Bulunduğum yerden gelecek pek iyi görünmüyor, şöyle daha iyi görebileceğim bir yere geçeyim.


İki buçuk tarafı denizlerle çevrili toprak parçasını kimin yönettiği umurumda değil. Çünkü aynı.
Ama “eternal sunshine of the spotless mind” ı kimin yönettiği umurumda. Çünkü farklı.
Yetmez mi?

Soruyu tekrar alabilir miyim?

İnandığım şeyleri somut örneklerle açıklamanın olayı basitleştirdiğini düşünüyorum. Bu sebepledir ki hep soyut kavramlarla anlatmaya çalışıyorum her şeyi, o zaman da havada asılı kalıyor, elle tutulur gözle görülür olmayınca anlamak da güçleşiyor bittabi. Çözüm aradım dersem yalan olur bulamamak mazeret sayılmıyor. Mesela;
Kedimi o kadar çok seviyorum ki hep yanımda bulunsun istiyorum. Ama biraz dışarıda dolaşması lazım. Olmaz o hep evde dursun çıkmasın. Biraz olsun seviyorsan bırak da çıksın dışarı. Yumaklarla ne kadar oyalayabilirsin hayvanı. Kedimi o kadar çok seviyorum ki hep kucağımda. Bırak ama boğulacak hayvan. Olmaz ben onu seviyorum sıkı sıkı sıkacağım. Ölesiye. Kendimi o kadar çok seviyorum ki hep yanımda bulunsun istiyorum. Bak bu kadar konuşuyorum, şayet beni duyan varsa bunu da dikkate alsın, sınavda çıkabilir.
Beni anlıyor musunuz? Hiç zannetmiyorum. Görünmez adam nasıl bir kahramansa kitaplarda, anlaşılmaz adam da böyle bir kahraman işte. Tüm süper kahramanlardan farklı, kimseyi kurtarma derdinde değil, kendini bile. Yazın buralar çok sıcak olur hem. Mevsimi geldi mide ağrıları başladı yine.
Ben burayı hiç sevmedim süt oğlan. Öncesini de sevmezdim zaten.

birey de

bir ev vardı. üç katlı. parti vardı. kalabalık. en üst katta bir oda vardı. kapısı kapalı. insanlar vardı. kapalı kapıları merak eden. açtılar. baktılar. karanlıktı oda. çekindiler. ışığı bulamadılar. girip bakamadılar. ben bakmıştım. partiden önce. eşyalar vardı. tozlu. kitaplar vardı. sayfaları eksik. eskiler vardı hep. tozlular vardı. cazibesi yoktu hiçbirşeyin. çünkü karanlıktı. tozluydu.bakınca göze çarpan oydu. kimse ilgilenmedi. sevmedi kimse orayı. içerde kimse birşey göremedi. iyi bakmadı kimse. odanın ışığı vardı aslında. tozların altında. karanlığın içine saklanmış. göremedi kimse. bakmadılar düzgün. üç beş kişi toplandı dışarda. şöyle bir kafa uzattılar. arkalarını dönüp gittiler. bakmadılar bir daha. eğlenmeye devam ettiler. sormadılar bile birbirlerine. merak bunun için değil. bir oda vardı. karanlık. içerde kimsecikler yoktu. ama evde insan çoktu.

Qui veut de moi et des miettes de mon cerveau?

Dünyanın güneşi tavaf etmesine kim bilir kaçıncı kez şahit olduğum bu garip günümde beni yalnız bırakmayan tüm harflere teşekkürü bir borç bilirim lakin noktalama işaretlerinin böylesine önemli bir günde beni unutmuş olmasina çok kırıldığımı söyleyeyim çünkü böylesine önem verdiğim bir yazıyı noktalamaişaretlerindenbirinibile kullanmadan yazmak mecburiyetideyim şimdi. Nokta geldi sağolsun, aynı duyarlı-aaa virgül de burada, tamam zaten ikisi bana yeter, yetmez mi? Bak, kuvesçınmark, ama mahçup ediyorsunuz beni, sürpriz yapmışlar ne güzel, canlarım, kral sizsiniz.

Çok zamanlar üşendim ve hep yazdıklarımı basit buldum ama, karalama dahi olsa yazı yazıdır, uzaylı da olsa insan insandır. Hem sonra, sonrası önemli, tekrar dönüp bakınca insanı mutlu eden, en azından bir tebessüm yerleşmesini sağlayan cümleler yazılmış. Dönüp bakınca sinirine de, kederine de, hüznüne de gülüyor insan, kahkahalarla değil ama, sadece bir mütebessim ifade yüzünde. Yüzden sonra ne olur bilemem kaça kadar gidebileceğini düşünmek istemiyorum, ay, düşündüm bile!

