bu tarz bir tiyatro gitsin o şehre

tarihi geçmiş bir "ayva tatlısı" konservesi tadında
henüz noktalanmamış bir “arkası yarın” hikayesi

(üç perdelik komedi/tek perdelik trajedi/ince perdelik müzikal)

oyuncular: kapı(56 yaşında, gürgen), ahmet(28 yaşında, mühendis), yeşim(8 yaşında, öğrenci), emine(23 yaşında, komşu)

k-ding dong!
a-kim o?
y-ben.
(kapıyı açar)
a-n’oldu yeşim?
y-ahmet abi, ablam dedi ki, eğer bi maniniz yoksa akşam size misafirliğe gelmek istiyoruz.
a-akşama çok benim işim
geç saatleri bulur gelişim
zaten ağrıyor yirmilik dişim
git ablana böyle söyle yeşim.
y-aa nasıl nasıl bi daha söyle?
a-olmaz, sadece bir kere söylerim.
y-ya hadi bi daha, akşam geç kalınca, sonra neydi?
a-de ki, “ahmet abinin bi manisi varmış abla, kapıda bana söyledi ama unuttum”.
y-unutmadım ki, dişin ağrıyomuş işte.
(merdivenlerden koşarak iner)

***

k-ping pong!
y-ben geldiim!
e-nooldu? evde değil miymiş ablacım?
y-hı? yok, evdeydi. sordum ben manisini.
e-manisini sormayacaktın ablası, bi manisi var mı diye soracaktın.
y-varmış söyledi bana.
e-ne dedi, “dışarı çıkmam gerekiyor” mu dedi?
y-cık, dişiarıyomuş.
e-dışarı neymiş?
y-dişiağrı yomuş!
e-aa, gerçekten mi? ay hap vereyim bi tane ağrı kesici de onu götür o zaman, dur sen.(mutfağa gider)
y-bi de sana şiir yazmış. onu okudu bana.
e-ne? nasıl yani şiir?(mutfağa gitmez)
y-şiir yazmış, hem de kafiyeli şiir. ama ben unuttum sözlerini.
e-nasıl şiir yaa, böyle romantik şiir mi, hı?
y-hı hı.
e-ay sen dur ben götüreyim şu ilacı o zaman. bana da okur belki hım? ay okur mu okur kız, ehi!
y-ben de gelcem yaa!
e-bekle burada sen.(banyoya gider)

***

k-tink tank!
a-kim o?
e-emine ben, ahmet bey, alt komşunuz!
a-iyi akşamlar, iyi halt komşum emine hanım, buyurun?
e-ay merhaba, dişiniz ağrıyomuş diye duydum, ben de ilaç getirdim size.
a-teşekkür ederim, ama geçti şimdilik, ihtiyacım yok yani, sağolun.
e-aaa olsun siz alın, lazım olunca kullanırsınız.(boynunu büker)
a-gerek yok gerçekten, sizde dursun ben ihtiyaç duyarsam kapınızı çalarım, öyle yapalım.
e-şeyy, peki o zaman.
a-peki.
e-.
a-size iyakşa…
e-bi de şey…
a-pardon?
e-ay çok pardon, şey diyecektim.
a-efendim?
e-yeşim söyledi de…
a-neyi?
e-siz çok güzel şiir yazıyormuşsunuz.
a-o da nereden çıktı şimdi?
e-aa, yazmıyo musunuz?
a-nemünasebet, ben mühendisim emine hanım, ne anlarım şiirden!
e-ama yeşime okumuşsunuz bi tane, ben de ondan şey yaptım.
a-yok, galiba yanlış şey yapmışsınız.
e-yaa!(yeşime bakar)
y-ahmet abi yaaa! dişinin şiirini okusana bi daha deminki hadi hadi noolur!
a-hah o muydu şiir dediğiniz? tamam, ama sonra evinize gideceksiniz tamam mı?
y-taamm.(gülüşmeler)
a-akşamları olur benim işim
o’nu bulur her gece gelişim
bana acı verdi hep şu dişim,
kapıyı tek o’na açarım yeşim.
y-yağaaa! ama gene unuttum ben, ahmet abi yazsanaaa!
e-ay o zaman siz bu ağrı kesiciyi alın şimdi, yani gene ağrıyosa..
a-..(üzülür)
k-bing bang!
y-zil çaldıı!
e-aa, aşağıdan çaldılar galiba, misafir mi gelcekti size?
a-gelecekte, şimdi beklemiyorum...
(ayak sesleri duyulmaz)
-le fin-

devamı için bkz. ti’li geçmiş zaman.


-günün anlam ve önemini belirten konuşma-
sevgili günlük,
bugün 13 aralık, pazar.
burası edirnekapı, istanbul..

oyunlarla yaşıyoruz oğuzcum, şimdi tehlikesiz oyunlar.

henry fonda

yurdun yüksek kesimlerinde zaman zaman etkisini gösteren kar yağışı hayatı olumlu yönde etkiliyor. daha dün gece, mahsur kaldığım dağlarda kurtarılmayı beklerken soğuktan uyuya kalmışım…
“gözlerimi açınca birdenbire kendimi denizin dibinde buluyorum. ne çabuk indik yine deniz seviyesine derken ilerde kalabalık gemisiyle birlikte nuh beliriyor. meğer tufan bitmiş, sular iyiden iyiye alçalmış. ben binmemiş miydim zaten o gemiye diye kendi kendime soruyorum. uzaktan gülümsüyor, belli ki daha çok yağmur yağacak. şaşkınlığımın lacivert ceketi hala üzerimdeyken yanıma uzun boylu bir adam yaklaşıyor, sırtımı sıvazlayıp elime bir tane uçak bileti veriyor, oradan ver elini amerika. kendimi göz açıp kapayana kadar new york sokaklarında koştururken yakalıyorum. en sevdiğim dizinin çekildiği yeri bulmaya çalışıyor muyum neyim, tam burasıdır derken yönetmen yardımcısı beni kolumdan tuttuğu gibi başıma bir fes koyuyor. koluma giren aktrisi tanımıyorum bile, bir tek fırfırlı elbisesini hatırlıyorum. galiba bir osmanlı dönem filmi çekiliyor, kul ahmet your brother? rol icabı ceketimi değiştiriyorlar, hiç beğenmiyorum. rejisör hükümdar orhan beyin başkent dekorunun önünde atlar geliyor. ben at görünce hemen heyecanlanıyorum tabi, sırtına bindiğim gibi hemen başlıyorum koşturmaya. ne olduğunu anlayamayan set ekibi arkamdan öyle bakakalıyor. hızımı alamayıp bir büyüğümden öğrendiğim gibi atımı denize sürüyorum. denizde ilerlerken yarı yolda yolculuğa bir yunusla devam etsem benim için daha iyi olur diye düşünüyorum, birdenbire ışıklar kapanıyor. bir süre karanlıkta yolculuğa devam ediyorum. bu zaman zarfında kaç defa tekrar ediyorum bilmiyorum ama beni istanbul’a kadar sağ salim selametle getiriyor, indiğim yerde takım elbisemi düzeltiyorum, başımdan fes gitmiş şapka gelmiş. hemen karşımda duran memuriyet binasına doğru yürüyorum, kapıları alçaltmışlar. en kısa boylu adam bile eğilmeden giremeyecek kadar kısalmış. masamın başına geçip hesap defterlerini açıyorum. galiba onbeş yıldır burada muhasebeciymişim, dairenin bütün hesapları benden soruluyor. sandalyeye oturur oturmaz müdür hemen tepemde bitiveriyor, tuna beyi diyor, geçen haftanın hesaplarında bir yanlışlık olmuş. çok şaşırıyorum elbette, böyle önemli bir müessesede hesapları hatasız tutabilmek için haddinden fazla çaba sarf etmişimdir hep. ama defterleri açınca müdüre hak veriyorum, acaba o zaman gözüm mü kaymış, gözlüğüm mü kaymış, bir tane biri yanlış yere yazmışım. kendi hesabıma geçirmiş gibi olmuşum, aman allahım! kendi hesabıma! başımı masaya eğip bir an gözlerimi kapıyorum, açtığımda önümde nefis yemeklerle dolu tabaklar boy gösteriyor. karnım da nasıl acıkmış, sanki senelerdir bir şey yememişim. elim masayı zenginleştiren sağlıksız yemeklere sorgusuz sualsiz gidiyor. ama daha ilk lokmamda boğazımda kalmasın mı! böyle boğazımda bir şey tıkanıyor, düğümleniyor sanki, göğsümde bir hayvan tıkanmış gibi. garson kılıklı tanımadığım bir kız geliyor, çöz şu düğümü boğulacağım diyorum, beceremiyor. meğer gemici düğümü atacaklarına kör düğüm atmışlar, sizi beceriksiz adamlar! diye sesimi yükseltiyorum. kör düğümleri çözebilecek gören yok mu bu ülkede derken, güneş gözlükleriyle bir adam geliyor, bütün gücüyle sırtıma okkalı bir yumruk indiriyor da öyle fırlıyor boğazımdaki. bu esnada ben nefes nefese kalıyorum tabi. dönüp masanın örtüsünü uçlarından tutuyorum, bir çekişte masadakileri kırıp dökmeden beyaz örtüyü alıyorum. cama gidip karşıdaki dağ manzarasına bakıyorum, ne güzel yermiş diyorum bir yandan, önü deniz arkası dağ. ellerimdeki beyaz örtüyü camdan dağların üstüne fırlatıyorum, arkamdan bu sene kış ne kadar da erken geldi diyorlar. sonra atkımı sarınıp dağa çıkıyorum. daha yolun başında çok şirin muhabbetlere rastlıyorum, benim de bir tane olsa diye düşünüyorum yalansız, beslerdim ki ben bunu evde. aralarında çok değişik bir tanesi gözüme çarpıyor, ismini soruyorum ama ses vermiyor, hemen yanı başında başka bir muhabbet onun yerine cevap veriyor, isim koymadılar ona diyor, diğerlerine benzemesin diye yaptılar bunu. nedense gözüme daha da sevimli geliyor. sonra birdenbire tipi bastırıyor, göz gözü görmez oluyor. görmeyince endişeye kapılmıyorum ama, görmeden de yolumu bulabilirmişim gibi geliyor. yükseklere çıkmak gerek diye düşünüyorum, ama kar hep yolları kapatmış. üzerime çiğ düşünceler düşmeden nasıl zirveye ulaşabilirim diye düşünürken, boyumu uzatmaya karar veriyorum. başımı göğe kaldırıp yükseliyorum. büyüdükçe büyüyor boyum, ayaklarım aynı yerde kalıyor ama göz seviyem mütemadiyen yükseliyor. iyice yukarıdan bakınca tepeye giden en evla yolu görebiliyorum. havaya bakıyorum, kararıyor, dağlar yürümeden önce yürümem gerektiğini hatırlayarak, gördüğüm yolu izliyorum. meğer zirvede beni bekleyen biri varmış da ona yetişmeye çalışıyormuşum. hiçbir tabiat koşulu beni durduramaz diye kendi kendime söyleniyorum. birden karşıma birkaç kişi çıkıyor, üzerlerinde kalın montları var. hevesle yanlarına gidiyorum, başımdan geçenleri anlatmak istiyorum. can kulağıyla dinliyorlar, sonra aralarından biri “soeiklein i iseanmiru!” diyor. beni dinledikleri için teşekkür ediyorum, anlattıklarımı bir de kağıda yazıp yanlarına bırakıyorum, bir dün dilimi öğrendiklerinde anlayabilirler belki diye umuyorum. hava sertleşiyor, ayakta durmakta zorlanıyorum, kırmızı eldivenlerden üst üste iki sağ kroşeyle kendimi yerde buluyorum. başımda hakem ondan geri geri sayıyor. kırmızı ve mavi köşelerde geçen mücadelenin bana ters olduğunu başım döne döne idrak ediyorum. sonra yine hakemin psikanalitik sesi; üç, iki, bir ve.. şak! ramiz beyin muayenehanesinde koltuğa uzanmışım. adam yabancı gözlerle garip garip bana bakıyor. diplomasını duvardan indirip bana veriyor, kağıttan gemi yapıyorum. şaşkınlıkla söze giriyor, tuna beyi diyor, tam iki saattir bir sürü şey anlattınız, ama inanın ben hiçbir şey anlamadım!”
dağlardan ses geliyor, sesimi duyan var mı? sabahın ilk ışıklarıyla birlikte karın içinde bu sesle uyanıyorum. kanım hala damarlarımda sıcak akıyor, hemen elimi şah damarıma götürüp nabzıma bakıyorum, doğru yerde atıyor, heb.

yazdıklarımız olmasa ne ehemmiyetimiz var?

açıklamasız adasözleri ve özleyişler sözlüğü

havalar soğurken kalan son sıcak nefesleri havvalar soluyor. bundan ziyadesiyle eminim çünkü inanıyorum. benim bin üflemeyle ısıttığım ellerimi onlar tek bir nefeste sıcak tutmayı başarıyorlar, öyleyse o nefes hakikatten sıcak olmalı. zaten ısınmak isteyenler için burada ateş yakmaya yetecek kadar el yapımı eller var, ama asıl soru pervasızca buraya yerleşmiş ve diyor ki; sırtımızdan paltomuzu çıkarmak için illa ateşlerin tutuşmasını ya da havvaların ısınmasını bekleyecek miyiz?
dışarısı ne kadar soğuk olursa olsun mühim değil çünkü ben kendi tedbirimi aldım. soğuktan korunmak için çıkmadan önce oda arkadaşım yusuf'un gömleğini giydim, kendisi örnek bir dostum olup benim mahpus damından dahi arkadaşımdır, gömleğin üstüne sevdiğimin hırkasını sırtıma geçirdim, öyle ki; bu hırkayı senelerdir behemahal giyiyorum ve hala sapasağlam, şüphesiz ömür boyu eskimeyecek bir yünden örülmüş, nihayetinde düğmelerini iliklediğim hırkamın da üstüne ahmet bey'in ceketi ile gogol'un paltosunu giydikten sonra en edebi halimle dışarı çıkmaya hazırdım.
o soğuğa rağmen sokağın köşesinde oturmuş go oynayan adamları görünce ne kadar zeki olduğumu bir daha hatırladım, allahtangobiliyorum. eved gemileri yakmamış olsam bile bir zamanlar ben de hispanyada bulunmuştum, o günler gündüzleri go taşı arayıp geceleri tango yaparak geçirdiğim, oyun tahtasındaki taşlar gibi siyah beyaz zamanlardı. şimdi sokağımızda sabırla oynayan adamları görüp de yeniden dansa başlamam gerektiğini anlayınca, birden o eski türkçe tangolar aklıma geliverdi, göktürk dilindeydi yanlış anımsamıyorsam, sevdim bir genç kadını diye başlayan, ama sözleri tam da hatırlayamıyorum. dur bakayım nasıldı:
imanımlaonabirsesverebilseydimeğer
yoksa keman mıydı? isterseniz öyle de olabilir, elbette keman sesi de güzeldir, ama klasik kemençe hepsinden ayrı bir güzeldir. bir de güzellik için göreceli bir kavram derler, yanlış, bence daha ziyade dereceli bir kavramdır, bilhassa görmeyle ve düşünmeyle irtibatlı.
busesiyleonaersembanadünyayadeğer
güftekarımız burada bir değer ölçüsü olarak dünyaya seslenmiş. dolayısıyla bizim burada busesini özlediğimiz, sesini bildiğimiz, eşini görmediğimiz ney olabilir? zaten dünyanın en güzel sesleri istisnasız her gün semada yankılanırken simada bir gülümseme hasıl ediyor.
nevazıhkidenizenginşuufuklarörgün
aslında burada hiçbir şey vazıh olmamakla beraber, aklını kullananlar için izaha da mahal bırakmaması beni açıklamaktan geri bırakıyor. yoksa nice mütercimler, muallimler, müfessirler bir araya gelse, “örgün” gibi lüzumsuz bir kelimenin burada ne aradığını bulamaz.
binümitledoğuyorheryenigün
buralara gel, gez, dolaş, gör, bil ve her seferinde aynı kapıdan çık. gerçekten de tango süper bir dansmış naif, bu yüzden dans kültürüne karşı önceden biriktirdiğim bütün kurtlarımı şimdi döküyorum. bir dahaki sefere hatırlatın da, sizlere ayakta birkaç temel figür göstereyim.
işte böyle, birkaç dakikalığına da olsa içimiz ısındıysa ne mutlu. şimdi yeniden sokağa, soğuğun pençesine dönelim, ama artık bu pençelere karşı biz de arslanlarımızı açıklayalım değil mi, yanacak ne varsa hemen buracıkta tutuşturalım, sonra hep yanında kalalım yaktığımız ateşin, sıkılan ruhumuz sıcaklıkla genleşsin, kalem tutan parmaklarımız eldivensiz ısınsın.

