Hacet-i ruhiye

Şüphesiz ki akıllı insanlar için okuduklarından alınacak çok dersler vardır. Akıllı adam dersini alır yerine oturur. Kaleminin ucuyla sıranın üzerine yamuk yumuk bir kalp iki de harf kazır ve biter. Bana öyle bakma öğretmenim. Ben on yaşımdan beri bu sanatı icra ediyorum. Hem artık masa yerine doğrudan göğsüme kazıyorum. Beni öldürmeyecek kadar derin, güçlendirecek kadar acı verici. Şaka yapıyorum sanıyorsun değil mi? Şaka değil yazıyorum işte, daha ne yapayım? Su gibi. Batmamak için ağırlık atıyorum gözlerimden. İçeri yürümüş nehirler. Ciğerlerim su dolmuş hep. Tuzlu. Senin adınla çağırıyorum yaşlarımı. Kaç sene geçti üstünden. Şimdi sırtüstü yattığım zaman şakaklarımdan akıyor. Hayal et. İşaret parmağı son görevini yapmış gibi. Saçma. Gün gelecek ve tehlikeli oyunlar başka bir sonla bitecek. Sen başlayacaksın. Sen başlayınca ben siperden fırlayacağım. Havada çarpışmak için. Sonsuza kadar sarılmak için. Ondan sonra gönül rahatlığı ile müzeye çalışabiliriz. Gemiler bizi selamlar geçerken. Deniz olmasa bile gemi gemidir zaten. Nuh. Beni unuttun. Yerleri silerdim ben. Ona bile razıydım. Direkler çok uzun efendim tırmanamıyoruz. Ufku başkaları süzüp bize haber veriyor. Ben hep geç kalmışım albatros. Gemi batmış. Film bitmiş. Kahve taşmış. Deniz gibi köpürmüş. Sen sakin ol. Fincanını kapat. Peki. Ama ben kahveye inanırım fallara değil. Fallar ne kadar tatlı olsa da ben kahveye inanırım. Çünkü acı olan odur. Acı hayatımızı tatlandırır. Yine de kahve fallarına gerekli özeni göstermeliyiz. Çünkü pek fena yakışıyor birbirine ellerin ve fincan. Ya da gözlerin misal. Gözlerin işte o kadar. Tufandan beri öyle kahve görmedim ben. Ardında kalanlar neler anlatıyor, bakmak istersen...
theonlythingthatsreal

Bad Cover Version

werther’in yolunu tutup kanlar içinde inleyerek ölmek yahut kays’ın yolunu tutup anlar içinde dinleyerek olmak ya da olmamak gibi basit bir mesele denemesi.