Diyeceğim o ki,aslında bunların hepsi bir hayal. Gerçekleşmedikleri ya da gerçekleşemeyecekleri için hayal oluyor zaten, zihnimize yerleşen ve gözümüzü kapattığımızda gördüğümüz hayallere de rüya diyoruz. Bunların beyaz ve pembe renkli olanları ise bilim adamları tarafından düş olarak adlandırılmış, bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Zaten bu bilim adamları denen güruh, sarı çizmeli Mehmet ağa ve ekibi öncülüğünde, namı ile varolan lakin cismen pek görülmeyen, her yerde sanını görüp adını bilmediğimiz, her gün gözümüze süreceğimiz enginarın kirpikleri uzattığı ya da her gün otuz iki gram karabiberin beyin kanaması ihtimalini yüzde seksen oranında azalttığı gibi en gerekli bilgilerle bizi aydınlatan adamlar. Adam olması şart mı? Ne demiştik, beyin kanaması ha? Bu bey çok ağır yaralanmış, çok kan kaybetmiş, kanaması durmuyor. Hemşire, karabiberin dozunu arttırın, eminim ki beyin kanamasına iyi gelecektir. Evet zaten hepimizin isteği kendimiz için iyi gelecektir. Onun için çalışırız. Hayatımın kalanını tamamen planlasam, düz bir çizgi gibi gün ile ölüm arasında, düşünsenize hiç şaşmadan o çizgi üzerinde her gün ilerlemek. Ne kadar bayağı. Ölüme en yakın adam, kendi çizgisini çizip sonunu getirmeye çalışandır. En azından yolun sonunu gördüğünden. Ne yalan söyleyeyim, bazen kendimin bile inanmadığı şeyler söylemiyor değilim.

Yarın ıssız bir adaya düşersem yanıma ne kağıt ne kalem, sadece üç tane fil alırım, onların hafızası kuvvetlidir unutmazlar hiç. Bilinmemenin hazzı olabilir mi? Ya hatırlanmamanın acısı var mıdır? Var olmanın birinci şartı, düşünmekten çok düşünülmek değil mi? Ah, koyunlar, sizleri düşünen bir çobanınız var, dünyanın en şanslı koyunları sizsiniz. Oysa boşlukta kaybolanlar da var aranızda. Mutlak hıza ulaşmış bir şekilde boşluktan aşağı düşenler bağırıyor, düşüyorum, öyleyse varım. Ama düşenin dostu olmaz. Düşünenin dostu ölmez. Milattan önce yaşasam çok veciz laflar ederdim. İnanmıyor musunuz? İnanıyorum, öyleyse varım. Yokluğa inansam bile varım. Birazcık nihilistim ben. Kimseyi aydınlatma gibi bir sorunum yok bu yüzden, kendimi bile, aydınlatmayan ampullerin mucidiyim.(Tesla’ya selam, Edison senden nefret ediyorum)

Aman canım boş verin. Tulmon bugün günlerden ne? bugünlerden bana ne. Ve bitti işte bu kadar.

Aklım

Aklımı okusaydınız ilk sayfada fırlatıp atardınız.

Tut elimi hedef kitle olalım

Bu kadar samimi olmamalıyım.
Ben kitlelere uymayı sevmem, kitlelerin bana uymasını da.
Kimsenin peşime takılmasından hoşlanmam kimsenin de peşine takılmam.
Toplumsal hareketlerden kalabalık ortamlardan hazzetmem.
Herkesin baktığına kafamı çevirmem, herkesin durduğu yerde ben yürürüm.
Hatalı mıyım?
Galiba çoğu kimseyle anlaşamamam bu yüzden.
Konuşmayı pek sevmem, profesyonel dinleyici sayarım kendimi ama duyduklarımı da pek hatırımda tutamam, konuşmanın çoğu vakit beyhude olduğunu düşünmüşümdür, kimseye faydası olmayacak şeyler söylemekten korkarım, hayatımı paylaşmam pek kimseyle başımdan geçenleri gevezelik olsun diye anlatmam, çok yapan var bunu öyle demeyin, konuşmadan dahi yaşanabileceğine bile kendimi inandırmıştım bir zamanlar, artık o geçti tabi, ama ben, anlatmak istediğim çok şey olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden.
Severim kendisini, elif hanımefendi...ah..
Sonra ben, ne Mevlana'yı dinlerim, ne Meriçi.
Olduğum gibi görünürüm, göründüğüm gibi olurum ancak belli zamanlarda; olmak istediğim gibi görünürüm olduğum gibi değil, ama sadece iktiza ettiğinde. Seviyorum kurmayı devrik cümle.
Bukalemun misali renk değiştiririm hayatta, sevdiklerimin sevmediklerimin yaşadıklarımın yaşatıldıklarımın gördüklerimin gösterilenlerin inandıklarımın inkar ettiklerimin karşısında yanında bazen.
Bazen de anlaşılmaz konuşurum kimse çözemez ne demek istediğimi ben bile zorlanırım anlatmak istediğimden dahi şüpheye düşürür beni.
Dünden dolayı pişmanımdır her gün bir önceki günden dolayı pişman olmak gerektiğini derim de kendim zerre nasiplenmem bu fikirden, boş geçiririm günlerimi, aslında tamamlanmamış projelerin, havada kalmış fikirlerin, sonu getirilmemiş heveslerin ve de en çok altında ezildiğim hayallerimin pençesindeyim ve bunlardır beni zorlayan.
Yolda giderken gelir aklıma hep iyi fikirler yazmadığım için unuturum zihnime güvenirim ama zaten o hep beni yarı yolda bırakır. Anlık kullanımlarda iyidir de geçmişe dönük pek faydalı kullanamam, ne de çok gereksiz şeyleri tutar ben istemeden, istediklerimi ise zorlasam da hatırlayamam.
sonra dünyanın bin bir hali var... Yarın çok geç...Bugün Allah için ne yaptın? Çalış senin de olur... Olmadı deme... Denemekten yoruldum... Peki ben ne zaman? Düşünmek korkutur, niye korkutsun, üzer sadece... İstanbul ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kimdim ben, katil ve kurban...Peki elif şafak kim? Hatırlamıyorum..
Ben bunları nasıl ezberledim? Neden aklıma her geleni yazmak zorundayım kelimelerle oynamak zorunda mıyım başka oyuncak bulamazmısınız bana ? soru eklerini bile ayıramaz hale geldim ne olur yardımcı olun memedali bey, azcık kaldırın, biraz daha, Allah belanı versin memedali, çarkıfelek sizin için dönüyor.
Feleğin çarkları sizin için dönüyor azizim, çarkın dişlileri arasında sıkışmışız herhalde kendim için değil makine için kaygım yani çalışmasına engel olmayalım sonra bu gemi nasıl gider, batacağını bildiği gemiye biner mi insan hem?
Ey inananlar, insenize. Bir şeyi de söylemeden yapın yahu.

