henry fonda

yurdun yüksek kesimlerinde zaman zaman etkisini gösteren kar yağışı hayatı olumlu yönde etkiliyor. daha dün gece, mahsur kaldığım dağlarda kurtarılmayı beklerken soğuktan uyuya kalmışım…
“gözlerimi açınca birdenbire kendimi denizin dibinde buluyorum. ne çabuk indik yine deniz seviyesine derken ilerde kalabalık gemisiyle birlikte nuh beliriyor. meğer tufan bitmiş, sular iyiden iyiye alçalmış. ben binmemiş miydim zaten o gemiye diye kendi kendime soruyorum. uzaktan gülümsüyor, belli ki daha çok yağmur yağacak. şaşkınlığımın lacivert ceketi hala üzerimdeyken yanıma uzun boylu bir adam yaklaşıyor, sırtımı sıvazlayıp elime bir tane uçak bileti veriyor, oradan ver elini amerika. kendimi göz açıp kapayana kadar new york sokaklarında koştururken yakalıyorum. en sevdiğim dizinin çekildiği yeri bulmaya çalışıyor muyum neyim, tam burasıdır derken yönetmen yardımcısı beni kolumdan tuttuğu gibi başıma bir fes koyuyor. koluma giren aktrisi tanımıyorum bile, bir tek fırfırlı elbisesini hatırlıyorum. galiba bir osmanlı dönem filmi çekiliyor, kul ahmet your brother? rol icabı ceketimi değiştiriyorlar, hiç beğenmiyorum. rejisör hükümdar orhan beyin başkent dekorunun önünde atlar geliyor. ben at görünce hemen heyecanlanıyorum tabi, sırtına bindiğim gibi hemen başlıyorum koşturmaya. ne olduğunu anlayamayan set ekibi arkamdan öyle bakakalıyor. hızımı alamayıp bir büyüğümden öğrendiğim gibi atımı denize sürüyorum. denizde ilerlerken yarı yolda yolculuğa bir yunusla devam etsem benim için daha iyi olur diye düşünüyorum, birdenbire ışıklar kapanıyor. bir süre karanlıkta yolculuğa devam ediyorum. bu zaman zarfında kaç defa tekrar ediyorum bilmiyorum ama beni istanbul’a kadar sağ salim selametle getiriyor, indiğim yerde takım elbisemi düzeltiyorum, başımdan fes gitmiş şapka gelmiş. hemen karşımda duran memuriyet binasına doğru yürüyorum, kapıları alçaltmışlar. en kısa boylu adam bile eğilmeden giremeyecek kadar kısalmış. masamın başına geçip hesap defterlerini açıyorum. galiba onbeş yıldır burada muhasebeciymişim, dairenin bütün hesapları benden soruluyor. sandalyeye oturur oturmaz müdür hemen tepemde bitiveriyor, tuna beyi diyor, geçen haftanın hesaplarında bir yanlışlık olmuş. çok şaşırıyorum elbette, böyle önemli bir müessesede hesapları hatasız tutabilmek için haddinden fazla çaba sarf etmişimdir hep. ama defterleri açınca müdüre hak veriyorum, acaba o zaman gözüm mü kaymış, gözlüğüm mü kaymış, bir tane biri yanlış yere yazmışım. kendi hesabıma geçirmiş gibi olmuşum, aman allahım! kendi hesabıma! başımı masaya eğip bir an gözlerimi kapıyorum, açtığımda önümde nefis yemeklerle dolu tabaklar boy gösteriyor. karnım da nasıl acıkmış, sanki senelerdir bir şey yememişim. elim masayı zenginleştiren sağlıksız yemeklere sorgusuz sualsiz gidiyor. ama daha ilk lokmamda boğazımda kalmasın mı! böyle boğazımda bir şey tıkanıyor, düğümleniyor sanki, göğsümde bir hayvan tıkanmış gibi. garson kılıklı tanımadığım bir kız geliyor, çöz şu düğümü boğulacağım diyorum, beceremiyor. meğer gemici düğümü atacaklarına kör düğüm atmışlar, sizi