dans mı? jamais de la vie!

bir şarklısın sen, ve şark beklemenin yeridir

alışkanlıklarımızın garba bu kadar yakın durması ne büyük garabettir ki; bir gece uyurken medeniyeti elimizden çaldığına inandığımız batılılar, şimdi darphanelerinde bastıkları medeni düşünceleri ve fabrikalarında işledikleri sosyal yaşam platformlarını gözümüzün önünde uzaya fırlatırken, bizim gözümüze hep en çok izlenen filmlerin farksız karakterleri takılıyor, çünkü biz her yeni dalgayla rağmen bir türlü alabora olamamış, artık batı medeniyetinin tepsisinde yaşamaya iyiden iyiye alışmış bir ex-imparatorluğuz, mutfak jargonuyla anlatmak iktiza ederse; biz dünyanın öküzle balık üzerinde durduğuna inanırken onlar düz bir tepsi şeklinde ısrarcıydı, şimdi ise inanışlar ziyadesiyle değişti, tepsiler rafa kaldırıldı ama düzlük umumun efkarı arasında hala baki, böyle olunca benzerleri arasında hala yörüngelere, dönüşe ya da yerçekimine inanmak da fuzuli, bazen ise nef’i, ne diyim.
oysa ben mahkeme önünde farklılığını ispatlamış bir davacı olarak inanıyorum ki, ülkemizin halihazırdaki göz zenginliğini düşününce sonsuz gelirin paylaştırılmasında adalet mümkün, onun için istiyorum ki temeli her türlü olumsuzluğa sabırla dayanan, bir konstrüksiyon elemanı olarak laf/fal ikilisinden ziyade hal/lah kimyasal maddeleriyle sertleştirilmiş ve hatta çifte su verilmiş fikirlerin bükülmezliğinden destek alarak yükselen şu karşımızdaki yüksek muhakeme binası, başımızdaki bu sosyete partisinin kapatılmasına maddi manevi her türlü desteği vermekle birlikte bu konudaki gerekçeli kararsızlığını da rahatça açıklayabilsin, tabi eğer içinde bulunduğumuz bu “hal” ve bu “lah”za, muhtemelen hiçbir “laf” ve hiçbir “fal”ın söyleyemeyeceği bir hikayeyi aynı mimari dilde anlatmayı başarabilecekse.

daha çok tanpınar okumalıyız.

ankara’dan paşa gelmiş; evde bir bay, ram havası

iki bin dokuz yılı ekiminin yirmi dokuzuncu günü balkona çıktım. sokağın genel durumu ve görünüşü şöyledir:
evimin hemen çaprazındaki eğitim kurumundan kurumsal kurumlar dökülmeye devam ediyor. baca temizleme ekipleri bugün mesai yapmadığından sokağımızı kesif bir is kokusu kaplamış. karşı komşum muhal teyze sepetini sarkıtmış, şu kadına bir bakar mısın rıza efendi, şair burada bakkala seslenmiş. kırmızı köşedeki bakkal veresiye defterini doldurmaya devam ederken, mavi köşedeki boksör de not defterini ölesiye dolduruyor. kendisi ilk gençliğinde boksörmüş, yumruklu sahnelerde ayhan ışığa dublörlük yaparmış, şimdi ise incecik de olsa bir kitap yazma derdinde.
sokağımızdaki yirmi altı evin camında ya da penceresinde bayrak asılı, bunların üç tanesi yatay, diğerleri dikey vaziyette, dik asılan bayrakların on üçünde atamızın resmi mevcut ise, resmi kaynaklara göre resimsiz bayrak sayısı kaçtır? karşı binanın altındaki büfe salata ve portakal suyunu bir fazilet rejimi olarak benimsemiş, rejimdeki kızlar formunu korumak için yemeklerini buradan yiyorlar, formalarını korumak için bir çaba sarf ettiklerine ise henüz şahit olmadım.
yolun kenarına park etmiş on iki araba var, dört tanesi beyaz, yedi tanesi beyaz değil. bu arabalar çocukların sokakta top oynamasına engel olmuyor, çünkü çocuklar sanki küme düşürülmüş gibi hiç top oynamıyorlar, ama kızlar bisiklete binip lastik atlıyorlar, böyle giderse belki ileride bisiklet söylemeyi bile öğrenebilirler. onun dışında sokağa günün anlam ve önemini belirten genel bir coşku hakim, bu husus özellikle lambaların üzerine konan kuşlarda kolayca gözlemlenebiliyor.
köşedeki okulun bahçesinden şiir sesleri geliyor, ama vurulan yok, atılan bütün şiirler kurusıkıymış meğer, çocukları eğlendirmek için. derin bir neyse çekip, son hevesimi aldıktan sonra, içeri girmeden bir kez daha dışarı göz gezdiriyorum: sol yanımdaki binanın giriş kat balkonunun önünde seksek oynamaya çalışan çocuklara, huriye teyzeleri mutfaktan el sallıyor, onlara yemeleri için elmalı tart ve içecek birer soğuk ant getiriyor, ve işte bu hareketiyle istisnalı hepsinin gönlünü kazanıyor. aralarından bir kız elindeki taşı havaya atıp sevinçle mutfak balkonuna koşuyor. zannedersem sokaktaki bu düzen senelerdir hiç bozulmuyor, bu sokakta büyümek ne de hoşmuş meğer, o zaman elbette, yaşasın statükocu huriye!

kuşlara inanmıyorum ama bir göç var

bu kesmeye yatırdığım benim öz oğlum, ismi ahkam. aşka olan inancımı sınamak için şimdi huzurlarınızda sade bir törenle kendisini keseceğim, ama meraklanmayın bu seremoniyi elimden geldiğince kısa keseceğim.
zaten uzayacak gibi değil, zira elimdeki bıçağa direnmiyor hiç, çünkü direnmek zordur, süper kahraman gücü gerektirir. gözlerini de ince bir örtüyle iyice örttüm ki, ahkamımı kesmeden önce hiç göz göze gelmeyeyim.
aslında göze gelmekten çekinmem, ama gelmedim işte, ama geldimse de bu dünyaya hep değil bazen göremiyorum, en çok da gözü kördür dediklerinde gülüp geçiyorum, baksanıza düpedüz gözler bağlı işte hangi körlükten bahsetmeli?
gösteri esnasında kafanız karışırsa haber verin, fakat görünen kör kılavuz istemez artık, bana yıldırım ihtimalinden ya da mesafe kültüründen bahsetmesinler. ilk bıçak darbesini buradan, göz göre göre vurabilirim ki, artık göz bu mevzuda çok gerekli değildir.
bu elimde tuttuğum bıçak, bildiğiniz bıçak yani el filan değil alenen bıçak, kendi elimi kesmeden bu işi bitirmem gerektiğini yeter şart olarak önüme seriyor, elimi tutarsa bıçağı vurmayabilirim ama, hale bakın ki yatırdığım ahkamı hala tunaadamakıllı kesebilmiş değilim.
derken..
bu kesmeye yatırdığım benim öz oğlumdu, ismi ahkamdı, bu yukarıdan, bulutların arasından gelen ise, bana ahkam kesmemem gerektiğini öğretiyor, al bunu kes diyerek kucağında getirdiği ise, iflahım. artık sen inandığını ispatladın derken ciğerlerim iflasın eşiğinde.
halbuki çok kolay rüyalar görebiliyordum, ondan cesaretle kendimi bu konuda ahkam kesmek için şartlamıştım, meğer rüyada ayakkabı görmek hayra alamet değilmiş. hadi şimdi birisi bunu filme çeksin, iyisinden iki oyuncu bulun. casting bizim işimiz mi, yoksa hayatıma casting mi var, daha anlayamıyorum.
aşk dedikleri zaten her daim gömlek cebimde duruyor, ama sonunda gün olunca seni sen olduğun için sevmeyeceğimi de kesin biliyorum, ve başlarken söylediğim sözümde durabildiysem şimdi ne ala mualla, umarım seremoniyyi yeterince kıssa kesebilmişimdir.


hamiş:
büyük türk mütivittırı tunaadam’dan damdan düşüren cümleler için müracaat en üst kat.

nuh ya da mevsimsel farkındalık


bu topraklarda rüzgarlar haddinden fazla şiddetlenmeye başladı, eğer bir tufan ihtimalini göz önünde bulundurursak, o gemiye ikimizin birlikte binme ihtimali mevcut; yok eğer hafif yağmurlarla geçiştirmeye devam edeceksek günleri, önümüzdeki defterlere yangın duaları yazmaya devam edeceğiz.




KANAVİÇE


rüzgar: rüzgarlar, uçurtmaları uçuranlar ve uçurmayanlar olarak ikiye ayrılır. sıcak ve soğuk rüzgarlar diye de ayrılabilirler ama bu kısa süreli ayrılıkları müteakip çabuk barışırlar. bazı rüzgarlar gemi götürür, bazıları gemi azıya alır, bazıları gemi batırır, bazıları ise gemi uçurur. biz burada nefesten mütevellid kuvvetli esen ve yakaladığında uçuran rüzgarlardan bahsediyoruz.

had: haddi müdaafa yoktur, vaadi müdafaa vardır. o vaat, bir misli bahadır, bir sengine yekpare acem mülkü fedadır. yazılarının kenarına kalemle süslü sınır çizgileri çizersin ki herkes girmesin, buna had sanatı denir. haddi zatında bu kez yazarın da haddini aştığını düşünmüyor değilim ama izin ver sınırlarımı da ben çizeyim değil mi, kırmızı damlı evler ve gözetleme kuleleri en iyi haritalarda görünürmüş, hadi ordan!

şiddet: “ne bu şiddet bu cemal/şu bendeki aşk olmasa” mısralarında şairin de belirttiği gibi, sevdiceğin cemali bazen o denli şiddetlidir ki, uzaklaştıkça yakar. öyle de bir güneştir işte medeniyet gibi. ama ne olursa olsun kağıtta şiddete hayır, çünkü şiddet, iki d ile yazılır, yazımızı okuyan kıymetli okura şeddedemeyeceği bir teklif sunar.

tufan: en kötüsü de tufanda yalnız kalmaktır. bir yazar demiş ki, “beni inandırmak için tufana gerek yoktu, ben zaten ezelden beridir yağmur severim.” buradan kendisine sesleniyorum, ses veriyorum, kork-ma. bütün şairler yazarlar müzisyenler hep aynı yağmuru mu kullanıyoruz sanki, elbette hayır. ama bu postmodern tufanı müteakip gemilerin dağlardan geri dönüşünde nebi ses nebi nefes, uzaklarda bireylerde, şarklılar söyleniyor. peace!

göz: konuşmaya yarayan organımıza göz denir. kitap okumaya yarayan organımıza da göz denir ama kitap okurken konuşulmaz gürültü olur. göze gelmek kötü, göz göze gelmek iyi, gög-göz’e gitmek çirkindir, izmir sevmem zaten hiç. gözün nur topu gibi bir de bebeği vardır, ama mahremin arka kapağında da okunabilen gözbebeği tanımından burada bahsetmek istemiyorum, onu yerine şöyle bir alıntım var:"senin gölgeni içmiş, onun göz bebekleri". shocking!

gemi: zannedildiği gibi meçhule filan gitmez hiçbiri, bu konuda bana güvenebilirsiniz. su üstünde yüzen her şeye gemi galiba denir, bütün denizlerin mürekkep olduğunu düşünürsek kağıt gemilerin denizde yüzmesi bir tarz çelişki sanki oluşturur. yok eğer bütün mürekkeplerin deniz olduğunu kabul etsek bu sefer de vapurlara olan aşkımız karşılıksız herhalde kalacak, o halde buradan ona yetişebilmek için ek sefer konulsun. bu arada, karpuz kabuğundan gemi olmaz, film de.

ihtimal: yakin ve tuzak olmak üzere iki çeşittir. okullarda uygulamalı dersi gösterilen ikincisi, dersini öğrendikçe rüyalarda gösterilen birincisidir. ülkemiz çok değişti, artık ihtimal filan olmaz diyenlere, ikibinli yıllarda fransız ihtimali gibi hareketler görülmez sananlara, belki de ben fransız olurum ama böyle bir şeye asla ihtimal vermiyorum diyenlere şöyle seslenilir: ihtimal verilmez, alınır.

hafif: müzik. din leyelim ley buakşam? önüne geldiği kelimeye "az" gibi pek de olumsuz sayılmayacak bir anlam katsa da, önüne geldiği kıza hiç de olumlu sayılmayacak biranlam katar. örneğin afrikanın bazı beldelerinde meşreb itibarıyle kulağına çalınan istisnasız her müziğe yüksek oynaklı refleksif figüratif fiziksel tepkiler veren kızların ardından gıyaben hafif denildiği duyulmuş, ama müzik sesi ne hikmetse duyulmamıştır. hey mr.dj! please don’t stop the music!