Ah Oğuz, biz de küçük burjuvanın Pazar ayini ile mutlu olan insanlar olamaz mıydık? O zaman utanmazdım ben de böyle şeyler yazdığıma, utanıyor muyum? Sadece ruhumu çıplak hissettiğimden.
Aslında rahatlamanın yolu inanmamaktan geçiyor bekli de, inanacak hiçbirşeyin yoksa hayatta tüy gibi hafifsin, her an uçmaya hazır.Bu şekilde dahi varolduğumuz için memnunuz, olmak ya da olmamak derken şaksiper, biz olmak ile ölmek arasında iki nokta ile açıklanabilecek bir farktan bahsediyoruz burada. Siz bu satırları okuduğunuzda ben çoktan yazmış olacağım, belki de çoktan olmuş olacağım, çünkü gerçekten hamım. Pişmek mümkün değil yanmak hayal bile olamaz. Biliyoruz ki; başkalarıyla yan yana gelip bir şekil oluşturmadıkça yıldızlar, farkedilmek için göğün en parlağı olmaya muhtaçlar.
İşte burada ekran kararır.
.
Kestik çocuklar, bu sahneyi tekrar alıyoruz. Olmadı yine. Hem boşverin şimdi bunları, dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor muydun Fisomata? Bilmek istemezdim ama öğrenmiş bulunduk artık ne yapalım. Düz olsa daha iyi olurdu gibi sanki. Bir köşeye geçer saklanırdık beraber, şimdi her yanımız açıkta, her yandan boşlukla çevriliyiz. Ben burada ne sobeleyebilirim, ne de çanak çömlek patlatabilirim. tek çare görünmez olmak. Merhaba ben görünmez adam. Ben de görünmez kaza, hay Allah! Pardon görmemişim… beş duyu çok aslında. Mesela gördüklerimizden, duyduklarımızdan ya da söylediklerimizden muaf olsak olmaz mıydı Portuç? gördüm, ama rüya! Duydum, ama yalan! Söyledim, ama gerçek! Ha-ha, alışkın değilsin değil mi Haşmet? Her zaman yazının bir yerine bu efekti yapıştırmak istemişimdir. Ha-ha. Çok da hoş oluyormuş yahu. Ha-ha. Tutamıyorum kendimi. Ha-ha! Sürekli gülüyor efendim durduramıyoruz. Dur!Duramıyoruz! Bu bahsi kapamanın vakti geldi artık kim ne kadar koyduysa ortaya, hadi hayırlısı, hoop: dubara. Hiç şaşırmadım!

Ah doktor Frankenştayn, beni bir tek siz anlarsınız..