Sevgili küllük;
İnsanlar sabahları uyanırlar. Bazıları sabah uyanamaz. Çünkü geceleri çok geç yatarlar. Onlar öğle saatlerinde uyanır. Bazıları ise hiç uyanamaz. Uyandıklarını zannederler ama rüya görmeye devam ederler. Güneş sabahları doğar. Işık içeri sabahları girer. Eğer sabah uyanmazsak ışık içeri girmez. Bazılarının kendi güneşi vardır, odalarına ışık girsin diye sabahı beklemezler. İhtiyaçları olduğunda onlar hemen doğar. İnsanlar işe giderler. İş sıkılmak içindir. İş olsun diye söylemiyorum bunu. Ayakkabı giyerler. Çünkü yollar dikenlidir. Ayaklara diken batar. Bazen lacivert, bazen siyah, bazen beyaz arabalara binerler. Denizden gidenler aynı renk olmak kaydıyla gemilere de binebilir. Bazen yeşil arabalar binerler. Buna son yolculuk diyenler de olur. Bazen de kahverengi ayakkabı giyerler. Lacivert kot pantolon ve kahverengi ceket de giyerlerse onlardan yakışıklısı olmaz. Hava vardır. Soğuktur. Su vardır. Soğuktur. Bazen yağmur ya da kar yağar. Yağmur denizden topladığı tüm melankoliyi üstümüze döker. Yağmur yağınca hüzünlendiğimiz için yazılar yazarız. Kış vardır. Kışın lacivert hırkalarımızı giyeriz. Kışın hava erken kararır. O zaman evde daha çok ışığa ihtiyaç olur. Evlere gidilir. Ev güzeldir. Çorba içilir. Sıcaktır. Şeftali yenir. Yaz geri gelir. İnsanlar pazen ya da başka kumaşlardan dikilmiş pijamalardan giyerler. Pijamaları devlet verir. Devlet halkını bizzat kendisi uyutur. Pikniğe gidilir. Bazen bir çiçek için orman yakılır. At vardır. Koşturulur. Nal vardır. Duvara asılır. At duvara asılmaz. En çok da kahverengi ve ona yakın renklerde atlar olur. Beyaz at prensler içindir. Herkes at binemez. Bazen taksi tutulur. Taksi tutulması yılda en az yüz kere çıplak gözle izlenebilir. Kuşlar havada uçarlar. Hava soğuk olunca kanatları donar. Yere düşerler. Birileri onları yerden toplar. Yer vardır. Üstünde durulur. Yer vardır. Ona basılır. Yaz olunca denize girilir. Deniz olunca yazıya girilir. Balıklar yüzerler. İnsanlar boğulurlar. Balıklar boğulmaz. Ve. Yeşil vardır. Daha önce de söylemiştim. Arabanın rengidir. Örtüsü bile vardır.
beraber gidiyoruz bu.

enjoy the silence all these years

O kadar güzel konuşuyorduk ki sanki dünyanın en güzel en tatlı muhabbetiydi bu. nasıl başladığını tam olarak hatırlamıyorum, ama hiç bitmeyecekmiş gibiydi. geçen vakit ne güzeldi derken, hep dilimin ucunda tutuğum o kelime birdenbire ağzımdan çıkıverdi. aniden bir chopin sessizliği ortalığı kapladı -es- ve o anda dünyanın en tatlı muhabbeti yine dünyanın en keskin kılıcı ile kesiliverdi. sonra uyandım.
Kalabalığın önünde en güzel hokkabazlık numaralarımı sergiliyordum. en ön sırada yine o vardı. derken, her zaman ceketimin cebinde taşıdığım hançer göğsüme saplanıverdi -ah- onun acısıyla kıvranıyordum ama belli edemezdim. beni en kötü yerimden yaralamıştı ama bütün gösteriyi bozacağını bile bile kana bulanmış gömleğimi ona nasıl gösterirdim? artık dayanamaz hale gelip dizlerimin üstüne çöktüm. sonra uyandım.
Bazen yazarak iletişim kurmak dumanla haberleşmekten daha zor, bazen ise dumanla dertleşmek yazarak haberleşmekten daha kolay. Cümlelerin arasında ekseriyetle bir algı yanılsamasına kurban giden okurlar her zaman ortada bir vazo gördüklerini zannetmeye devam ederler, suretler her zaman çok uzaktadır.
Başlamak bitirmenin yarısıdır diyorlar, yalan, çünkü başlamak, bitirmektir. Onun için bazı şeylere asla başlanmaz, bitişten mümkün mertebe uzak kalmak için. Kutunun içinde bir kedi vardır ve canlıdır, yeter ki kendinize yenilip o kutuyu açmayın, zira ışıkla şaka olmaz.
Benim kapalı mekanlarda güneş gözlüğüne ihtiyaç duymamam gerekirdi, dünyanın en zor gemici düğümünü kendi boğazımda denememem, en basit kelimelerle konuşurken bu kadar hata yapmamam, kemikli ellerimin terlememesi gerekirdi, hazırlıksız açılınca gördük ki denizle şaka olmaz.
Olmasın, hatta isterse deniz de olmasın. Ama deniz olmasa da, gemiler gitsin. Fatih kadar istekliyim, biraz yaşım geçmiş sadece. Peki ama sultanım, ya yürütemezsek gemileri? Gemi bu, denizde olsa amenna, yerini bilir usul usul ilerler, bazen ise bir rüzgar eser, sallanır durur, bazılarını deniz tutar. Ama fırtınalara aşina denizcileri tutmaz diyorlarmış? Öyle deme güzelim, tutan da var. Tutamayan da var. Tutunamayan da var. En kötüsü, düşen de var.
Hadi, elimi tut, beraber düşelim.
we fall but our souls are flying