yağmur: bkz.(dahadikkatli)

günler: köpürür. snoblaşır. günler sayılınca geçer, öpünce geçmez, tavır yapma müdürüm bu alıntı sayılmaz. altın günlerinden vazgeçilir sinema günlerinden vazgeçilmez, gelen günleri geriye boş göndermemek günlerin sahibinden alkış alır, komşu tabağı bile boş yollanmazken ne haddimize. haftanın bazen bir, bazen bin günü vardır; ama belki günlerce süren “günü yaşa” hayatımızın son gününde, daha günü yaşayamadan kaybedince anlayacağız ki aslında günü değil gülü kurtarmak gerekiyordu, bilesin, göğsümde hangi yöne açılmış tek gülsün, der gibi, şizofrengidergibi, bu da mı gül değil sayın hakem?

defter: en güzel defterler alın çizgili harika metod defterlerdir. ama benim öyle güzel defterlerim olmadı hiç evet, hepsini kendim aldım, satırlarını kendim çizdim, sayfalarını kendimle doldurdum, galiba ondan mütevellid ne sağdan ne soldan kimseye uzatamadım. neyse uzatmayayım, kendi yazdığım bu defterlerden okuyunca şüphesiz zarardayım, halbuki bütün defterleri bir muhasebeci hassasiyetiyle tuttuğumu sanmıştım. ne diyeyim, aaa, maça çok iyi hazırlanmıştık, sonuna kadar mücadele ettik, üç puan istedik ama olmadı, artık önümüzdeki defterlere bakıcaz.

yangın: su yangını söndürür derler, şu yangın hariç?

dua: karıcığım bana eroin koya

rabbim şimdi bir polisi tutuklar gibi
değişik bir hayvan tıkanıyor göğüslerimde
menşei cam çocukların haysiyetiyle
pasiflora anlamında tiren koşayım.
koşayım filmlerin adı bu olsun
şehre laciverd bir ceket gibi yakışsın yağmur
rabbim gör rabbim duy rabbim bağışla
rabbim kızın annesi bankada memur.

sol yanlarım cumartesi küle çalışsın
mason teşkilatlara çapsın bisiklet
titreyeyim muştalara sapayım kopkor
rabbim kız okula geliyor, yaşasın cumhuriyet!

işte yeniden gür bir kapsül sürçsün eşikte
al sakallı bir kelebek başlasın bitsin
bu kestiğim son kardeşim surları sökün
hayır judas düğünüme gelmeyeceksin!

semerkandı denetleyen bir dedektif mor
yar göğsüne salmadığım şu pürüz sicim
sakis dahi peşindedir bir kur’an’ım vor
eh onu da siyah kotumla giyeyim rabbim!

rabbim o tarz bir tiyatro gelsin bu şehre
haddinden fazla mermi kuvözden seksin
rabbim rabbim ben de sordum sarı çiçeğe
ah beni de şu direğe bağlayın gitsin!

işte şimdi kör bir masat yorumluyorum
ham meçlere seyrediyor göz bebeklerim
öğrettiğin trenlerle baştan çıkayım
lübabeyim lübabesin lübabe rabbim!
ah muhsin ünlü


V for velettalin, amin.








benden önce laciverd söylemek

bir mukaddes cinayet bizi o gün dışarı çıkarırsa eğer, ellerimizde ufalanıp postmodern tanklara savrulalım. o zamana dek yol bulamamış kalbimizle sınırlı kalmasın taş işçiliği, karşılıklı bronz heykellerimiz yapılsın güneşe hiç çıkmaksızın, topluma inat iki madeni insan gibi bükülmez boyunlarla, çağdaş düşünce müzelerinde gezip koşmaz atlar binelim, ve modern sanat nihayet yüzümüzü birbirimize baktırsın.

-müjdemi isterim beyefendi, bir olunuz oldu.
-ol ey!

die verwirrungen des zöglings ediTörleß

nehir akıyor peki ama neden siz heb.
nedensiz heba ettiğim vaktimi geri kaza.
vaktimi geri kazanabilmenin bir yolu da.
daralanda mücadeleyi kazanmak için yapı.
yapılması gerçekten gereken asıl.
-nokta-
en asil duygunun insanı biliyorum.
yorumsuz yazılar yazmaktan kaçın.
açın yalın halinden tok ne anla.
ne anladığınız kadar nasıl anladı.
asıl anladığınızı sandığınız cümlelerin içi.
cümlelerin içinde hep sembollerle yakıl.
akıl asıl şimdi kullanmak için değil de ne.
deneyin galibi muhakkak ve karlı çıkın.
-ses-
vakarlı çıkın artık sevdiğinizin yanı.
izin yanında ise hepten kül olmuş ad.
:kul olmuş adamın açıklamadan bıraktı.
aktığı mecraları serinleten bu nehir.
bu ne hira dostlarım ne maveraünnehir.
-na karat-

bir astronodun nod defteri

sanki uzaklaştıkça soğuyor mu ne. donarak ölmekten kaç ve elektrikli sobalara sığın. hem bildiğin ışıkla ısıtıyormuş bak. ufo gören masum köylü, milletin efendisi. bu zamanda böyle efendi astronotlar kolay bulunmuyor. tam karşımda bilinmeyen uçan isimler, uçmaya dair hikayelerle uçan daireler. öteki boğaziçi mezunundan uygulamalı daire uçurma dersleri. ah güzelim artık astronotlar da öyle şişman ki sorma. eskiden bu şarkıları çok severdin diye hatırlıyorum zekiye. bence sen uzayı da seversin heparını da. aya ayak basanı da ayık bakanı da kahraman bellersin. tekrar düşündüm de, tarih tefekkürden ibaret. hem galiba tarihte sadece neil bu şerefe nail olmadı. ve devrim teorisyeni arkadaşlar da bittabi astronot olabilir. o zaman ne duruyorsun, yuri be koçum seni kim tutar? da, ben bir yerden bir ses duydum galiba? mekiğin kapısına bir de not yapıştırmış köftehor: aya gittim gelicem. imza: Armstrong. eh, o zaman sen de yuri ya kulum, buaşka ne diyeyim. he de be, biaşka ne denir ki, olağanüstü halimi hatırımı sor geç ama, ilan edilen o halde şimdi sen de mi moon yoksa? demi moon, demi tavşan, demi bilmem ne belarus? yarım ay, mavi tuna; mavi ay, bu rus milislerin hesabını görün paşam! genelgeçer zevklerin beyhudeliğini anlatan genelgeler çıkarın. zeki müren, ze kim üren! bu nota ancak tamburla çıkar. şol cennet yurdumuzda bazen kanunun da işlemediği şarkiler vardır. paşa hepinize hak veriyor ince telden, lütfen siz de doğru notaya basın. ama sudan sebeplerle itfaiyeye kızmayın n’olur. entelijansiya yangına sıkılan sudan çıkmış balık gibi şaşkın; çölde çay kaşığı tuz, huysuz ve tatlı kaşığı biber, tavuk suyuna çorba kaşığı laf. boş konuşmaktan imtina ediyorum boşkanım. ama böyle sekiz ciltlik bir eserde uyku o kadar iyi geliyor ki son cildime. üstelik buranın yemeklerinin tadına doyulmaz, ici restaurant “le monde”. garsonlar bile dev kazanlarda marine edilmiş marineler. uzayda olsa bu yemekleri kolay kolay bulamazsınız. üzgünüm ama böylesine ebedi hayatta kendinizi edebiyat sosuna hiçbir kitapta bulamazsınız. yo hayır o adam “düşenler”de seni beni yazmadı katiyen, belki bir kalemde sildi. bir de üstüne üstlük evren genişliyor diyorlar, galaksi şeytan! bu nasıl bir hikayeye dönüştü böyle! neyse n, oysa o, koltuğunun altında kitap taşırdı, kimse kim ki, duksa duk, geçen hilalde ayın elemanı seçmeleri geldiği zaman, biz ilk kadın astronottan çok umutluyduk. ama o dahi yerçekiminin cazibesine kapıldı, işte buna inanması çok üzücü, çünkü nasa hakemleri bütün puanlarını sildiler. ve hay, eleğinde eleman eleyen patron, patron! ben buranın yabancısıyım da, şu ilerideki köşeyi en kısa yoldan nasıl dönebilirim? bu ilana kulak ver ya bancı. bak simya deneylerinde kullanmak için vasıfsız element aranıyormuş. ücret dolgunmuş, ama senin düşmeyen dolgun kalmamış. şol yumruğumla o dişi kırmamın üstünden kaç sene geçti? bilmiyoruz, bilmiyor, bilmukabele. Sonra mevzular akl aştıkça, yerlere taşan kanlar koyulaşıyor. tavşan kanlar, demi mor. e onu da siyah çayla içeyim n’apiym. uzay mekiğim dokunmatik pilotta ve göktaşı başımıza yaklaştıkça aklaştı. ama yerçekiminden azade vicdanım rahat, ne de olsa, hasbelkader bu yaşa kadar gelmiş olsam bile, yaşımı göstermediğim planör sosyete tarafından kolayca bilinir, çünkü ben başka bir dilde bisiklet söylüyorum, ve orada bisiklete dolayca binilir.

hay

bayanlar baylar bugünkü gönderimizde sizlere daha önce hiç denenmemiş bir deneme hazırladık. şimdi çok basit bir deneme yanılma, koşulsuz inanıp gerçek sanılma, ve sevilen yazarlara boynundan sarılma yolu ile; ne okuyup ne sandığınızı, ne üzerindeki örtüyü ne de kapağındaki kilidi atlamadan, bir bir anlatmak ve pazarlıksız anlaşmak istiyorum, bu yüzden asıl bahsedeceğim mevzuyu hatırımda tutmakla beraber şimdilik size irademden başka bir şey bahşedeceğim, eğer hazırsanız buyrun size mutlak monarşi süsü verilmiş demokrasi.
Ellerinde bayraklarla meydanlarda toplanmış saygın kalabalık için, olanca kuvvetiyle toprağa tutunmuş, gönül kökünden türetilmiş bir kelimemiz var, göndermek istediğimiz kelimeleri ucuna takıp sallandırdığımız, tepesinde küçük bir topu dahi olan uzunca bir gönderi andırıyor. Belki de tam şu anda bir yıldız kaydı. Lakin bayraklar sadece yılın belirli zamanlarında burçların ucunda ya da taşları kırılmış metruk okul bahçelerinde dalgalanmayacağı için, insanoğlu üstün yeteneği sayesinde gönderme yapmak için birbirinden güzel birkaç yöntem geliştirmiştir. bunlar mesela nelerdir?
Bilindiği üzere posta şirketleri, zeplinler, şişeler, güvercinler, kamyonlar gibi bu iş için kullanabileceğimiz çeşitli güzellikler mevcuttur. göndermek istediğimiz mektupları yazdıktan sonra, gönderme yapmak istediğimiz kelimelerle tıkabasa doldurarak ya da odanın içinde durmadan dolanarak, az önce saydığım yöntemlerden birisini seçip kolayca gönderebiliriz. Aslında bu yöntem nevinden saydıklarımız arasında hiçbirinin alınma garantisi yoktur, bazen okuyan kişi yazdıklarımıza alınabilir tabi, ancak bu ses benzeşmesi olduğu için gol sayılmaz.
Posta şirketleri bir yana bırakılırsa, güvercinlerin ayak bileğine küçük kağıtlar bağlayarak yapılan göndermeler IVIVIVIVI.Henry ingilteresinde ya da IXIXIXIXI.Louis fransasında çok romantik olur, bazen ülkemizde de masum örnekleri görülebilir, güvercinler genelde göğsümüzde sıkıştığında bu şekilde yapılan uçuşlar hem göndereni, hem alanı, hem de yenicami önündeki güzelim kuşları rahatlatır. Kelimeleri şişe ile gönderme metodu ise sadece ıssız adalarda ya da denizin ortasında mahsur kalmış denizcilerin kullandığı bir metod olup, bu adamların bolca tükettikleri rom şişelerinin içini kıyak kafayla yazdıkları mektuplarla doldurarak denize atmaları suretiyle gönderilirler, bu mektupların elliüçte yedi oranında sarhoşken yazıldığı isviçreli bilimadamlarınca ispatlanmıştır. Üstelik bu tarz göndermeler esnasında esen eski rüzgarların çok acayip etkileri olmakta, sıcak rüzgarlar şişeleri çöl kadar sıcak yerlere götürürken, soğuk rüzgarlar ise kıyıya varmasını engellemekte hatta kutuplara gönderebilmektedir ki orada geceler bile altı aydır, dolayısıyla, denize atılmış bir şişeyse her kitap, kapıları her gelene açılmazsa, bu sözün gerçeklenmesi için önce attığınızın bulunacağından emin olmanız gerekir.
Şehirlerarası göndermeler için ekseriyetle kamyonlar, ülkelerarası göndermeler için müessiriyetle zeplinler kullanılır. Kamyonlar kavunla birlikte kasalarında kelek yapmayacak kelimeler de taşırlar, zeplinler ise taşımacılıkta mesafe tanımaz ve bir kere havalandıktan sonra yansalar da farketmez. Yanmaktan bahsetmişken, göndermek için yazılı birşeyler bulamadığımız zaman ya da yazdıklarımızı göndermeye değer bulamadığımız zaman, derdimizi dumanla da rahatlıkla anlatabiliriz. Bunun için iki yöntem vardır, birincisi yazdıklarınızı yakmaktır ki, bu kolay yoldur, ama kağıtlar çabuk yandığı için dumanı hemen kayboluverir ve maazallah daha yükselmeden bir rüzgar alır götürürür. Bir diğeri ise daha uzun süre yanacak ve sevgi dolu kokulu dumanlar çıkaracak bir şey bulmaktır. Misalen, can yakmak iyidir, bir kere yandıktan sonra bir daha oduna ihtiyaç duymaz, doğru usüllerle yakıldığında kolay kolay sönmez, yangınını ancak haberi alan tarafın verdiği ihbara istinaden, ayak bileklerine küçük kağıtlar iliştirilmiş itfaiyeci kuşların gagasında taşınan sular dindirebilir.
Ateşin bulunmasından sonra geçen şu kısacık zaman zarfında, teknolojinin de hızla ilerlemesi sayesinde son yıllarda radyo dalgalarının bile bir gönderme yöntemi olarak kullanıldığı görülmüştür, ama bunun için kolay kolay ısınmayan klimalı bir kulak gerekir, bazı insanların hiç kulakları yoktur ve saçlarıyla olmayan kulaklarını kapatırlar, onları ancak desparate housewives paklar ve konumuz haricidir boşverin, fakat kolay gibi görünse de radyo dalgalarıyla gönderme yapabilmek için öncelikle elektrik denen enerjinin keşfedilmesi gerekir, tesla yardımcınız olsun. Yakın geleceğe damgasını vurmasını belkediğimiz bu elektrik denilen enerji türünün, sadece mevzubahis ses dalgalarıyla değil, gönderin ucundaki bayrağın her dalgalanmasında ucundan düşüveren kelimelerle, aynı zamanda elektronik posta ya da blog denilen uzay mekikleriyle de uzayda kendini göstereceği ve bunun fezada yaşamaya mahkum astronotlar için, astroidin galaksi turu ayarında bir devrim niteliği taşıyacağı tarafımızca değerlendirilmektedir.