Koşa koşa yanıma geldi tulmon, buldum buldum diye haykırıyordu, otur bakalım dedim tulmon önce sakinleş, yavaş yavaş anlatırsın, nedir bu kadar heyecanlandıran seni, dedim, mutluluğun formülünü buldum, dedi, ben de küstah gülümsemesi yaparak küçümseyici bir bakışla karşılık vermeyi uygun gördüm. Neymiş o söyle bakalım dedim, sanki bilmiyormuşum gibi. Cebinden iki deney tüpü çıkardı, pakete sarılmış tozları açtı, karıştırmaya başladı. Ölçtü ekledi çalkaladı pembe renkli sıvı bir karışım yaptı. Nihayetinde kalem ve kağıda sarılıp formüller yazdı, sonuçta meydana getirdiği karışımı açıkladı: H9SO7. bir yerden tanıdık geliyor bu ama, dedim, bu başka dedi. Anlamak için herkes gibi salak ol yeter. Of ne terbiyesizsin tulmon dedim, böyle hakaretler etmeni gerektirecek ne var sanki kendine? Hiç, sadece kıskançlığımdan diyerek itiraf etti, oh be.

Ben bilmem beyin bilir.

Özel isime sahip olması gerekirken cins isime sahip olmuş insanlar yok mu aramızda?
Bekleyin, kırmızı yanıyor görmüyor musunuz? Bu ne kalabalık böyle? Karşıdan karşıya geçmek isteyen insanlar birbirlerine girmek içi bekleyen iki ordu gibi, yeşil işaret ile herkes ileri harekete geçiyor, bir hengame bir curcuna bir kargaşa insanlar birbirlerine giriyor herkes bulduğuna çarpıyor bazıları ustaca manevralarla ve kişisel yetenekleri ile karşıdan gelen atakları savuşturuyor ve kısacık sürede her iki tarafta yaralı çok ama zayiat yok diyerek kurtuluyor bu savaştan ta ki bir sonraki ışıklara kadar. Hepinize geçmiş olsun.
.
Fotoğraflara pek iyi çıktığım söylenemez ama nedense aynadaki görüntüm iyidir. Ayrıca fotoğrafik hafızam da yoktur, onun yerine topoğrafik hafızam gelişmiştir. Biraz okusan sen de bilirsin ama. “Hop hemşerim sen bana nasıl okumuyor dersin ben her gün fanatik okuyorum hiçbir resmi atlamadan bakarım hem. Kedileri de ayağımla severim üstelik. Çok yünlü bir insanım”
.
Sıradan bir devlet dairesinde sıradan bir memur olan Mehmet efendi, kendini ellili yıllardan önce yazılmış romanların kahramanlarına benzetirdi. İsminin yanında en edeplisinden bir unvan taşıyor olmanın verdiği gururla birlikte, kahramana yakışır şekilde hareket ettiğini düşünürdü. İyilik yapar, zorluklara rağmen hayatla mücadele eder, acı çeker etrafına sezdirmez, sesli sesli düşünürdü. Hadi oradan Mehmet efendi! Bırak bu eski modayı, bugüne gel. Kendin ol. Tamam oldu, işe alındınız, yarın gelip başlayabilirsiniz.
.
İntihar süsü verilmiş cinayet, cinayet süsü verilmiş kaza, kaza süsü verilmiş kader, kader süsü verilmiş hayat, hayat süsü verilmiş ölüm, ölüm süsü verilmiş intihar, intihar süsü verilmiş cinayet…böyle gider bu.
.
Gitar mı istiyorsun, gital.

Julius Sezarcık Küçük Mücahit

Hey, inen anlar! Önce aşağı inin bakalım. Çıktık onunla on yılda on savaştan. Kaçalım artık yavaştan yavaştan. Gerçekten manasız bir uğraş yani balmumundan heykeller kadar donuk. Dunkin donuks. Heykel şeklinde kurabiyeleri ile meşhur bir semtimiz. Adalar. Adalardan modalardan en yeni trendlerden burada bahsetmenin ne yeri ne de sırası. Bahset Uygur. Yıllardır sanatına 1 gram katmadan bu halkı nasıl güldürdün Nejat? Demirel’in tiyatrocu kimliği gibisin aynı söylemlerle senelerce halkı kandırmaca, bravo. Oyun bitsin ilk ben ayağa kalkıp alkışlayacağım. Hep beraber alkışlayacağız. Ordu yoruldu, bu akşam burada kışlayacağız, etraftaki tavukları kışkışlayacağız. Bir tavuk kadar özgürüz hepimiz, kanatlanıp uçalım hep beraber, ama bu kanatlar, ne işe yarar bizi uçurmadıktan sonra, bu sanatlar ne işe yarar bizi. Bizi değil azizim belki sadece sizi. Kalbimde ince bir sızı. Tozar tozsuz tebeşir diye. Ortaokul yıllarımızın vazgeçilmezi, tozsuz tebeşir ve sınıfı kaplayan sis perdesi, havada uçan ve düştüğü yerde kimyasal bomba etkisi yaratan tahta silgisi. Hepiniz birleşin, örgütlenin, sendikanızı kurun, sandukaya girin. Çıkmayın artık oradan sizin devriniz bitti sanırsam, şayet yolda görüp tanırsam, belki selam ederim. Everest himalayanın sen yüce bir dağısın, balıkların puluyum, ah, mutlulukla doluyum, yalan söyledim, doğru yolun soluyum. Kenardan kenardan kimseye sezdirmeden, analar bebeklerini emzirmeden, tam manasıyla, böyle bir dünyaya geviş getirmek istemeyen tüm ineklerle aynı kaderi paylaşanlarla aynı yolda yürüyenlerle aynı havayı soluyanlar, beni de alsanıza aranıza.
Dişütsü bilgisayar istiyorum, çiğneyeceğim.