beceriksiz adamlar! diye sesimi yükseltiyorum. kör düğümleri çözebilecek gören yok mu bu ülkede derken, güneş gözlükleriyle bir adam geliyor, bütün gücüyle sırtıma okkalı bir yumruk indiriyor da öyle fırlıyor boğazımdaki. bu esnada ben nefes nefese kalıyorum tabi. dönüp masanın örtüsünü uçlarından tutuyorum, bir çekişte masadakileri kırıp dökmeden beyaz örtüyü alıyorum. cama gidip karşıdaki dağ manzarasına bakıyorum, ne güzel yermiş diyorum bir yandan, önü deniz arkası dağ. ellerimdeki beyaz örtüyü camdan dağların üstüne fırlatıyorum, arkamdan bu sene kış ne kadar da erken geldi diyorlar. sonra atkımı sarınıp dağa çıkıyorum. daha yolun başında çok şirin muhabbetlere rastlıyorum, benim de bir tane olsa diye düşünüyorum yalansız, beslerdim ki ben bunu evde. aralarında çok değişik bir tanesi gözüme çarpıyor, ismini soruyorum ama ses vermiyor, hemen yanı başında başka bir muhabbet onun yerine cevap veriyor, isim koymadılar ona diyor, diğerlerine benzemesin diye yaptılar bunu. nedense gözüme daha da sevimli geliyor. sonra birdenbire tipi bastırıyor, göz gözü görmez oluyor. görmeyince endişeye kapılmıyorum ama, görmeden de yolumu bulabilirmişim gibi geliyor. yükseklere çıkmak gerek diye düşünüyorum, ama kar hep yolları kapatmış. üzerime çiğ düşünceler düşmeden nasıl zirveye ulaşabilirim diye düşünürken, boyumu uzatmaya karar veriyorum. başımı göğe kaldırıp yükseliyorum. büyüdükçe büyüyor boyum, ayaklarım aynı yerde kalıyor ama göz seviyem mütemadiyen yükseliyor. iyice yukarıdan bakınca tepeye giden en evla yolu görebiliyorum. havaya bakıyorum, kararıyor, dağlar yürümeden önce yürümem gerektiğini hatırlayarak, gördüğüm yolu izliyorum. meğer zirvede beni bekleyen biri varmış da ona yetişmeye çalışıyormuşum. hiçbir tabiat koşulu beni durduramaz diye kendi kendime söyleniyorum. birden karşıma birkaç kişi çıkıyor, üzerlerinde kalın montları var. hevesle yanlarına gidiyorum, başımdan geçenleri anlatmak istiyorum. can kulağıyla dinliyorlar, sonra aralarından biri “soeiklein i iseanmiru!” diyor. beni dinledikleri için teşekkür ediyorum, anlattıklarımı bir de kağıda yazıp yanlarına bırakıyorum, bir dün dilimi öğrendiklerinde anlayabilirler belki diye umuyorum. hava sertleşiyor, ayakta durmakta zorlanıyorum, kırmızı eldivenlerden üst üste iki sağ kroşeyle kendimi yerde buluyorum. başımda hakem ondan geri geri sayıyor. kırmızı ve mavi köşelerde geçen mücadelenin bana ters olduğunu başım döne döne idrak ediyorum. sonra yine hakemin psikanalitik sesi; üç, iki, bir ve.. şak! ramiz beyin muayenehanesinde koltuğa uzanmışım. adam yabancı gözlerle garip garip bana bakıyor. diplomasını duvardan indirip bana veriyor, kağıttan gemi yapıyorum. şaşkınlıkla söze giriyor, tuna beyi diyor, tam iki saattir bir sürü şey anlattınız, ama inanın ben hiçbir şey anlamadım!”
dağlardan ses geliyor, sesimi duyan var mı? sabahın ilk ışıklarıyla birlikte karın içinde bu sesle uyanıyorum. kanım hala damarlarımda sıcak akıyor, hemen elimi şah damarıma götürüp nabzıma bakıyorum, doğru yerde atıyor, heb.

yazdıklarımız olmasa ne ehemmiyetimiz var?