V for Veyletta

Diyelim ki, bir öğle vakti yanına vardığınızda, o güne dek gölgesinde oturduğunuz duvarınızı yıkılmış buldunuz. Hangi saygısız duvarımızı yıktı diye kulaklarınızdan dumanlar çıkararak bir suçlu arıyorsunuz. Gözünüze az ileride güneşin altında ayakta duran bir çocuk ilişiyor. Elbiseleri, elleri, yüzü, gözü hep toz içinde. Başka bir suçlu aramaya elbette gerek yok. Şimdi sizin için doğru olan, duvarın yıkılmış olduğu ve çocuğun elbiselerinin tozundan hareketle, duvarı onun yıktığıdır. Çünkü bu kolayınıza geliyor. Çünkü sadece iki cümlelik önermelerle bu doğruya ulaştınız. Çünkü ne kadar az düşünürseniz o kadar kolay bulursunuz. Çünkü en doğru yol sizin için en kolay yoldur. Çünkü yıkılana kadar yaslandığınız duvarın ardını bir kere bile merak etmediniz siz. Çünkü o çocuğun kim olduğunu birbirinize sormadınız bile. Çünkü toz sizin için inanılacak en önemli kanıttı. Çünkü sırtınızı yasladığınız duvarın kendiliğinden bu kadar kolay yıkılabileceğini düşünmediniz. Çünkü bütün mesnetsiz fikirlerinizi ne zamana kadar ayakta duracağı belli bile olmayan bir duvara kolayca yasladınız. Eski yunan tapınakları bir üflemeyle yıkıldı, babilin kulesi bulutlara ulaşamadan devrildi, süleymanın mabedi son taşları oynuyor, fildişi kulelerinden halkın üstüne kolayca inanılacak düşünceler yağdıran aydınlarınız acınacak halde, istisnasız hepsi alçaklık korkusundan yukarı bakamıyor, auschwitz toprağa gömüldü, berlin duvarı parçalandı, ikiz kuleler bile yıkıldı ama, siz bıkmadan usanmadan duvarınızın sonsuza kadar yaşayacağını sandınız.
Aslında gölgesine sığındığınız, körpe zihinlere taze görünümlü köhnemiş duvarınız en fazla sizin ömrünüzce yaşardı ya da en çoğundan birkaç nesil devam edip öylece yıkılırdı, hatta belki siz gölgesindeyken üzerinize devrilirdi de, siz duvarınızın zayıflığına bakmadan yıkan adamı arardınız. Çünkü duvarı savunmak zaten mümkün değildir, bu sebeple, en azından yıkılan haysiyetiniz için saldırmalısınızdır. Bu yıkılıştan sonra duvar yazılarınız da yok olup gider elbette. Bütün o sloganlar şaşkın bakışlarınız eşliğinde tuğlalarla beraber kara toprağa karışır. Çünkü yüksek bellediğiniz o duvarın ardına geçen sizler, kendiniz gölgede kaldıkça üzerine ışık vuran bütün insanları sırf yandıkları için ırkçılıkla suçladınız. Çünkü sırtınızı bir duvara yaslamadan yaşamanın özgürlüğünü kıskandınız. Çünkü siz hayat veren güneşi değil serinlik veren gölgeyi ebedi sandınız. Çünkü o duvar yıkılsa bile artık çocuğu suçlamak sizi kurtaracaktı. Çünkü iz vardı, toz vardı, çocuk vardı, ve çocuğun tek yaptığının, yıkılmaya yüz tutmuş duvarın altında kalmasın diye sahiplendiğiniz kedi yavrusunu kurtarmaya çalışmak olduğu sizin aklınıza gelmezdi. Kolay yoldan yaşamak önemliydi, kolay yoldan köşeyi dönmek gibi, kolay yoldan hayatın anlamını bulmak önemliydi. Siz en üstteki duvar yazısını en doğru söz sandınız, ve birisi daha yukarı bir söz yazdığında, onu bırakıp diğerine inandınız. Düşünürken tek yaptığınız duvarın en üstüne bakmaktı. Şimdi orada gölgede mutlusunuz, birbirinizi hazzın doruklarında ağırlıyor ve konuşan herkesi delicesine alkışlıyorsunuz.
Oysa sizin çağımıza uygun modern düşünceler olarak kabul ettikleriniz; ikibinli yılların gerçeklikten olabildiğine uzak seyreden insan icadı kısır doğruları; parayla satılan kitaplardan öğrendiğiniz dolayısıyla ucuz hakikatler, ya da sağlıksız düşünce sisteminizin kolaya kaçmak suretiyle zorlanmadan ulaştığı burun mesafesinde fikirler; aklınızı hakkıyla kullansanız ulaşabileceğiniz lakin bugünden ötesine varamadığınız mesafeler; sizleri süperkahramanlara muhtaç hale getiriyorken, süperkahramanları da güçlerini boşa harcamaya zorluyor. Kutuplarda mikrofonlara burası neden soğuk diye bağırırken, sahrada bile sıcaktan dolayı suçlayacak birilerini arıyorsunuz, size göre denizler aslında tuzlu değil, tuzu üreten asıl bizim beyinlerimiz, ve oksijen olmadan da yaşayabiliriz çünkü sizin teorik beyniniz oksijensiz bile çalışacak kadar gelişmiş. En basit sorulara temsili bienallerle yanıt ararken, bieNULL cevaplar aldıkça uçan balonu elinde tutan bir çocuk gibi zevk alıyorsunuz, hastalığını doktora göstermeyip diğer hastalara hava atan adam gibisiniz, doktor beni benden iyi mi bilecek dedikçe bütün hastalar sizi ayakta alkışlıyor. Haydi şimdi siz yine kendi doğrularınızla yaşamaya devam edin, kendi doğrularınızla yazın, gezin, eğlenin, konuşun, sevişin, ve uyuyun. Çünkü her uyku, uyanmak için verilmiş bir şanstır.

bu bir hikaye değildir.


-azade-



sıkılıyor. başta bunu yazayım. ama ne içi sıkıldığını daha belli etmedi. belki derdini açığa çıkarmaya başladıktan sonra benim yazmam gerekir. muhtemelen canı sıkılıyordur sadece, ve mesele esasında sandığı gibi önemli değildir. bu durumda emanete ihanet suçundan rahatlıkla yazabilirim ben. sanmam, senelerdir tanıdığımız bildiğimiz adam işte. öyle canını kolay kolay sıkan birisi değil ki. her zamanki gibi ruhu sıkılıyor bedeninde ben eminim. ilk bunu yazacağım. sabah masasına oturduğunda her günkünden neşeli görünüyordu aslında. galiba düşünmeye başlayınca böyle oldu. düşünmeye başlamasını yazdın mı sen? aklına gelen bir fikri bile atlamadan not ediyorum, bugün de saate bakıp düşünmeye başladığı anda yeni bir sayfa açıp başlık olarak yazdım, altına teker teker sıralıyorum aklından geçenleri.
-günaydın ahmet bey! istersin çay vereyim?
zaman bu kadar yavaşlamışken kendini düşünmediğine emin misin? sanki bana da yazacak birşeyler çıkacakmış gibi geliyor bunca fikrin arasından. aklında kendiyle alakalı birşeyler var elbette, mesela eski notlarıma bakınca pişmanlığını görüyorum, not etmişim büyük harflerle, bayağı da yazmışım o zamanlar. o pişmanlıklar bana çok sayfalar sildirdi hatırlıyorsun değil mi? hatırlamaz olur muyum hiç. şuna baksana, oturduğu yerden kendine dert arıyor yahu, bu zamanda bulunmaz meziyet bence. hazır buraya kadar gelmişken, şuradan sağ kulağına birkaç kelime de ben fısıldasam mı diyorum, ne dersin? ah hayır, dışarıdan yardım yok biliyorsun, kendisi ne hesab ederse sonucuna katlanacak, yoksa ben de buradan sol kulağına üflerim çok rahat, kalkar gider bir çılgınlığa doğru hemen. biz yine kendi halinde izlemeye ve yazmaya devam edelim. en son nerede kalmıştı? az önce aklından şunu geçirdi ki, bugünden itibaren yeni bir hayata başlıyormuş. bunu daha önce çok dedi hatırlıyorsan, başlığı senin atıp sayfaları benim doldurmamla sürdü hep, ben yazdıklarımı sildim, bu sefer bu kısmını sen yaz.
-ahmet bey sabah masanıza bıraktığım hesapları da öğlene yetiştirirseniz...
dosyaları sabahtan beri inceleyemedi çünkü aklı hala kendi dosyasında. kendi dosyasını önüne aldı, ölçtü biçti ve süphesiz bir şekilde ziyanda çıktı. işte bu yazılır! üstelik işten kovulma pahasına, bugün daha ağzını açtığını bile yazmadık. sustuğunu yazmış olmalısın öyle değil mi? gördüklerimi düşünmeden yazıyorum, dinle, adamımız daha yeni başlıyor, bakıyor ki bugün şubatın ikisi, gün takvimde boş görünüyor, ama takvime el basarım ki boş kalmayacak, aklımı boş bırakmayacağım artık diyor, yazıyorum bunları hep, bana da bir yer açsa ya. bu gidişle sana varır belki de, bana bugün pek hacet yok anlaşılan. en iyisi uzun uzadıya dinleyelim, bittiğinde aramızda anlaşıp sonunu yazarız. o halde şimdi, sadece dinliyoruz.
"saat daha sabahın onu. ve aklıma gelir gelmez saat onu buldu. bu bir saat neden bin saat gibi geldi ki? ilk iş sağa sola bakınmayı bırakayım şimdi, çünkü bundan sonra hep önüme bakacağım. gözlerimi hiç boşa harcamayacağım, kalbimi boşa yormayacağım, bugünden tezi yok başlıyorum, hesabımı ince ince yaptım. bugüne dek herşey benden götürdüğü için, hesabı kolay oldu, mutlak zararda çıktım, amenna, peki şimdi ne yapmam gerek? önce ayağa kalkmalıyım, bugüne kadar hep oturduğum yerden konuştum, ayağa kalkarsam belki biraz dinlenirim. aslında kendim için yeniden başlamayı istiyorum, bugüne kadar hep tok yaşamışım belli, eğer mide tokluğundan bahsediyorsam tabi, ama ruhumu düşüncesizce aç bırakmışım hem de çok, üzerine taş basmayı bile akıl edememişim, bağrıma böğrüme çalışıp durmuşum. ve hepsi de masamın üzerindeki bu ayna yüzünden biliyorum, çerçevelettiğim resmim yüzünden, resmi dairelerde asılmak üzere yargıladığım resmim yüzünden. artık kendi kendimi terbiye etme yolunda biraz daha çaba harcamam gerek. hayatımı biraz daha düşünerek okumalıyım. her gün inkişaf ettiğimi sanıyorum ama ertesi gün aynı dönemeçten başa dönüyorum. oysa yarınımın bügünümden evla olması gerekiyorken benimkiler eşit bile değil. yoksa şu dakikalar ne işe yarar ki, zaten hep zarardayım. yanlışların en büyüğü, fikirlerimi kendi başlarına bırakıyorum. çok başıboş kalıyorlar kelimeler. sonra en güçsüz halleriyle dolaşıyorlar ortalıkta. onları hislerimle biraz güçlendirebilsem hesabı tutturabilirim gibi geliyor, belki o zaman istediğim heyecanı duyabilirim. ama en başta, idaremi kuvvetlendirmem gerek, irade elzem, irade şart. duygu ve düşüncelerimi geleneksel zincirlerinden kurtarmam gerek. bazı misafirleri zihnimden peşinen kovmam gerek. olmak istediğim gibi olmam gerek, olduğum gibi kalmamam gerek. kendime onlarca şart koştum, bugüne kadar yüzlerce başlangıç yaptım, hiçbirinde nefesim yetmedi, hep durmak zorunda kaldım. şimdi son kez derin bir nefes alıp önce dalabildiğim kadar derine, sonra da uçabildiğim kadar yukarı. bu sefer kararlıyım ama, bu sefer kesin, bu sefer muhakkak dediğimi yapacağım. önüme her gün onlarca gelir gider meseleri koyuluyor, sessiz sedasız hesaplıyorum. boşa yapılmış yüzlerce alışverişin hesabını tutuyorum. beş senedir burada istisnasız aynı işi yapıyorum, bütün hesaplarımı başkalarına satıyorum. şimdi son bir muhasebe ile kendi müessesemi kara geçireceğim, şimdi olacak..."
bu sefer düşünceleri biraz daha farklı geldi bana. bütünüyle benim kalemimi tüketecek bu adam. yine de ben bu fikriyatta biraz bencillik sezdim, kendini kuırtarmaya çalışması bana en azından birkaç sayfa yazdıracak gibi geliyor. en başta belirtmek gerekirse, kendine düşünüyor, başlığımı böyle yazayım. fakat azizim, kendini kurtarmadan başkalarını nasıl kurtarsın ki? bilinçaltında bir yerlerde bu düşünceyi hep sakladı zaten bu adam biliyorsun. bu düşüncelerin hepsi oraya açılan bir kapı, ve yolun sonu iyi yerlere gittiği için hepsini benim yazmam gerekir. hayır, o kadar kolay değil. baksana kendisi için yaptı bütün hesaplamalarını, geleceğe dair somut birşeyler koymadı ortaya, ya yine kendi kendini eğlendirdiyse? yani yarından itibaren kendini düşünmeyen biri olacağını bilmiyoruz daha.
-ahmet abi sesin soluğun çıkmıyor bugün, hayırdır?
bak ben bu defa kesin inanarak yazıyorum. şu an saati durdurdu ya bu adam, yeniden akmaya başladığında herşey bambaşka olacak. ama böyle düşüncelerle karşımıza çıkınca benim bugünüm boş geçti neredeyse hiçbirşey yazmadan. bu adam beni hiç boş bırakmazdı halbuki, mütemadiyen yazardım. en azından çaycının sorusunu cevapsız bırakmasını yazayım, bir selamı çok gördü ya, adam sevecenlikle getirdiği çayı hayal kırıklığıyla bıraktı masaya. onu da ben ileride telafisiyle kaydederim emin ol. hatta müdürün dosyalarını bile daha hazırlanırken aklından geçirdikleriyle yazacağım. gel sen de bana yardım et, eğer yazacak başka birşeyin yoksa. iktiza ederse ederim elbet, ama artık burada duralım. sonuna yaklaşıyor, bugün harfleri mi sayacağız kelimeleri mi? genelde benim kelimelerim uzun olduğu için, harfleri saymak biraz adaletsiz olabiliyor. adamımız için hiçbirini saymamıza gerek kalmadı bence. ama illa ki günün sonucunu belirlemek istiyorsan, buradan çıkışta defterlerimizi adaletli bir el terazisinde tartarız, küçük, beyaz, tarafsız...

