşadığımız bu günlerde, ezberbozan formüllerle hayatımızı yeniden şekillendirmeye ihtiyacımız vardır, malum dünya insanlarının her nefes alışlarında havayı ağırlaştırdıklarını düşününce, tutunamayanlar düşermiş gibi görünse de ruhlarındaki uçma kabiliyetinden mütevellid havada kalabilir, böylece onların üzerine düşüp birilerini incitmedikleri gibi kendileri de kuşbakışı görmenin gerçekliğinden bir şey kaybetmezler.
Diyeceğim odur ki, birini kendine ayırdıktan sonra kalan beş kuşunu uçmaları için serbest bırakan kusursuz adam, sadece sevgiyi ya da bilgeyi yaralamaz, senelerdir yüz çevirdiği gerçek dostları umut, cemal ve bir çocuk parkında herşeyden habersiz kendi kendine oyunlar oynayan küçük saadeti de vurur, dolayısıyla adam yaralama suçundan yargılanmadan önce hakim cübbesini giymek gerekir. Şimdi sen de tereddüt halindeysen masandan kalkıp saatini uyanman gereken vakte kur, şunu aklından çıkar ki eskisinden daha duru ve keskin düşünebilesin.



Eser miktarda kızdığımdır

Beş para etmez ciğerleriyle şimdi huzurlarınızda devlet malzeme ofisinden ihtiyaç fazlası mallar, karakter yoksunu imitasyon adamlar, hararet yapmış yüksek derece memurlar. Herşeyden önce karşısındakinin insan olduğunu hatırına getirmesi gerektiği halde, bunu düşünmeyip ötekini de kendisi gibi gören kurumsal zihniyetin babasız çocukları, kişiliğini kollarında taşıyan arsız adamlar.
Ben oralarda kendileriyle birlikteyken kulaklarımın duyduğu her sözde kul haklarım çınlıyor semada, ben bundan kendim için zerre kadar rahatsız değilim ama kirlettikleri bu havayı soluyan başka vatandaşlarımız da var. İki kulağım arasında zihnimi meşgul etmeden geçmesini istediğim sözler için vaktiyle inşa ettiğim transit yolda, daha soldan girer girmez yolda eriyip giden benzersiz kıymetsizlikte kelimeler için müteakip günlerde biraz temizliğe ihtiyacım oluyor o kadar, zira düşünceleri menşei itibariyle ruhları kadar kirli.
İsterdim ki beni gerçekten sinirlendirebilecek birileri olsun, yakın mesafeden fırlattığı kelimeleri ok gibi dört bir yanıma batsın, hem acısın hem kanasın, lakin hilmi zırh olarak giyildiğinde hiçbir okun acıtmasına izin vermeyen biridir, sadık dostumdur, ihtiyaç duyduğum zamanlarda karakter kılığında ekseriyetle yanımda bulunur. Hiçbir şey tahammülfersa değildir, beni kızdırıp cebimden köstekli saatimi çıkartmamı isteyenlere muvaffakiyetler diler, ince ince işleyen saatimin tiktaklarını dinler, içten bir tebessümle keyfime bakarım.

Seni yokluğunda bulduğumdur

Dört tarafı denizlerle çevrili bir adada cumanın gelmesini beklerken kaleme alınan ve küsüp odanın bir köşesine geçen robinson kılıklı bu yazıda anlatılmak istenen, dört tarafı kelimelerle çevrili odalardan kurtulmanın yegane yolunun her taraftan toplanan kelimelerle derlenen yazıların yakılarak devasa bir ateş oluşturması ve bunun da hasbelkader yukarılardan uçan bir melek tarafından görülerek ilgililere haber salınmasıyla olabileceğini anlatmaktır.
Bunun haricinde birine – ona değil obirine - bir mektup yazıp onunla denize açılmak ya da gözleri ufukta hiç gelmeyecek bir gemiyi beklemek hem çok alaturka olur, hem de şimdiye dek şarkılarda ve şiirlerde çok kullanıldığı için burada kullanılması uygun düşmez, düşecek bir şey varsa belki bir uçak olabilir, ha bu adaya da bir uşak duşti ama, asli mevzumuz bu değil ki.
Kendilerine denizaltı süsü vermiş yunus balıkları hiçbir hatamı es geçmiyor ve her bir yanlış düşüncemde beni midelerinde bir yolculuğa davet ediyorken, sırf beni yanlış kıyıya çıkarmalarından çekindiğim için inatla burada kalıyorum, ayağım kaymasın aman denize düşmeyeyim diye, en yüksek yerine çıkıp adamın, müstakbel ateşim için birkaç kelime daha topluyorum kışın bile çiçek açan en güzel ağaçlardan. Nasıl olsa şimdi,burada, tepede tek başımayım, hiçbir baskı ve zorlama altında kalmadan yazdıklarımı ateşim olarak kabul edebilirim, evet.
Ama olursa olsun, istersen dünya sular altında kalsın, bütün ateşler sönsün, sen yine de gel; ben bu kadar iddia etsem de dayanamayabilirim, çünkü ruhum bir şair kadar yüce değil.