fragment

Karanlık olması gerekirken ne diye aydınlatırlar ki şu sokakları. İnsan karanlığın dahi keyfini süremeyecek mi, buradan belediye yetkililerine sesleniyorum, söndürün sokak lambalarını. İzin verin de ay ışığı ile aydınlansın şu sokaklar, olmaz mı? Ve çöp konteynerlerini kaldırıp yerine teneke kapaklı çöp bidonları koyun ki, kediler o kapakları devirerek gecemize ses getirsinler. Kaldırımları kaldırın, kimsenin kimseden yüksekte yürümeye hakkı yok. Rüzgarsız gecelerde hafif de olsa bir esinti istiyorum, sigaramın yarısını paylaşmak istiyorum, bunun için sokak başlarına şöyle büyük vantilatörler falan koyun canım, ne bileyim, istediğim kasveti yaratamıyor burası bana. Camlardan kimse bakmasın, perdeler sıkı sıkı örtülmüş olsun, gece vakti kimden saklanır bu insanlar? Bir de şu sokakları uzatın, uçsuz bucaksız sokaklar istiyorum yan yana sıralanmış kocaman taş binalarla, yerlere de Arnavut kaldırımı istiyorum, mümkünse beton olmasın, ne çirkin öyle, hem yapmacık hem hissiz. Her şey hazırsa eğer geliyorum. Şöyle siyah pardesümü giyeyim, kuşağını sarayım ve yakalarını kaldırayım, tamam. Sigaramı da yaktım, koydum dudaklarımın arasına, ellerim cebimde. Ayağımda eski püskü postallarım, tabanları zemini hissedebilecek kadar incelmiş. Gözlerimin altında hafif morluklar, uykusuzluktan olacak, bir hafta bilemediniz on gündür jilet değmemiş bir yüz, kısa kesilmiş saçlar ve kızarmış bir burun, kısık bakan gözler. Tamam mıyız? Açık unutulduğundan esintiyle gıcırdayan kapıları ve uçuşan çöp poşetlerini unutmayın sakın. Önümden koşarak geçecek kedi arkadaşlar nerede? Geliyorum.

Sinefiller, film Çin’de dahi olsa gidip izleyin!

Ama burada sinema ile ilgili bir şey yok, şimdilik.
.
Dünyada üretilmiş tüm akımlar bizim içindir. Kabul edenler, eller havaya, etmeyenler, eller havaya. Kabul edilmemiştir. Neden? Çünkü etraftakiler insanların el kaldırdığını görüp el kaldırdılar da ondan.
.
Düşünüyor musunuz? Yapmayın, bir yerinizi incitirsiniz. Evladım çıkma oralara bak düşüneceksin birilerini kıracaksın sonra.
.
Ağlayınca çok çirkin oluyorsunuz hanımefendi ama gözleriniz dolduğunda sizden güzeli yok. Size hiç gözlerinizdeki elmaslardan bahsettim mi?
.
Ben etrafımda kalabalık olduğu zaman, çabuk sıkılıyorum, yalnızken sıkılmamı beklemiyorsunuz herhalde değil mi? İçerisinde sıkılmayacağım bir topluluk istiyorum. Belki resmini falan yapan çıkar. şöyle bir yemek masası, on iki kişi yeter bana. Bu kadar da küstahlık olmaz artık, yuh!
.
Ding dang dong. Lütfen dikkat. Bizleri metro istasyonlarında, havaalanlarında, salonlarda falan filan her zaman doğruyu yapmaya sevk eden, gaipten gelen bir ses. Bize hep iyiyi ve doğruyu söylüyor, sesler havada yankılanıyor, insan sapıtınca kendini musa gibi-tövbe estağfirullah…
.
Haticelerin kızı var çok yakışıyor sana. Takı mı o? Birbirinizi tamlar, hatta tamamlar gibisiniz. Yarım mıyız? Üst üste koyarsak sizi en uzun siz oluyorsunuz. Düşünülebilir.
.
Topallayın gidiyoruz. Kendimize kayser şoze karizması vermenin vakti geldi. Ama ben üşeniyorum, öyleyse varım.
.
İstanbul’da skor tuna:1-dünya:1. Mikrofonlarımız ankarada.

ne bu şiddet bu celal pir!