yazmak, şartlardan azade olmaya vabestedir

edebiyat camiasında yazarlığı su götürmeyen dostomuz o gece çok huzursuzdu. yaptığı anlaşmaya istinaden verilen süre içinde yazmak zorunda olduğu kitabı, söz verdiği gibi, ertesi gün teslim etmesi gerekiyordu, ama elinde bomboş kağıtlar ile çivit mavisi bir divitten başka birşey yoktu, hokkasını ağzına kadar doldurdu, burnuna kadar kedere gömüldü, ilk iş olarak kitabın ismini kendinden mülhem hokkabaz koymaya karar verdi. ama başlığı bulmakla iş bitmiyordu, bir gecede bütün hikayeyi nasıl anlatacaktı? yanında eli çabuk bir stenografı bile yokken, hızlı düşünse bile bunu nasıl yazıya dökecekti? ama o bu sorulara kafa yormadı hiç. kalemini kağıdını efendi gibi usulca önüne aldı, ve o gece ne verdiyse hevesle yazmaya başladı, sabahı hiç düşünmeden. ne de olsa hikayesini bitirene kadar zamanın geçmeyeceğinden adı gibi emindi.

nasıl itfaiyeci oldum

yağmurlu bir günde resimli bir gazetede, "kurumumuzda çalışmak üzere, ateşe karşı gönülgözüpek ve çok kitap okuyan itfaiyecilere ihtiyaç vardır" ilanını görür görmez ilk görüşte yangın çıkardım. karşısındaki ateşin harflerini doğru anlayacak ve yanmaya koşa koşa gidecek itfaiyecilere o zamanlarda pek ihtiyaç yoktu. söndürmek için yanacak adamlara toplumda sosyal statüko nazarıyla bakılıyordu ve kapıların üzerindeki boncuklar bile yanmaz gözden yapılıyordu. hem aydınlanmak için, hem aydınlatmak için yanacak itfayecilere bir gün ihtiyaç duyulacağını düşünmemişti kimse. ateşe sözü geçmese dahi nazı geçecek, serinleştirici ateşleri keşfedecek, yaktıkça arındıracak ateşler bulacak itfaiyecilere muhtaç olunduğunun farkına vardığında belediye yetkilileri, beni, kırk yaşını devirmiş fahri inayet'i koşulsuz işe almak durumunda kaldılar, çok kolay oldu, zira ben ateşin anayurdunu bile biliyordum, evet, çünkü dünyanın merkezinde yaşıyordum. işe başlamadan önce bile, buralarda yanıp buhar olmaya çalışarak bulutların içinde, ya da düşüncelerin buharlaşmasına razı olup ateşin varlığını reddetmekten evlere sığınarak, hayatımı sürdürüyordum. çünkü düşünceler katiyyen buharlaşmamalıydı, katranlaşmalı, en azından is bırakmalıydı evlerin duvarlarına soğuk gecelerde. sonunda ben de itfaiyeci oldum, çünkü bu işin içinde bir de kurtarılacak kediler varmış, üstelik kurtarıldıktan sonra karşılığını verecek kadar vefalı kediler. ben kedileri bütün samimiyetimle seviyordum, ağaçlarıyla birlikte. ağaçların fedaisiydim, çünkü ağaçlar bize kağıt olurdu, ve hiçbiri kağıt olup mürekkebe bulanmadan yakılamazdı. bence adamlar da kağıt olmadan yakılmamalıdır, ama o günahlarını yazdıkları kağıtlarla tutuşturulanlar var ya, işte onlar yanlış kelimeler seçmenin cezasını ziyadesiyle çekerler. görüldüğü gibi cahil bir adam sayılmazdım, elifle merteği ayıracak kadar bilirdim ilmini, ama biri ayıramazdım zinhar, bir benim için saymaya başladığım andan beri önemliydi, peki ben itfaiyeci olmaya en çok ne zaman mı karar verdim, tam manasıyla ifade edememekle birlikte muhakkak söylemeliyim ki, o mecnun denen zibidinin suratına eldivenlerimi çıkarmadan şöyle ziyadesiyle yakıcı bir tokat aşkedip, ateşin kimyasını sopa zoruyla öğretmeyi içimden geçirdiğim zamanların çok evvelinde, uzun yıllar önce o duvarda, karşımda harikulade bir yangının başlangıcını gördüğümde, ve itfa edilecek fikirlerimin ilk kıvılcımı aldığı gün, diye bilirim.

vaatleri ayarlama enstitüsü

diyelim ki, yeşile doğru hızla ilerlerken kırmızı yandı ve sözünde durmak zorunda kaldın. o zaman şimdi yeniden harekete geçebilmek için yeniden ateşleme yapmak gerekir. fakat aynı hızı duyabilmek için gözleri kapayıp müziği açmak yetmeyebilir. çünkü ben kaç gündür içtiğim hiçbir şaraba kanmıyorum, inanmadığımdan olsa gerek şart. yeter! bu mevzuyu şarapla ilk kez kim ilişkilendirmişse onu da kılıçla kınıyorum. kın. ekmek değil ki bu şarapla beraber dilimize dolayalım. esef. bugün bütün rahipler günah çıkarma yarışında judas. bahsetiğim vaatler köpük partisi liderinin iki anahtar vaadi gibi bir şey değil. zaten sadece tek anahtar var ve o da bilinen kapılarda çalışmaz. bilinmeyen kapıların eşiğinde bırakılan çocuklar deli büyür. ellerinde kocaman bir sol anahtarı, üstelik ingiliz, şol kapının anahtarı, konuya fransız. bahsederken bahsettiğimiz demek istiyorum, çoğul konuşmak mütevaziliği gösterirmiş. ben çok mütevaziyim, ne kadar mütevaziyim, en mütevazi benim, benden daha mütevazi yok. ama sözlerim havada asılı kalıyor, ne yapsak, kitaplarımızı asmayalım da okuyalım mı mesela? kanatlanmış uçan vaatlerden bahsettiğimden olabilir mi acaba bu balon hegamonyası? uzun vaadeli yüksek faiz işletmeciliğine soyunup çıplak kalmak korkusu. oysa aynı uzun vadeli vaadinden vazgeçtiğini vaazedecek bir cemaati bile yok hocanın. zaten faiz haram değil miydi be hocam, bu vaatler harem değil miydi. ağız dolusu konuşmak bile bile orucu bozmaz mıydı? birileri sürekli birşeyler vaadediyor ve ben inanıyorum diye. aman tanrım ne kadar da kolay inanıyorum. düelloya çağırdığım halde gelmeyen bir alay misafir var. hadi onları geçtim, aynı yerde durdum diyelim. soru sormaya inat hiç polis gelmedi. oysa ki benim vaadim o kadar yeşildi ki. zamanında yüksek ülkelerin yaylaları bile imrendiler rengine. şimdi yeni efendileriyle tanışmaya giden fotosentez fikirleri görünce. bir göz rengi olarak yeşili korumaya and içtim. lakin aklımda birtakım renksiz vaatler var hala galiba geç kalıyoruz. o halde yeşil vaadi bizimdir, yürüyün tellioğulları. birleşmiş müdürler enstitü yakıyor çayır çayır yeşil renklerinde. zaten yerden yüksek lisansımızı bitireceğimiz asıl yer burası değilmiş. vaat edilen bütün uyduruk bahçelere karşı gelip varacağımız yer, ebediyyen metruk mabedinde kendimizi ayarlama enstitüsü, üstelik tek başına, te(k) başı(n/a) t(ek) ba(şinanay).
bazen anlaşılmazlığımın karşısına geçip derin derin iç geçiriyorum sıkışan hayvanları azad.

post-güvercin

sevgili mektup;
sana bu hızla akıp giden satırları yazarken, habersizliğim yüzünden durdurduğum saatimin yeniden işlemeye başaldığını görünce, derin kuyular görmüş bir çift göz kadar sabırlı ve dahi mütebessim olmam gerektiğini bir kez daha anladım. on yılı aşkın bir süredir süren aşkın bir süredir sürünüyor olsa bile, önümde durduğun zaman kalemi her elime alışımın, kelimeleri aynı anda kendi boğazıma uygulamak olduğunun farkındayım.
şimdi seni bir zarfın içine hapsetmeden önce, öncekiler gibi sen de ona git ve medreseden kaçtığın halde gelip kendi rızanla teslim olduğunu söyle, bir de şunu de ki; artık ben de kalemimi attım, polisin dur iftarına uyuyorum; ellerim yukarıda, olduğum yerde kalıyorum, ama konuşmama hakkına sahipsem bile yazmama hakkım yok, saatim bir daha durmadan sen dediğimi de çünkü hakkımda gerçeği söylediğin de ayrı yazılır.
hiçten sevgilerle..

kendim-i fade away

çok defalar dalıp gittiğim şu konstantiniyye semalarında gözden kaybolurcasına uçarken etrafımı kuşatan bu devasa tahayyül bulutlarına adam yakıştırmak ya da ayna karşısında son derece yakışıklı görünen yazılarıma küçük süslemelerle ferdi güzellemeler yapmak haddime düşmez, ama güzel düşündüğüm muhtelif zamanlarda hızla üzerime çöken havalar arasında kendime en çok yakıştırdığımdır içimi ısıtan bu serin ve yağmurlu havalar, bilhassa ışık hızıyla doldurup patlarcasına şişirdiğimiz düşünce balonlarımızın hissiyat konusunda meteoroloji balonlarından bile daha hassas olduğu zamanlarda, ince fikirlerimiz dünyanın bütün zeplinlerinden daha hızlı hareket ederler ve gökyüzünden habersiz uçurulmakta olan bütün uçurtmaların kuyruklarını birbirine dolayıp edebiyata yeni bir yön verirler, şüphesiz ki daha edebi ve ebedi bir yön, akıllı kuşların hep uçtuğu ve seninle hep aynı baktığımız.

underground

bu dünyaya özel yaşam formumuzun zirvesinde dolanıp bulutlara yakın durmak, ya da popülist bakışlara yakalanmamak için göz hizasının altında ilerleme ihtiyacı, ya da bulutlarda yüklü bütün elektriği bir anda yüklenip sonra sabırla topraklama hayali, ya da sevdiğinin hikayesini huzurla okuyabilmek için senaryoyu beyazperdede görmeden inanmak.

saf aklın eleştirisi

hem saf, hem akıllı. doğrusu pek naif. ama olmayabilir de. because so serius. ciddiyeti muhafaza memuru. ülke sınırlarını bekler. yıldızlara gider gelir. hobilerinden biri kozmonotluk. en sevdiği sirius. uzay elektriğine inanır. kaldırılabilecek yükler artı. parmak uçlarında kitaplar. adımları bire iki. gelen birine benzer. arkasında bıraktığı kitaplar. ağırlığı iki dirhem. okunmuş güzel kitaplar. büyü öğren anlat. kendisi bir çekirdek. atom saati ayarında. yazılı esere saygılı. kuantum fiziğiyle haşırneşir. aynı gözlüklerle okuyor. newton anlatan kitapları. hafifliklerinden mütevellid uçabilir. edebiyatı seven bünye. sahursuz iftarsız besleniyor. ebediyeti seven bünyamin. sizleri saygıyla selamlıyor. gönlünde yeriniz ayrı. ne düşünürse düşünsün. sizden şüphe edemez. n’olursa olsun izleyiniz. kapımız ardına kadar. bienvenue chez moi. lakin selamsız girmeyiniz.

kılıç yarama iyi bak zannedersem sana sesleniyor

on bira-derim birden ruhumu sıkıştırmaya başlamıştı ki ne içmem gerektiğini hatırladım, şüphesiz ki benim gibi akıllı birine her mevsim koşulsuz şarap yakışırdı, kendimden geçe bilmek için daha evla bir yol yoktu ve vakit kaybetmeden bir sessiz harf satın almak istiyordum, tatmin hakkım dolmadan kelimeyi tamamlayabilmek için içimden on altıya kadar saydım, çarkı felekten bir gece çalmak üzere her zamanki yerde birkaç birader toplanmıştık, o eşsiz musiki sanatlarını icrada fasıl heyetine kendi halimizde eşlik ediyorduk, kanunlar yanı başımızda hız kesmeden çalmaya devam ediyordu, muhayyelkürdi, hicaz ve bilhassa hayret makamında çaldıkları şarkılar masadaki mey ahalisini kendinden geçirmişti, bana demlenirken eşlik eden on arkadaşımla beraber muhabbet dağının zirvesine tırmanmışken inzibatlar meyhaneyi basıverdi, biz ki masaya oturmadan önce sarhoş olana kadar içeceğimize yemin emiştik, önce bu durumu öne sürerek kapalı mekanlarda and içme yasağı yüzünden bize ceza yazmak istediler, sözleri çok saçma olduğundan böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğimizi yazılı olarak kendilerine bildirdim, bu sefer de kapılı mekanlarda eşikte durma yasağını deldiğimizi iddia ettiler, elimdeki kadehi kaldırıp amirim bir gecede o eşiği aşmak kolay mı zannediyorsun dedim, pek aldırış etmeden adamlarına falakayı getirmelerini söyledi, felekten çalmak istediğimiz gece falakadan nasibimizi aldık, artık her adımımızı atışta muhakkak bu kırk değneği hatırlayacaktık, tam o esnada tulumbacıların çıngırakları duyuldu yan sokaktan, şaraba doymuş birini söndürmeye gidiyorlardı şüphesiz, gitmeden inzibat kumandanı bir de nasihat vermeyi eksik etmedi üzerimizden, padişahımızın sözü kanundur, sesi kemençedir dedi, artık sizler de ud değil od sesiyle şarkılarınızı söyleyin cayır cayır, yadsınamaz gerçeklerin ayırdına varıp aklınızı başınıza devşirin, son zamanlarda devletin bazı büyükleri çok ön plana çıksa bile, siz bir anlık hataya düşüp unutma-yın sultanı.