Kahvede kadere inanmadığımdır

Üç vakte kadar beni kendine inandırman gerekiyor anlattıklarına değil. Çünkü ağzından dökülen sözcükler kahvenin acılığından hiçbir iz taşımıyor, halbuki ben lezzeti onda bulmuştum, kendime zaten bir yol çizmiştim sen bana anlatmadan, fincanın iç duvarlarından taşıp odanın tavanına kadar saçılan bir tabloydu zaten benim için kahvenin cisminde temsil edilen acı, ve benim için en sevimli şekilleri çizip duvarlarıma ruhumu okşayarak anlatıyordu lezzetini.
Bana duymamı istediklerini değil gerçekleri söyle, bunun için öncelikle o fincanı elinden bırak. Kahveden bahsedeceksen gözlerimden başla, bak bakalım oradan neler okuyabileceksin. En basit tercihlerimi dahi kedere kullanmayı seçmişken, kutsal kahveyi bulma işini kadere teslim edip, elimdeki devasa fincanla odayı aşağı yukarı katetmem bu yaştan sonra mümkün görünmüyor.
Bu kurukahveci ayarındaki kuru yazıyı aynı ayarda bir altılı ile bitirmek ve uyuyabilmek isterim, çünkü bugün kendime çok kısa bir zaman dilimi ayırdım ve kahveyi hızla içtiğim zaman dilimi yaktı.
Alınır ufacık söze hay allah girmek için göze şimdi o eller avuca alınır
Yorulur kahve fincanı en güzel düşlere aklım hayal kurmaktan yorulur
Kırılır en masum sözcüklere ve el çeker birden fincan hızla düşer kırılır
Süzülür kırıkların arasından kahve derdini anlamak için gözler süzülür
Tutulur yine bir bakışta insan o ellere usulca uzanılır ve yeniden tutulur
Sarılır boynuna bekler sonsuza kadar o an sanki hepsi gerçekmiş sanılır
Biter.

Sükûnu ısrarla arzuladığımdır

İkimiz birden sükûn bulabiliriz, sen göğe bak, ben sana bakayım. Çünkü birbirimizde sükûnete erebilmek için varız, sonunda teskin olabilme umuduyla bunca gürültüye katlanıyoruz; yoksa bunca hengame, bu sonsuz patırtı, sürekli artan curcuna, bitmek bilmez şamata ve sonsuz münakaşa dayanılacak gibi değil, bir yerde susacaklarını bildiğimden sabırla bitirmelerini bekliyorum adamların, ve bir yerde o müziği keseceklerini bildiğimden hoş görüyorum kafamdaki istenmeyen oda orkestrasını.
Herşeyden önce sessizlik vardı şüphesiz, söz iki sonsuz arasında bir çırpınış sadece, ve bu çırpınışların bir amacı varsa o da nihayetinde gönül rahatlığı ile sükunete erebilmektir ancak. Mesela kelimeleri sessizce tüketirken ben, teskini sende aramıyorum, doğrudan seni arıyorum ki, benim için sen zaten sükunetin henüz vücut bulmamış halisin, adeta cennet kadar sessiz, bir o kadar lütufkar.
Yazılar hep sessizdir sen okumadıkça. Kendi içinde sükuna ermiş, yüzeyinde ayın yansımasını gördüğün ama derinliğini bilmediğin bir göl gibi. Kelimelerin sessizliği böyledir işte, yazının içinde okur geçersin kelimeleri sana seslendiklerini duymadan, oysa o kelimeler orda uslu uslu durmuş, gözlerini senin gözlerine dikmiş, acaba burada bir an için durup sessizliğimize çare olur mu, sesimizi onda bulup dudaklarından dökülür müyüz bu sefer diyerek umutla beklerler. Hikayeler yazılır, günler kelimeleri kovalar; bu kendi halinde sessizlik, sensizlikten doğar, senle ölümsüzleşir.

Sabahları niçin sevmediğimdir

Bir aralık günü uyandığımda kendimi hiç değişmemiş buldum, sanki dün gece o rüyayı gören ben değildim, ellerim hala yerindeydi ve yerindeydi hala ellerin, demek ki aynı rüya yine ruhumu işgal etmiş. Ne kadar hayret verici değil mi, her gün sabah oluyor, uyanıyoruz. Ben yanmak için ateşe ihtiyaç duymadığım gibi uyanmak için de suya gerek görmüyorum, yüzüme dökülen sular beni uyandırmıyor da yüzümden dökülen sular uykumu bozup zihnimi açıyor diyebilirim. Bu yönüyle geceleri uyanıp sabahları aynı hayat uykusuna daldığımı söylersem biyologlar beni fotosentezle suçlarlar, gündüz aldığım nefesler geceninkiler kadar nefis değil, sentezi içinde sen ve tez geçtiği için seviyorum ben, daha hızlı nefes alıp verdikçe daha hızlı düşlüyorum.
Sabahlar geceden hiçbir iz taşımadığı gibi, gecenin bütün izlerini silmekten çekinmiyorlar. Ben şafağa kadar geceyi bilir geceyi tanırım, şafak geceye dahildir, bana yeterince büyük bir mancınık verirseniz güneşi doğudan batıya bir çırpıda fırlatırım ki tekrar akşam olsun, çabucak akşam olsun hüzünlenelim biz yine, en sevdiğim şarkıları yazan hep aynı gurup. Gece yağan yağmurun izlerini sabah hızla silen, birikmiş suları çarçabuk buharlaştıran o güneş, geceyle birlikte kendime ayırdığım ne varsa hepsini alıp götürüyor, güne çaresiz en yavan halimle uyanıyorum. Geceden ilham alıp düşünülen, cesaret alıp söylenen ne varsa hepsi sabahın ilk ışıklarına maruz kalır kalmaz uçup gidiyor olsa gerek, yoksa kağıttaki bu lekeleri başka nasıl açıklayabilirim?