Ve televizyonda gördüğümüz her şey reklamdır.
çikolata reçel ve bilumum gıda reklamında lav gibi akan karameller, ballar pekmezler vardır.
bir de avon ürünleri kullanıp kendinden yirmi yas küçük erkekleri ayartarak sevinen kadınlar vardır. Hah işte onlar. Sağlıklı saç dediğin, tuttun mu gelmez, mutlaka düz olur, koyulduğu kabin seklini almaz.
Sakızları sadece mankenler ya da manken gibi kızlar çiğner, çiğnerken ağızlarını açmazlar.
Reklamda bir aile oynayacaksa mutlaka çekirdek aile olmalıdır, daha kalabalıklar bizden değildir.
Halı reklamlarını arabesk fantezi şarkıcıları sunar, çünkü hali arabesktir. halıdan pop olmaz.
Erkekler yanaktan öpülmek için tıraş olur, tıraş olmayan erkek dudaktan öpülür.
Çikolata hiç bir işe yaramıyorsa haz verir, bugün çikolata yiyerek hazzın doruklarına ulasan kızların sayısı on binleri buldu diyorlar, çikolata ile kız tavlayanların yalancısıyım.
Çocuklarının yoğurtla boyunu uzatmaya çalışan ebeveynler, aynı şekilde bisküvi yedirerek çocuklarını daha akilli yapmaya çalışırlar.
Zaten bunlar tamamen sonradan kazanılan niteliklerdir, bilhassa zeka.
Ben mesela zeka küplerinden hiç yemedim, bu sayede buradayım.
Mideye ve damağa hitap eden ürün reklamları mutlaka mutluluk üzerinedir, kahve gibi.
Ya da insanlar yapacak başka bir şey kalmamış gibi bir nuga barın peşinde koşarlar. oysa alan kişi için çikolata çikolatadır yani ne kadar farklı olacak sanki?
Abur cubur konusunda üreticilere hak vermemek elde değil çünkü çaresizler, çünkü yüzlerce ürünleri var.
Ve ben galiba reklam gibi gereksiz şeylerden bahsediyorum.
En iyisi susayım da susuzluğumu dinleyeyim, belki farklı bir şeyler söyler.

fragment

-aç kapıyı!
-....(uff gene geldiler bak)
-aç, içeride olduğunu biliyoruz sefil yaratık!
-....(sefil mi, kapıdan o aynayı kaldırmalıyım)
-aç yoksa kırarız!
-....(biliyorum canım, şimdiye kadar da çok kırdınız zaten beni)
-bak son kez uyarıyorum, aç yoksa zorla gireriz!
-....(kırık bir kapı hayatımda hiçbir şeyi değiştirmez)
-tık! açıldı mı? bu ne be! bu kadar kolay mıydı? kapıya bak, kaba saba görünüyor dışardan, meğer tıklasan açılırmış!
-....(yorumları sessiz yapsanız, benim alerjim var da.)
-ulan sen niye bizi dinlemiyorsun, aç diyoruz di mi kaç saattir? çekil kenara arama yapıcaz..
-…(çok kabasınız, yine de aramaya inanın)
-şikayet var hakkında, burada canavar beslediğini söylüyorlar.
-....(demek birileri öğrenmiş) nasıl bir canavarmış bu, mösyö?
-onu sen söyleyeceksin bize. konuş bakalım. nedir şu canavar meselesi bilelim.
-rica ederim mösyö, canavar filan yok, hiç olmadı, komşuların yanılgısı.
-duyduk diyorlar, içerden korkunç sesler geliyormuş..
-e duymuşlar da görmüşler mi acaba? ya da siz görebiliyor musunuz ki?
-göreceğiz. beyler, siz sağ tarafa, siz sol tarafa, siz aşağıdan, siz yukarıdan bakın, siz benle kalın, siz onunla ince, eee, inceleyin, ince eleyin, sık dokuyun, yarasına dokunun, bu onu konuşturur.
-....(buraya gelen herkes içeride bir canavar değil, akıllı uslu benim olduğumu görür, siz dahil)
-bunlar ne, yerdekiler?
-kitap. (ilk kez görüyor galiba)
-onu biliyoruz, neden yırtılmış sayfaları nerede bunun, bu, bu diş izleri de ne? yoksa?
-....(yemeğin ortasına geldiniz)
-kanıt bu işte! bununla beslediğin belli o canavarı? şimdi hemen nereye saklandığını söyle!
-....tamam, siz girer girmez dışarı çıktı. camdan.
-nasıl? neden? aşağıdan bakanlar, siz dışarıda devam edin araştırmaya, bulun onu.
-....(benden başka herkesten kaçar nasıl anlatayım sana)
-neden kaçtı, sen mi attın dışarı?
-yok efendim ne münasebet, yabancıları sevmez ondan, ya benle ya hiç, huyu böyle.
-o zaman suçlamalar doğru. burada beslediğin bir canavar var?
- ya o canavar falan değil mösyö, görseniz seversiniz siz de, dünya tatlısı bir yaratık, bir eşi daha yok, ah keşke gösterebilsem size ama.
-o halde gel bakalım, belki merkezde anlatmak istersin.
-merkeze mi gidiyoruz? Yoksa dünyanın merkezine mi?
-evet, dünyaya karşı bir suç sayılıyor bu, ve dünyanın merkezine gideceksin. sıcaktır, terletmeyecek bir şeyler giy.
-anladım....(ben hep anladım zaten, ama siz?)
-gidelim!
-şapkamı alayım geliyorum…