mütebessim ifade tutanağı

Yaz (ben yazma bilmem demeye hakkımız yok artık) kızım (sana söylüyorum ve bilhassa sen anla istiyorum), gereğince (başucu kanunumuzun 489.maddesi ya da ona benzer birşey) düşünüldü (aynı tarz ve her zamanki gibi göğe bakarak) ve (iki ismi birleştirmek için kulanıldığında bir bağlaç olarak çok etkilidir) ilki (duvarımızı süsleyen süslü yazılı iran halısı) kadar (bir harf ile ne güzel değişen hayatlar) etkileyici (şüphesiz ki şair burada bayana seslenmiş) olmayacağını (kalbini açıp baktın mı ya rimbaud?) bildiği (ama bunları paylaşmadığın için kabahatlisindir aslında) halde (maddenin bilinen üç halinden yedincisi) aynı (yakin duran aynı elden bahsedilmektedir) suçu (üzerime gelecek bütün cezaları kabullenerek) ikinci (mehmetten başka kimseye yakışmayan bir sıra sayı sıfatı) kez (kaç kere defa demeye çalıştım ama olmadı) işlediği (tıpkı ellerinde şekillenen bir kanaviçe gibi) tespit (taneleri her dokunuşta saçılan dokuzyüzdoksandokuzlu model) edilen (teşhis için suçlunun en samimi dostunu bekliyoruz efendim) yazara (sonuna a eklenen kelimeler ağırlaşıyor gibi geliyor) kendisini (düşündükçe küçüldüğünü hissettiriyor olmalı) buna (belki bu da bizim rita hayworth posterimizdir) yönelten (çok güzel yol levhaları varmış ve aynı yönü gösteriyorlarmış) sebepler (iki oda bir salon küreyi çepeçevre sardığımızda) ve (işte yine aynı ’vav’ın ‘ve’si) yüzündeki (çizgili kağıt kullanmadan da düzgün yazabiliyorum) gülümsemenin (tarih bu anı da muhakkak hakkıyla kaydedecektir) nedeni (sadece kitap bir adamı gülümsetebilir mi?) soruldu (yeni sorgu yargıcımız melek gibi bir insan). Cevaben (önce soruyu görme ihtiyacından mütevellid) denildi (durumu daha açıklayıcı olması için frenk dilinde) ki (est cette petite fille?), cemiyetimizde (İstanbullu Kalender Entelektüeller Derneği) güzel (çok renkli ve pek havalı düşünce balonları) olanın (balonların içine ama da kuvvetli nefes basmışlar) peşinden (uçurtmaları takip eden uzun kuyruklar gibi) ısrarla (herhangi bir teklife mahal bırakmaksızın) gitmek (ancak peşinden olduğu müddetçe makbuldür) gerektiğine (asıl yeter şartı sağlamayan gereklilikler konumuz haricidir) samimiyetle (dakikada üçyüzotuzüç vurduğu kaydedilmiştir) inanılır (ah evet aynı şeyi düşünüyoruz elbette), çantasında (ben senin Louis-vuitton olma ihtimalini sevmedim) beğenilme (burada jüriden bahsetmeyi unutmuş olmalıyım) kaygısı (zaten umut kaygıyı tek hareketle gömer) taşımadığı (isimden daha ağır bir yük bilmiyorum) için (dikkat kolay yanabilir) ilk (adam gibi yük kaldırabilme arzusu) gördüğüm (ben hiç başka tarafa bakmadım) anda (sen de o an’da an’ladın mı?) beğendiğim (filmlerden seçmek muhakkak suretle yasaklanmalı) bir (ama tek manasında olsun lütfen) kız (bir eline puantiyeli şemsiye şart) gibi (burada başka yazılara gönderme gelebilir); kaleminden (mürekkebin tuzları kağıda iz bırakıyor tavsiye ederim) kan (parmak uçlarına kadar gidiyor bak) damlamayan (yağmurun damlacık değil sel şeklinde göründüğü) bir (irrasyonel sayılar kümesinden alınmıştır) yazar (kendimizi yazarken haşa huzurdan) olarak (çünkü yazar olarak deyince oluverir) benim (şimdilik sadece kendimi kastetmiş olabilirim) için (nasıl olacak da prada ile bir olacak?) ilk (havaya verilen ilk nefes) okuyuşunda (daha okula gitmeden öğrenmiş diyorlar) tecvidi (bir kahraman olarak bonapartec, veni, vici, vidi) tutturan (çünkü okuldan işe kadar her şey şans oyunu gibi) okur (içinden derin ve yüksek frekanslarda) da (evet rus edebiyatını çok seviyorum), kulakları (bugüne kadar gözler yüzünden hep arka planda kalmışlar) çabuk (işte bu düşüncede selim ışık hızına denktir) ısınan (elektrikli cihazlar öngörülenden çok daha çabuk ısınırlar) bir (iki parmağı birleştirir gibi iki kişi) adam (doksan derece ve bindörtyüzkırk dakika) olarak (ağacında mevsimi gelince elmaların olması gibi) ilk (eğer öncekileri saymamak gerektiğini anlamışsak) dinlediğimde (en çok da sessizliği dinleneyi severim) duyduğum (sesi dağlardan duyamayacağıma göre) huzur (saatleri ayarlamanın verdiği tarz) da (Dosto Gogol Puşkin Tolstoy bi de elbette Gonçarov) vazgeçilmezdir (edebiyatın hayatımıza med cezir etkisi); kitapları (onların ilgisini çekmeyenlerden bahsediyorum) arka (görünmeyen yönünü göstermesi gerektiğini düşünüyorum) kapak (denize atılan şişelere tuzlu su girmemesi için) yazılarından (o kadar çok ki kırkta birine talibim) değil (ve öyle olmamalı da zaten) de (ki) ilk (genellikle adının altına yazılıp altına adın yazılır) sayfa (yazı tipi kaç olursa olsun kağıdın büyüklüğüne bakınca birdir) notlarından (her zaman yıldızlı pekiyi bazen ise pekala yıldız) tanımak (bonjour je m’appelle comme elle), filmleri (itinayla sarılmış siyah beyaz bobinler) yönetmeninden (galiba bize bir şey anlatmaya çalışıyor) değil (kendi değillerimizi kendimiz yetiştiriyoruz) de (susmak bize sessizliğimizi bozduracak) yönelteninden (uzayı görüp de nasa’ya hayran olan astronotun hatasına düşmeden) dinlemek (ama neyi ama neyi?), en (mezhebimizin genişliğini gösterir) çok (bir sıfat olarak arttıramadığın tek şey az olmalı) da (kitabı okudum olay rusyada geçiyor) bir (bilhassa tek manasına geldiği zamanlardan) arkadaşı (bir arkadaşa bakıp çıkacağım olamaz mı?) onun (evrenin sıfırsız halini bir düşün) yoluyla (şehirlerarası otobüslerin izlediği yol doğruluğunda) tanımak (şimdi sokakta görsem kesin tanırım) benim (burada kişiselleştirilmiş bir mevzu olabilir) için (aynada gördüğüm aynı bana göre) göğsümde (kafes demek çok kolayıma geliyor) tıkanan (işte burada kelime bulmak zor) ama (sen olmasan nasıl açıklama getirecektim) sesini (sadece şarkılarda belli etmiyorum) çıkaramayan (oysa sabır ve iyi bir plan bizi buradan çıkarır) lal (ne çok şey anlatıyor değil mi?) bir (nev-i şahsına münhasır rakamımız) kelebektir (mayın metaforuna hiç değinmeyeceğim), kaburgalarım (ne bir fazla ne bir eksik) kanatlarını (uçmak için ihtiyaç duymadığını biliyorum) sıkıştırır (ve basınç artar aynı doğrulukta) ve (bu bağlacı çok sevdik bizim olsun mu?) böylece (belki diyorum olması gerektiği gibi) orada (beni de doğduğum yere gömün) kaldığı (hareketsizlikte de aslında yapılan iş vardır klasik fizikçiler halt etmiş) müddetçe (bu tarz zaman sınırlamalarını tasvip etmiyorum) sonsuza (zaten dünyaya yakışan bir sıfat değil) dek (aslında bir son olmayacağı için dek de olmamalı) yaşar (aslında bunu tam olarak bilememekteyizdir), çehremde (bir gün şahit olabilmeni isterim) beliren (mesela üzerimizde bir bulut gibi) tebessüm (yazarken bile insanı gülümsetiyor) ise (açıklamama yardımcı olduğum için sağol) kendisine (doğrudur efendim tahmin ettiğiniz gibi ta kendisi) şükran (şu an için elimden daha fazlası gelmiyor ama olacak) teşebbüsümdür (bence denemekten zarar gelmez), denildi (ve kayıt altına alınmış oldu) ve (noktalama işaretlerinden bile daha kıymetlisin canım benim) davanın (kafkanınkinden çok ama çok farklı olarak) ileri (yukarı yukarı ve ileri süperkahramanı) bir (belirlemesi güz bir gün) tarihe (kayıt altına alınmak kaydıyla elbette) ertelenmesine (tehir kelimesini daha sık kullanmalıyız) karar (bir tokmak sesi duymamız gerekmiyor muydu?) verildi (artık bu hepimizi zenginleştirsin isterim). O (ya da daha önceden kaydedilen bir vakitte) zaman (haydi ger varlıkla beraber okuyalım) sen (okuyor olma ihtimalini değerlendirince) de (dahi anlamında okurlar içindir) hiç (yokluktan kaçarcasına uzaklaşmak için) durma (yeniden koş yollarda gibi sözler) yaz (şimdilik kendi adınla başlayabilirsin) kızım (lütfen ellerin daha hızlı olsun), çünkü (artık açıklama yapmayı kesmem gerekiyor) çok (diğerlerine göre kıyasladığımızda) vaktimiz (birden başlayarak sayarsak oraya da geleceğiz) var (bizim bina yokluğun tam karşısına düşer) ve (seni daha fazla nasıl yüceltebilirim bilmiyorum ve) ben (bu satırların mütebessim yazarı) içimden (tıpkı aynı şeyi düşündüğümüz gibi) okumayı (kendimden başka ruhları da kafileye katıyorum) bilirim (ama hala söylemem diye beni sıkma n’olur).

peki oynayalım ama kızd’ırmak yok

o zaman at bakalım,
daha başlarken düş eş,
hikayenin ortasındaki boşluk,
dizlerimizi bağlatan kan kırmızı tank,
akmam diyor, seller değil eller yıkar şehri..

o zaman hat bilelim,
iki mavi arası bir çizgi halinde,
adını çivitle yaz matmazel “sans l’ötre”,
yüzümde kazdığın siperleri seller götürsün,
mülazım-ı evvel, telgrafı kes, ingilizler buradadır..

o zaman at binelim,
yürüyüşümüz büyük l şeklinde,
istemem o hiç koşmuyorken düşesin,
bir gecede göğe beraber kanatlanabilmek,
altımızdan şehirler geçiyor, dolayısıyla kapalıyız..

o zaman hat silelim,
atlara koşun aynaları yakın,
kaburgama saplanan kısa şarapnel,
yok havadan taarruz muhtemel değil paşam,
bu sefer üstümüze düşen elmalar adem-i sabırdan..

Il était une fois dans l'ouest

ışık doğudan yükselir derken haklıdır, bütün kelimelerinde olduğu kadar, ama bunun için ne kadar doğuya yol kat etmemiz gerektiğini söylemez, osmanlı hesabıyla belki 1158 belki 1815 belki daha uzak, biz gidebildiğimiz ölçüde viyana'ya kadar yol alıp çok önemli anlaşmalara imza atarız ülkeler arasında.
yürüyen dağlarla çizilmiş doğal sınırlarımız içinde çeşit çeşit ülkeler doğar büyür ve yaşarken en bıçkın tamlamamız tamlayanını kolay kolay değiştirmez, medeniyetenek yarışında eksik kalışımızın yegane sebebi sınırlarını çizdiğimiz esas ülkenin hakkını verememiş olmamızdır.
zamanında başka hükümdarların akıl ülkesinin sınırlarını çizerek tahtına bilmemkaçıncı hikmeti geçirmesiyle, hızını almış şairlerin önünde hiçbir ordunun duramadığını, keskin kalemlerin akıttığı kanlarla sulanmış kişisel tarih sayfalarından öğrenebildiğimiz kadarıyla biliyoruz.
bir zamanlar yüzlerce kıtaya hükmeden bir şiir imparatorluğunun doğduğu bu topraklarda, bu akıllı gelişimin sonrasında daha akıllı bir devrimle tahta geçen esas şair ve ekibi, ve bu devrime kaymaz zemin hazırlayan herkes, bugün okullarda resimleri asılı olmasa bile bazı ülkelerde kahraman kabul edilirler.
kabul edilirler, evet, çünkü ülkeler çeşit çeşittir, mesela;
“bu ülke” ile “diğer ülke” arasındaki soğuk savaş senelerdir sürüyor ve yavaş seneler birsürü yorumu akıllara getiriyor; yakın uzayda bu kadar imkan varken hükümdarlık sınırlarımızı uzak dünya ile sınırlı mı tutacağız?
“akıl ülkesi” ve “k.ülke(disi)” arasında silahlı çatışmalar almış başını yürürken ayağı takıldıkça düşe yazıyor ama okumuyor; oysa okumasını bilmemek masalı değiştirmez, göğe bakmak gözleri yormaz.
“ülke.r” ile “rainer m. r.ülke” arasında az önce başlayan mücadele ise r.ülke’nin yenilmezliğine karşı ülke.r’in afiyetle yenilebilmesi sonucu çarçabuk bitti bile, das stunden-buch gegen dankek; kırmızı çaya karşı ilahi komedya,
danke!

hadi geçmiş olsun

biraz daha samimiyet yolumuzu açacaksa şimdi, kurtarmak ama kimi? süper kahramanlığın gerek şartını sağlamaktaki niyetim beni uçurmaya yetmez, kendimi kurtarma çalışmalarım olumsuz havva koşullarından ötürü sekteye uğrar, adam gibi hatalarımdan ders alıp kendimi düşünmekten vazgeçebildiğimde havanın güzelleşeceğine olan inancım ise, isimlendirilmiş fırtınaların olanca şiddetine rağmen sabırla sürer; boyumu aşan bu dalgalar göğüs kafesimde nice gemileri batırır, tayfalarından hayatta kalabilenleri ancak ıssız bir ada kabul eder, ondan sonra dört tarafı denizlerle çevrili adam parçalarına toprak denir; toprak çok güzel, gelsene; çünkü ben yola koyulsam geç kalırım bak saatim ayarsız yine yediyi vuruyor, benim bu uzak şehir trafiğinde sana gelmem nereden baksan onu bulur..

Just

fötrşapkalıyaşlıadam:
-çok kan kaybetti adamcağız!
pazardandönenevhanımı:
-vah vah! pek de gençmiş!
üniversitelibirgenç:
-adam acılar içinde baksanıza!
liseninedebiyathocası:
-galiba bir şeyler söylemeye çalışıyor!
uzaktangelengençkız:
-açılın! ben dinlerim!

cümleleri velhasıl ile açıkla derdi babam.
velhasıl, siz açılın! ben dinlerim.
korkmayın açılın, ben yüzme bilirim.
sen ne kadar uzağa açılsanda, peşinden yetişirim.
burası benim düşüncelerle kaynatılacak denizim,
tuzlu suyundan mavisine kadar hepsi benden,
yunus balıklarından tufanlarına kadar hepsini ben yaşatıyorum,
derinlerinde yaşayan her canlının ismine itinayla can verdim,
yakında ay doğar üzerimize sular yükselir belki bu şair ölür,
ve bana akan bütün ırmaklar yürütülen dağlardan doğar,
sonsuz yağmurların yağdığı aşk yeşili yerlerden,
deniz seviyesinde hayatımıza indiğimizde,
saatler yine olanca hızıyla geri kalıyor.
ama ben içinde yüzdüğüm zamanı,
en iyi güneşe bakarak bilirim;
ve de bilhassa
sevgilim beni sıkma,
ben yazma da bilirim.

yerdeyatanadam:
-açılın, ben hastayım! galiba karaciğerimden değil.
yerdeyatanadam:
-dinle bak biraz daha yüksek sesle fısıldıyorum.
yerdeyatanadam:
-suni olmayan nefeslerle üflenen bütün neyler,
yerdeyatanadam:
-bana her soluğumda aynı ismi hatırlattıkça,
Yerdeyatanadam:
-iyi ki yoksun, çünkü dualarım eksik kalırdı…

yazın çok güzelmiş

bugüne kadar okuduğum bütün uzun mektupları anlayabildiğim kadarıyla aklımda tutum, safi, yazdığım kısa mektupları ise usulüne uygun zarflayıp laciverd ceketimin iç cebinde biriktirdim, yağmur, kapalı teklif usulünü bilmediğimden göndermek istediğim zamanlarda elim zarfa gitmez, trapez, açık nihale usulüne aşinayımdır onun için hadi iç de çay koyayım, şair, ben mesela böyle zamanlarda mümkün mertebe küçük çaya tek şeker atmak isterim, tavşan, kağıt üstünde hiç işlem yapmadan hepinizi akıldan toplamak isterim gerçi burada toplanmışı var, kayıt, yola çıkmadan mutlaka içinden bir arabanın geçebileceği büyüklükte bir tünel uydururum, ışık, kim bilir belki bu da bizim rita hayworth posterimizdir, ciel, yanıma yakın gözlüklerimi de alırım ihtiyaç halinde acil çıkış için camı kırarız, up, işte bu da içine kendimizi itina ile sakladığımız kitabımızdır dear warden, hoşgeldim, oysa sen içerdeyken ben çok içerledim müdürüm ve o zamanlar graham ile bayramlar dışında açık görüş yasaktı, bell, şimdi ise yanınızda taşıdığınız çok fonksiyonlu bu makina ve makinaci en güzel nasıl şarj edilir acaba, overcharged, beni hangi kelimelerle güzelce dolduruşa getirirsin, diyorsun ki zaten hayat ancak bir yönüyle güzeldir, öyle se, onu da cebimdeki pusula bilakaydüşart gösteriyor, hakim, ben de elektrik istiyorum o halde hadi beni de şu prize bağlayın gitsin, power delivery, bileklerimi saran mavi kablo ya da ayaklarımdan bağlamışlar bak yeşil, örtü, göğe bakalım ya da yere bakalım, nihayetinde yürek yakalım ve herkes kendi yüreğinden mesuldür, yan masa, buna rağmen sizin gibi şairleri de masalarda görmek isteriz, söz, taşlar sular ve dizler ile tamamlanan dizeler, buradan uzak şehirler-deki biz, birbirimize benzeriz, buda’dan uzun şairler-peki biz, bizbirizemi biliriz, gözlüklerimizi aldık artık kesin kırmızıyı muhtemel yeşil göreceğiz, ama şimdi akşam oldu sen bunların hepsini bir yana burak bir yana, dunya bir yana rodya bir yana, herkesin derdi kendine bütün kahramanlar gibi, kendi derdimizi buluruz muhakkak dert yine döner kendine, ve bir şey var ki ne zamandır aklımda söylemeden edemeyeceğim, yazın çok güzelmiş diyorlar doğru mu acaba?

bir yaz gecesi eğer bir yolcu

denize nazır şehirlerin birinde, yazmaya karşı olan isteğine karşı muhalefet şehri koymaya hazır bahriye nazırını karşısına alıp iki çift söz etmeye istekli tek kişi olarak, iki tek eşliğinde şişelere ve balıklara olan saygımı ucuz şairler vasıtasıyla dile getirdikten sonra, muhayyerkürdi makamından bir eserle sizlere makamımdan seslenerek eser miktarda keyifle sızlanmayı bir borç bilirim de söylemem zira sesim kötüdür. ama eğer diyebilseydim enstitü eksikliğinden mütevellid ayar tutturamadığım zamanlardaki gibi yine akşam olunca yarelerim sızlar - derdim - çoktur hanginize - yanayım - deyince sen ateş olursun ben – rüzgar - aralandıran perdesini tenceremin en güzel kapağı - kapalı - olarak muhafaza et müdaafa etme bulma - dünyası - karardıktan sonra aydınlanma çağını başlatan bütün filozoflara bugün tesla bobini ile - yeterince - elektrik ve renkleri – apaçık - ampuller bedelsiz veriliyor, sonra da biri-ne mektup geliyor, n’aber? senden? her-gün-akşam-eşin baktığı yerden ve zamandan – bağımsızlığını - kazanan bütün ülkeler kadar ancak üstlenebidiğimiz bu diplomatik misyon, mümkünse vizyon ama tele değil, tele ama fon değil, fon ama etik değil, etik ama spinoza değil, onu yerine hikmet lütfen, kırk no’lu ranla beni, nazım iki çift söz söyle, koma bu gene beni, yeninin yanında etsiz çiğ köfte, ondan sonra n’oldu anlat gözüm, hiçbirşey. de gözüm, yok, demiyor, demi mor, demi ndenb eri, 99/4 kral tertip, kraldan çok kralcı düzen, kralcıdan çok kuralcı tektip, kuralcıdan çok kuracı zihniyetle aradığım yanlışlar düzeltilmek üzere tensip ve emirlerinize arz olunur, elbet-tem-muzun anlam ve ö-nemini belirten bir dört dörtlükle, son.
maykıl ceksın öldü mü/ısız acun kaldı mı/newton öcün aldı mı/eni voci vok ye.
o sayfayı hiç yıkamayacağımdır, ki söz sahibini duruşundan mütevellid isteseniz de yıkamazsınız...

diye sorulduğunda

yıldızlar söndürülür
dağlar yürütülür...
.
vazgeçtiğimde sevmekten,
bir kadını
diri diri toprağa gömer gibi
bir tavrım konuşulur.
.
.
.
sayfasını kirlettiğim dostum tuna'ya

geliniz miri görelim

ilk dert tanışma dedin ya hocam, o halde şöyle sağ taraftan benden başlayalım, tuna adım, bin dokuz yüz seksenlerde bir vakitte üstelik nisanlarda ve de ortalarda doğduğuma dair kayıtlar mevcut, kayıtsız kalınamayacak kayıtlar, üç kuşak istanbullu, siyah kuşak uzak doğuluyuz, aynı zamanda üç günlük izmirli, ama aslen kripton göçmeniyiz, babam ssk’dan emekli astronot, annem evhamını bitirmiş evhanımı, bir kardeşim var o da amatör olarak süper kahramanlıkla ilgileniyor, boş zamanlarımda kitapizlemeyifilmokumayı seviyorum, bu şehre ise kısacık dünya tarihinde ikinci kez geliyorum, vapurlara ise zaten daha öncesinden aşinalığım var, hepsi bu.

beni bil

ben bilinmez adam değilim ki, herkes gibi korkularım var işte, herkes kadar umutlarım kırıntılı, karşımda bana bakarken senin gözlerin kapalı, sağ elinde teraziyi tutuyorsun ya hep dengede, bir kefesinde korkularım var, bir kefesinde umutlarım, nedir o sol elindeki galiba benim kılıcımı almışsın, sapında elin, keskin ucunda canım. bilememenin ilacı şüphesiz acı bile olsa yeter ki sen beni bil canım, kendinden sonra bil elbette. sonra buralara gel kitaplarımdan oku, ben seni sıkmam bilirsin. sonra bilgilerimizi tazeleyelim her gün her gün defalarca, birbirimizi tazeleyelim de falanca filanca aradan çekilsin, malumat yığınında boğulanlara kuleden bakıp, bilmemelerine üzülelim, ayağa kalkalım. sen ögretmen ol mesela, ben çantanı taşıyayım, kapı kapı dolaşıp eşiklerden atlayalım, köy köy dolaşıp yaylalarda koşalım, koyunlarını sayan çobanlara uçurumlardan ve sürü psikolojisinden bahsedelim, kurtlardan bahsedelim, çobainlardan bahsedelim, nirvanaya ulaşmanın kestirme yollarını öğretelim, artık herkes koyunlarını oradan götürsün, gidilen yollar tehlikeli koyunlar kaybolmasın.
ben bilinmez adam değilim de, herkes gibi günahlarım var işte, herkes kadar sevaplarım sayılı. doğru şekilde toplanınca kırk, düşünmeden çıkarınca bir, elimdekilerle çarpınca sonsuz, zamana bölünce sıfır, kökü bütün hesaplarda toprak, karesi gökyüzünden baktığında sonsuz bir ev ki, gün be gün ziyaret ettiğime değil asla, sadece ziyaretlerle yetinecek kadar uzakta kaldığıma pişman olurum, ben de herkes gibi en çok evimde huzur bulurum, sessiz kalma hakkına sahip olduğumu öğrendiğimden beri herkes gibi hak ve özgürlük mücadelesinin içindeyim, sabretme özgürlüğü için deyim yerindeyse gözümü kırpmadan barikatlarda bekliyorum. bazen bütün samimiyetimle korkuyorum da, gömlek ceplerimde tuttuğum ateşle ısıtıyorum ruhumu, dikkat ediyorum çok, yakmıyorum. sigaram olmadığı için bazen şiirlerde bazen de şarkılarda ben eksik kalıyorum, dumanım olmadığın için galiba hepsinde sen. sonra bütün yeşilay cemiyeti rengini değiştiriyor maviye, her şey bir televizyon dizisi kadar gerçekliğe bürünüyor, merak ediyorum seksenlerden sonra neden kimse büyümüyor, eksenlerde sonsuz dönüşlerde sen dâhil bütün gök cisimleri aynı yöne dönüyorsa ben neden durayım?
ben bilinmez adam değilim ya, berkes gibi sosyal araştırmalarım var işte, çerkes kadar danslarım hareketli. kitaplarım hep kalın saysam altı yüz sayfadan çoktur, dinlediklerimi sevmenin tek yolu var dinle sen de iyice kulak verirsen inci küpelerin daha çok yakışır, beni sevmiyorsan bile dinle çünkü başından geçenler o zaman daha çok anlaşılır. senin derdin de anlaşılmaktır belki anlatmaktan ziyade, yoksa dünya sağ olsun bize anlatacak çok şey veriyor istesek yazarız günlük iki yüz kelime yeter, bense anlaşılmak istediğim için cümle hissiyata kelime yetiştiremiyorum, arka bahçemde zaten yetiştiremiyorum zira kahverengi toprak az, binalar çok yüksek beyaz ışık az, yeraltı zenginliklerimi yitirmişim mavi su az, bir tek siyah taş kalmış bahçenin köşesinde bir de suyunda denizleri bulduğum rengi yeşile çalan eski çeşme. damlalar bir değil, bin değil, ayağımın dibinde o kadar çok çeşme var ki, hayratlar içerisindeyim, duvarların dışarısındayım, üzerlerinde okuyamadığım onlarca isimle, işlenmiş mermerler, gri taşlar ve isimler, şehirler, istanbullar, ankaralar, izmirler. çok filozof dinledim lakin inanmıyorum hiçbirine çünkü söylenegelen bu akımlar, izmler, idrakimize giydirilen deli gömlekleridir ancak.
ben bilinmez adam değilim hiç, herkes gibi ellerim var işte herkes kadar gözlerim hipermetrop. birinin yakınımda olması yetmez daha da yakınıma isterim, uzağa baksam güzel düşünürüm ancak iyi göremem, yakına baksam hep düşündüğümü görmedikçe hiç sevinemem, işte bunlar şüphesiz kurtarılmaya muhtaç gözlerimi ziyadesiyle gereksiz şeylere harcadığımdır şimdiye dek, daha dün gözbebeklerim kafam kadar olmuş dedi doktor, ama doktor, en azından onlar yerinde duruyor, bazen en tecrübeli doktorlar bile göremiyor. önünü göremeyenler ekseriyetle takılıp düşüyor, ama ben tutunamayan dediysem sadece tel üstünde dengede duramazsam düşerim, bir de trapezde adamakıllı tutunamam tek sallanırken, geriye kalan bir şey varsa zaten avucumun içindedir. hep aceleciyim çünkü biliyorum vakit dar, gemiler kalkıyor artık meçhule değil, sen de bineceksen bin, bineceksen bil ki önceden keşfedilmiş güzelliğinden emin olduğumuz yerlere gideriz, bir karayel eserse ardımıza alır denize atılmış şişelerle yarışırız, sağ salim kıyıya vasıl olunca huzurla yakarız hepsini yelkenlerine kadar, o ülkenin yerlileriyle anlaşır dönmeyi reddeden semazenlere katılırız, neyle avunuruz bilinmez artık bilinir, hala niyetin varsa gemiler kalkıyor, içinde fransız şairler bir de albatroslar taşıyor, hiç düşünmez misin neden bütün şairler ölüyor da kuşlar sonsuza kadar yaşıyor?
ben bilinmez adam değilim artık, herkes gibi yazılarım yok işte, herkes kadar kolay okunmuyor belli ki. sadece fehminin kuvvetine ve idrak yollarının pürüzsüzlüğüne olan güvenimden mütevellid, cebimde sürekli bir not defteri taşıyorum. kelimeleri ciddiye aldığım için kelimelerimde ciddiye alınmayı diliyorum. var olmanın dayanılmaz hafifliğinden değil, lal olmanın dayanılmaz ağırlığından adım atamıyorum, bildiğin adımı kelimelerin arasından çıkarıp pencereden atamıyorum, bildiğin adamı inanarak dinlediğimden içime atamıyorum, bildiğin adamı kendi yaptığım gemiyle terk edip denize açılamıyorum, hem bildiğin gibi, beni bildiğin gibi değil daha, zaten çok önceden bildiğin gibi, ne kadar okursak okuyalım, okumak yetmiyor, yetseydi keşke ama yok, okumak yetmiyor bir de üstüne inanmak gerek, dumanı da cabası üstelik. hâsılı kelam, bilinmez bir mutsuzluğu bilinen kelimelerle anlatmaya çalışırım hep, bilinen bir mutluluğu bilinmeyen denklemlerle çözmek isterken, bir yaklaşık sonuç ise tek istediğimiz, aman iki olmasın bir dediğimiz, bilhassa gözlerimiz karanlığa alışmasın bu kadar, bu kadar küçülmesin gözlerimizdeki noktalar, ay bırakınca dalgaları yüzüstü çok üzüldük biraz da gülelim.
bana bir şey söyle güleyim,
bir şey daha söyle,
inandır.