eti browning 9mm

Dünyanın bir tepsi şeklinde olduğuna inansaydık zamanında, bunlar hiç başımıza gelmeyecekti Tulmon. Dönmeyen, düz bir dünya istiyorum, düz olmasa da düzgün olsun, popüler olmasın mesela kendince bir kültür oluşturmasın. Penguenler yurdumuzda da yaşasın, orduya alınsın. Dünyaya malzeme olmamış bir ne? Kim? Hiç, boşver.

Bir süper kahraman olarak VATMAN

Tramvay kullanmayı öğrenmek istiyorum ki bir süper kahraman ünvanım olsun.
Kısacası buradan çıkmak istiyorum ve Truman burbank kadar kararlıyım. Peki ya siz?
Yapabileceğinizin en iyisi bu mu?



Tulmon?

Gel.

levier \_

Ve herkes, kısa yoldan köşeyi dönmenin peşinde, yeni bir fikir yeni bir iş, yeni projelerle, ve çoğu da asla gerçekleşmeyecek projelerle, ayda bir zengin olmuş hallerinin hayalini kurup duruyorlardır normal olarak, halbuki en kısa yoldan köşeyi dönmek yerine, en kısa yoldan dibe vurmayı denesek hep beraber, bu dünya sevgi dolu bir yer olmaz mı a dostlar, Tyler Durden pirimiz, birimiz, hepimiz.
Benim dünyam yüzüyor hala, kiminki batmış ki, temennilerle olmuyor, güneş gibi batmıyor, dibe vuracaksa dünya vursun, insanlık zevkleriyle boğulsun. Pesimistik sanmayın lütfen ben de sizden biriyim, neden her seferinde laf dönüp dolaşıp aynı yere geliyor, of, kollarım ağrıyor, bir daha ağır taşımamalıyım.
Ya da biri şu dünyanın yükünü alsın, o da olmazsa bana yeterince büyük bir kaldıraç verin..

say hello to my little friend!

Tulmon, pek sessizsin bu günlerde? oyunlardan laf harcayınca saklambaç seçtin hemen? Kastettiğim bu değildi, hayatın ya da hayatım da değil. Çık sahneye, bir oyun yazılmış ikimiz için, oyuncular, tulmon, ben, ilk perdeyi oynuyoruz. İkinci perdede bir oyuncu daha katılacak aramıza, en azından öyle umuyoruz değil mi tulmon, gerçi bu oyundan kimseye bahsetmedik daha önce, izlemeye gelen de pek yok zaten. Belki yeterince iyi olduğumuza kanaat getirirsek bunu senin gibi diğerleri ile paylaşırız, aman canım, kendimiz oynar kendimiz izleriz ne olacak, hatta oyunun çoğu yerinde rol senin tulmon, ben bir izleyici olarak gördüklerimi sana iletirim, ama dikkate almazsın ki sen, şımarık seni. İstersen yazılı olarak belirtirim ama maalesef okuman da yok. Zaten burada okunacak bir şey de yok, sen ve diğerleri, siz sadece üfleyin. Ben hep okurum, sonra da üflerim, üff ne kadar sıkıcı, üff ne yapsak şimdi, üff nereye gidiyoruz biz? bu hızla bir yere çarpsak cismimizden eser kalmaz, öyle değil mi tulmon?

fragment

Genç adam gürültülü bir gecenin sıcak bir günün sabahına kavuştuğu saatlerde evinden çıktı, kapıyı ardından usulca çekti, apartmanın sessizliğini kırmak istemiyordu. Ayağındaki ayakkabılar zaten hiç ses çıkarmazdı, belki de bundan fark edilmem bu kadar zor oluyor diye geçirdi bir an içinden, sonra tüm düşüncelerine sıklıkla yaptığı gibi buna da boş verdi, zihninin bir köşesine attı. Merdivenlerin sonuna gelmişti bile bunu düşünürken, demek ki çok büyük bir düşünce sayılmazdı, bu kadar kısa sürede aklına getirip geri itebildiğine göre. Sonra büyük, ağır ve eski apartman kapısını araladı, sadece kendi geçebileceği kadar, ve insan icadı yöntemlerle aydınlanan binadan, semavi aydınlığın hüküm sürdüğü dünyaya adımını atmış oldu, tıpkı dün olduğu gibi, ve önceki gün, ve önceki. Memuriyet hayatının insana en ağır gelen özelliklerini saydığında, günlerin monotonluğu ortalarda bir yerde geçiyordu. Her sabah aynı saatte, aynı yerden aynı yere, aynı vasıtayla, aynı insanlarla güne aynı başlangıç. Ama bu değildi canının sıkkın olmasının nedeni, bu kadar basit sebeplerle canını sıkacak kadar basit biri olduğunu düşünmezdi hiç. Kendini sıkmak için hep daha büyük meseleler seçer, küçük olanları bile yeterince sıkıcı olacak kadar büyütebilirdi, böyle bir yeteneği de vardı. Gün içinde yaşadığı bunaltıcı iş yoğunluğu, bıktıran olaylar, yeter artık dedirten insanlar, kızdıran, üzen, ümidini kıran envai çeşit mesele, hatta bazen armudun sapı, üzümün çöpü bile dert olurdu da, yüzünün asıklığının ve somurtkanlığının asıl sebebi olamazdı asla. Peki bu memnuniyetsiz memuriyette bulunan sıradan memurumuzun bu sıkılgan hüznünü arkasında ne vardı acaba, iş arkadaşları dahil çoğu kimse en az bir kez bu soruyu sormayı denemişti, en dolaysız yolla, “neyin var?”, “ne oldu?”, “derdin ne?” gibi, sadece iki kelimeden ibaret basit soru cümlelerinin demirden yapılmış kocaman kale kapılarının kilitlerini açmaya yetecek birer anahtar olduğunu düşünerek, ya da hiç bilmeden böyle kalelerin var olduğunu. O da aynı yolla cevap verirdi hep, “yok bir şey”, “bir şey olmadı”, “hiç”. Çok severdi bu sonuncu cevabı. Hele o kelimeyi şöyle sesli harfini uzatarak söylemek var ya, deymeyin keyfine.
İşte aynı yüz ifadesi ve aynı hızlı adımlarla yine gidiyor, biz de peşinden ayrılmadan, varlığımızı da hissettirmeden takip ediyoruz, bu gidişin sonu nereye varacak hepimiz merak ediyoruz.

prologue

Perde birazdan açılıyor.

İzleyiciler yerlerini almış, bunca zamandır kimseye sergilenmeyen bu oyunun galasında olmanın sevincini yaşıyor. Kimsenin bir fikri yok, umarım komedidir diyor bir bayan yanındakine, dram şimdi sıkar bizi, hiç sevmem çok gerçekçi oluyorlar, epik ya da iç karartan müzikal de olmasın, ne kahramanlık hikayeleri ne de baygın müzikler olsun, gülelim eğlenelim yeter, komik olsun yaneee. Beğenmezsen çıkarız canikom, sen iste yeter, diyor beriki cevaben. Salonda bazı seyirciler kendi arasında bir muhabbete dalmış oyun öncesi.

-ay şekerim komedi di mi bu oyun, yani o kadar para verdik bi de gülmezsek şimdi..
-komedi canım ben duymuştum daha önce çok güldürüyormuş.
-ayol nerden duydun daha ilk oyun değil mi bu kim izledi sanki?
-oyunun yazarını tanıyorum ben güzelim.
-adam komik mi?
-adam komi.

-neden bu kadar beklemiş?
-hiçbir tiyatro kabul etmemiş oyunu.
-neden acaba?
-tutmaz bu oyun demişler, içine biraz daha kız koyalım daha çok bel altı esprilerle zenginleştirelim(!) demişler, adam da istememiş tabi.
-ay, espri yok mu şimdi burada?
-espri yok ama spirit var.
-ay alsana içelim.

-üff aşkım bu koltuklar çok rahatsız.
-idare et aşkım çok uzun sürmez zaten bu oyun.
-ama o kadar kişi toplanmış tek perdede de bitmez her halde.
-belli olmaz, seyirciye bağlı.
-domates mi dağıtıyorlar orada?
-herkese bi tane.

-ya neden bu kadar arkadan izliyoruz canım?
-başka yer yoktu çünkü canım.
-ama buradan ne görülür ne de anlaşılır canım.
-sen sahneye bak yeter canım.
-ay göremedikten sonra niye bakiym canım.
-e herkes öyle yapıyo canım.
-boşver, ben törpümü getirdim yanımda zaten, bak tırnaklarıma.
-ne var?
-ayol görmüyo musun? İyi bak.
-ışık az, ondan seçemiyorum.
-yalancı.

-ben ilk defa tiyatroya geliyorum biliyo musun?
-keşke önceden söyleseydin bunu.
-niye ya?
-neyse artık çok geç, sıkı tutun.
-nooluyo Necati?
-aşkım bunlar tehlikeli oyunlar!
-ay!

Ah be canlarım diyor reji, bu kadar mı basit her şey?
Canım insanlar.

Öyle deme rejim, şov dünyası bu.