Dönmek, başım gibi hızlı, ve bir semazen gibi severcesine

Önümüzdeki taşlara bakıcaz. Her yer kaldırım, yer yer arnavut. Gökten düşen meteor parçaları bunlar. Dargın suda sekmeyen, bu hep derdime fransız taşlar. Düştüğü gibi çabucak batıyorlar hepsi derine. Bir takım oklar, ve bazı taşlar, nedense çabuk batıyorlar derine çabuk iniyorlar. O zamanlarda kabuk değiştiriyor, mevsim oluyor insanlar. Değiştirmeksizin değişiyor, koyu derine değiyor. Ama bize şimdi yaz tadili, evet hayır gidelim. Tebdili me-kanda ferahlık var ise kont kaleme kul olur ancak. Temsili mekanda ferahlamak için buyuralım su. Olur ya bazen hava. Ama illa ki toprak. Ve en çok da ateş. Suyla yakılır, huyla yıkılır bu can. Kıvamında değil daha, ne kadar acı kattınız buna? Fazla değil azıcık acı. Bir çocuğun trene taş atması kadar acı. Bir filozofun havaya taş atması kadar gerçek. Bir delinin kuyuya taş atması kadar zevkli. Bir adamın kuyuya adam atması kadar. Gözümde hatırı sayılı izler bırakan. Kendi elektriğini kendi üreten adamlar bile var yanaklarında barajlar olan. Serinlemek için kendi doldurdukları gölde boğulmuşlar anlaşılan. Hele bir de nehirlerinde yolculuk serbest olsa. Denizler çok isteyince iki ve katlarına bölünse. Yağmur yağınca ben kalsam sen kalsan herkes kaçsa. Herkes kaçsa kaç hiç önemli olmasa. En az yedi, en çok üç, gerisi irrasyonel olsa. Sonuç bir çıksa ve ardımda kalansız bölünsem. Ayağa kalkıp dersimi hatasız versem. İlk dert tanışma. Son dert taşınma. Eşya almak hep yasak. Artist alınabilir b.'den gönül rahatlığıyla, ve çok arzu edilirse n.’den hayvan alınabilir. Bazı hayvanlar ise göğsümüzde tıkanabilir. Şüphesiz ki en güzeli budur hayvanların. Bir de kediler güzeldir gerçekten. İlgi alanlarımız bile hep ortak pazar. Bilgide kooperatife sanırım külliyen karşıyız. Oysa ben cumartesiyi severim pazardan ötürü. Takvimlerimiz aşkın mı miladı? Önce şunu hatırlatmak isterim ama. İsa’da bir marangozdu mesela masasına tutunamayan. On üç numaralı formasıyla çıkan oyuncu Judas. Çobanlık düşünür müsünüz benlik bir meslek olarak? Düşünmeye açık koyunları uçurumdan düşürmeye acık. Kırmızı koyunlar güderiz, siyah koyunlar dinleriz. Gün akşam olur, biz de gideriz. Kırmızı koyunlara hayır deriz, yok hayır! Nasıl da kolayca yokum diyor, acaba hiç düşünmüyor mu? Ülkesini soruyorum güzel sözlerle bana sadece tokum diyor. Bu ülkenin adamları da her cepheye yetişemiyor. Silahlarımız yeterince uzun menzilli değil. Dağın bir de öbür yüzü kesin. Ancak yüz yüze geldiğimizde başlar cephe muhaberesi. Göz göze gelince biter. Perdenin ardına aşırmaksa mesele sözleri. Mesafe hak getire zaten. Havada kayboluyor gözü kapalı fırlatılan oklar. Hepsini ben attım. Koşabilirdim o zaman belki, ama belli ki koşmazken de attım. Dünyanın bütün atlarına binmiş bütün süvariler dört nalan. Koşarken fısıltılar yankılanıyor dört yandan, yalnız ve ancak duymayıp dinleyince. Ve üstümde incecik bir zırh bu beni konuşturan şüphesiz . Aslında bütün bunlar da, ya üzerimde onun hafifliği bilinen, ya da lal olmanın dayanılmaz ağırlığı.

didem bunalıyor galiba susucam

ortak yön bulucu pusulalar da yön gösterirler muhakkak ama ekseriyetle doğru yönü gösteremezler, gibi gelebilir. küçük denizlere açılanların kullanım kolaylığı sebebiyle tereddütsüz tercih ettiği bu pusulalar bilhassa çevrelerinde oluşan elektrik alandan çok etkilenip ibrelerini dönebildikleri kadar hızlı döndürür ve onlarca yönü peş peşe gösterecek şekilde hızlı hareket ederler, manyetik alan kuralı, sağ el prensibi, sol el ya da her ikisi birden de olur, neticede elimiz elektriği çok iyi iletir bunu yakın çevrenizdeki bütün prizlerde deneyebilirsiniz, fakat bazı prizlerde bazı sürprizler sizleri bekliyor olacaktır. bu ortak yön bulucu pusulalar iki boyutlu hayatta gösterdikleri değerler hasebiyle insanları çok derecesinde yanıltır, çünkü kartezyen dünyamızda üç yüz altmış beş günün otuz beşinin zaten birbirinin aynı çıkması gibi, yön kavramıyla karşılaştığımızda de ihtimal dairesindeki üç yüz altmış dereceden en az otuz üçü zaten kendiliğinden kesişir, bunlara tıp dilinde ortak yön derler, eğer kırk tane ortak yönümüzü ortaya çıkarabilirsek artık bütün ciddiyetimizle konuya girebiliriz demektir, o zaman bu konuyu biraz daha açalım, bu açıyı biraz daha büyütelim, ne kadar büyük bir acıyla bakarsak o kadar güzel. sen de düşün bak üç yüz altmış derecelik bir yön seçme serbestisinde elbette ki ne kadar çok ortak yönümüz var bilmem fark ettin mi? mesela ikimiz de dik açıları seviyoruzdur belki, ortak yönümüz 90dır, yalnızlıktan değil kalabalıktan hoşlanıyoruzdur ortak yönümüz 40tır, elektriği manyetik alanda değil parmak uçlarında seviyoruzdur ortak yönümüz 220dir, şiiri ve cumhuriyeti canımızdan çok seviyoruzdur ortak yönümüz 23tür, spartalıları ancak patlamış mısırla seviyoruzdur ortak yönümüz 300dür, bize sayılmayan günahı film izler gibi seviyoruzdur ortak yönümüz 7dir, devrimi kişilerle değil fikirlerle seviyoruzdur ortak yönümüz 68dir, evreni yıldızlarıyla seviyoruzdur ortak yönümüz 80dir, isa’yı tutunamadığı için seviyoruzdur ortak yönümüz 12dir, musa’yı tutmadıkları için seviyoruzdur ortak yönümüz 9dur, geri dönmeyi ne olursa olsun seviyoruzdur ortak yönümüz 180dir, and vice versa. dahası varsa eğer, birbirimizi seviyoruzdur ortak yönümüz 360 zannederiz, halbuki o yön aslında 0dır, biz hiç onun sıfır olduğuna inanmak istemeyiz hep üç yüz altmış sayarız, birbirimizi olanca güzelliğimizle ve bütün masumiyetimizle yanıltırız, işte bunlar hep iki boyutlu uzayın bize hediyesidir. ne zaman ki üçüncü bir boyuta taşımaya karar veririz her şeyi, kendimize iki boyutlu dünyamıza dik, onu tam ortasından kesiveren, delip geçiveren, sonsuza ıraksayan bir doğru çizip onu ortak bir yön olarak belleriz, o zaman bu ortak yön gösterici pusula makinalarını, gereğinden fazla itibar görmüş bu takımyıldızları, kaybolma kaygısıyla uzaklaşmaktan korktuğumuz bu kılavuz hatlarını, şehir hatlarını, telgraf hatlarını, telefon hatlarını, akl-ı selimle kesip atarız, onları geçeriz, şunları da geçeriz, göğe bakarız. ondan sonra belki aynı anda merak ederiz, acaba ikimiz de aynı yöne baktığımız için mi göz göze gelemiyoruz?
Cevabı bilseniz, çok anlar, az sorardınız.

fazla zamanımız yok

belki de dünyamıza doğru selim ışık hızından yedi kat daha fazla bir hızla yaklaşmakta olan bu göktaşı hakkında halk arasında çeşitli rivayetler ve gerçekliğine inanmayanlar için dahi açıklayıcı nehirler ve denizler var. olanca beyazlığıyla döne döne yaklaşan bu heyecanlı fakat makul göktaşının spinoza tarafından vakt-i zamanında havaya atılan taş olduğunu söyleyenler de oldu, başıbozuk bir yönetmen tarafından fırlatılan uzay mekiğine dönüşmüş bir kemik olduğunu söyleyenler de, ne zamandır dünyamızın çekim etkisine kapılıp yörüngeye girmesi beklenen tanımlanamayan gök ismi olduğuna inananlar da oldu, oyunun ortasında birden hızla zıplayıp uzaya kaçan küçük bir top olduğuna inananlar da. hasılı, yaklaşan gökyaşını durdurmak için daha çok vaktimiz var diyerek şarkılar söyleyip, plenty of time kaidesiyle hareket eden bu lacivert kıyafetli astronot ekibi bilmelidir ki, dünyayı kurtaranlar yalnız ve ancak bu işe gönüllü kozmonotlardır, en makul çözümlememiz ise onu yok etmektense arzın en güzel yerine düşürmektir, eğer vazifemiz meseleyi gerekli mercilere lisan-ı münasiple arz edebilmeye muvaffak olup taşı aklımızın en güzel yerine düşürmekse, unutmadan hatırlatmak isterim ki, zannedildiği gibi fazla vaktimiz yok, yetişme kaygımız olmasaydı belki ışık hızının üstüne çıkabilirdik yazılarda, o zaman dünyaya ne çarparsa çarpsın umur samazdık, temmuzda herhangi bir günü dependance day ilan edip viva la dépendance! diye haykırırdık, kutlamak için can attığımız o gün resmi geçitlerde, uygun adım yürüyen atlarımızın sonsuzluğuyla övünürdük, ama şimdi fazla vaktimiz yok yetişmemiz gerek, mesela fazla kalemimiz var yazmak isteyenler için, yazmak için vakit üreten kalemlerimiz bile var ama yazdıklarımızı uzaya gönderebilmek için fazla vaktimiz yok, işte sadece bu yüzden, ellerimizi çabuk tutalım.

o tarz bir tiyatro gelsin bu şehre

failürü meçhul cin adetlerimdendir kelimeleri görünmez yapmak, şimdiye kadar kaç adet kelimeyi bu yolla arşın öbür ucuna yolladım hatırlamıyorum, ağaçların dibinde fötr şapkalar ve canayakın kediler biriktirdiğimizi farkettikten sonra, kaybetme kabiliyetinden ziyade geri getirmenin ehemmiyetini kavradım. bana bütün bunları öğreten sevgili dostum tesla, toprağı bol olsun, en güzel akımların toprakta toplandığını bilmenin verdiği huzurla, bugüne kadar doğru akımı yanlış anlayanlara inat, alternatif akımı yarattı ya, in tesla we trust.
beraber uçurtma uçurduğu arkadaşlarına göre clever(çok), ama deli(very) bir adam olan tesla, herkesin aksine bütün akıllı uçurtmalarını rüzgarlara kafa tutarcasına hep en güzel yönde uçurdu. doğruluğu şüpheli ve istenen yüksek gerilimden eser taşımayan, dünyanın bu "general idea" tutsaklığı sebebiyle kendini kaptırdığı, doğru görünümlü yanlış akımlardan bizi döndürmek için elbet, halkımıza alternative akımı hediye etti, hem yazısıyla, heb müziğiyle, hep doğusuyla, her yönüyle. şimdi aklıma gelen fikirle bir ampul yanar gibi başımın üstünde, ama o ellerinde tuttuğu ampulü bile sevdiğimiz alternatif akımla yakardı, o zaman akımın alternatifi ne işe yarar eller olmasa?
hiç. demek ki, her şeyden emin olabiliriz ama emin olduğumuzdan emin olamayız. biz en iyisi puslu kıtaları yine sevelim ama rendekar'ı boşverelim, aklımızdan geçenler köşelerde birikmiş dogmalara bir alternatif oluşturmadıkça, nassı olsa aynıdır de geçeriz, bütün düşüncelerimizin suçsuzluğuna bütün kalbimizle inanırız. oysa masumiyetimizi ispatlayabilmek için elimizde yeterince kant yok, bir gün olduğu zaman, yeterince hafifledikten sonra mesela, bekleriz. biz derken, nous..
nous revenons, qui que nous sommes..

beyazperdeler üstü varlık ve zamanından önce sarılmış heidegger filmleri

Gözlerimize inen beyazperde ya da kubrick’in yolunu tutup gözleri tamamen kapatmak, filmleri perdenin ardından seyretmeye kendini alıştırmış salonun öbür tarafındaki seyirciler için bir bahane veya keyifle izlenecek bir yol hikayesi değildir şüphesiz. Hem sonra, senin de bir gün çekmek istediğin o film var ya, bir yol hikayesi olan işte, başrolüne adam beğenemediğin, kısa film için çok uzun, bir seri için çok kısa öyküsü olan, onu da zamanı gelince ellerimizde patlamış piştovlar, başımızın üstünde beş boyutlu gözlüklerimizle izlemek istiyoruz eğer salondaki küçük sinema yazarları için bir sakıncası yoksa.
Yanlış yöne sarıldığı için geri giden hikayesinde her film, geri dönmenin, hem özlemini duyduğumuz hem de kurtulduğumuza sevindiğimiz o eski kafalılığın methiyesini düzüyor. Makinist daha dikkatli olsaydı, mesela sevgiliye sarılsaydı aynı film, boynuna dahi sarılması mümkündü, ama her halükarda arada kaçırdığımız ipuçlarını yakalayabilmek umuduyla yine başa sarılması gerekecekti, hiçbirşeyçok değişecekti, biz yakalayamadığımız bütün sahneler için gözlerimizi kapatıp baştan izleyecektik, sen de o kadar iyi bir seyircisin ki bu filmi gözün kapalı bile izlersin, o tombul yanaklı peltek adam da iyi izleyicidir bak mesela, herkes izleyicidir şeksiz şüphesiz ama seyrediyorlar mı yoksa takip mi ediyorlar belli değil daha. İzlemesi nefis eğlenceli ama takibi kafa yorucu bu hikayeyi seyrederken, ben bilhassa perdenin siyah olduğuna dikatlerinizi celbetmek isterim.
Filmlerüstü bir varlık olarak ben, senin ısrarla dayattığın bu sinemacılık kurallarını, süzülerek söylüyorum sevgili rejim, naçizane reddediyorum, koltuğunuzda rahat mısınız hala, yoksa? İşte filmleri ayın yüzeyinde izlemeye meraklı, seyir mesafesinde uzak yakın ayırdetmeyen birkaç kişi olarak, bütün güzelliğiyle aya yansıtabilme derdiyle kendimize en akıllı senaryoyla bir film yapıyoruz, gerçi burda yapılmışı var, içine iki başrol oyuncusu koyuyoruz, gerçi burada koyulmuşu da var, hikayemizi heyecanla anlatıp mutlu sonla bitiriyoruz, gerçi burada bitmişi dahi var, şimdi bu filmin bir de kitabı yazılsa ne güzel olmaz mı, gerçi burda yazılmışı var. -Son- Erler film.
Bu arada zaman çok hızlı geçiyor ve ben bilhassa yetmişli yaşlarımı çok özlüyorum.