bir sessiz film denemesi: afraid to shoot

Ah o film! Zavallı vatman, filmde o kadar çaresizdi ki, eli kolu bağlanmış, dili kalemi tutulmuştu sanki. Kimsecikler yoktu yanında, olsaydı belki yardım edebilirlerdi. Öyle bir haldeydi ki, nasıl anlatsam size, bir Bruce Wayne, bir Clark Kent, bir Peter Parker çaresizliği gibi, bütün şehri kurtarıyor ama kendini kurtaramıyordu bir türlü. Amansız rakibi goker’i bile kaç defa dize getirmiş bir süper kahveman, şimdi iki fincan kahve yapıp bir sohbeti başlatamayacak kadar acizdi, zayıflığı kahveye karşı mıydı bilemedik. Bir de kostümü yoktu üstünde, bu haliyle kimse onu tanıyamıyordu tabi, yoksa kıyafetinden aldığı güçle bir balet cesareti gösterir, oracıkta kendini kurtarırdı belki ama, heyhat!
Ben bu vatman filmini ilk kez izlemiyorum. Daha önce de farklı yönetmenler farklı versiyonlarını çekmişti ama, ilk kez denizde geçen bir vatman filmi izliyorduk, ve dahası, bu önceden hiç alışık olmadığımız bir türdü, sesiz filmdi. Bu kez yönetmen sessiz çekmeyi uygun görmüş, konuşmalar diyaloglar bu filmin ruhunu bozar, izleyicinin de keyfini kaçırır diye düşünmüş. Kendisini zaten önceden tanıyordum ben, fena bir yönetmen sayılmazdı, tarzı buydu adamın, biliyordum, diyalogları sürekli ikinci plana atardı filmlerinde.
Bir gün biz de deneyelim mi şu sessiz film olayını, sevgili dostlarım, bence rahatlıkla üstesinden gelebiliriz. Zaten aşina değil miyiz bu tarz oyunculuğa? sessiz film olarak sürdürdüğümüz için hayatı, aralarda yazılar olmadan anlaması çok güç işte görüyorsunuz. Onun için belli karelerin arasına sıkıştırıveriyoruz yazıları. Mesela bak şu sahneye, adamın gözleri doldu, yüzüne hüzün çöktü, ama neye üzüldü acaba? Burada adam giderken el salladı fakat, kime hoşça kal dedi şimdi?
Siz o filmi görmediniz tabi, ben anlatayım biraz. Mesela başlardan bir sahne, ekranda görünen bir kız bir de adam, adamdaki ifade çaresiz, kız biraz üşümüş. Adam sıkılıyor, kıvranıyor, konuşuyor mu konuşmuyor mu belli değil, derken ekrana adamın ağzından konuşma metni geliyor:
-Ben seni seyretmeye geldim bu kadar yolu gelmemin asıl nedeni buydu çünkü ben seni selamlamıştım bir keresinde caddenin karşısında yürüyordun sen hatırlar mısın ben seni sepetle görmüştüm kolunda asılıydı bir çanta gibi ben orada el sallamıştım işte aslında ben seni sergiye davet etmek istiyordum o gün ama biraz moralsiz gibiydin sanki biraz da yorgun gibiydin maçtan geldiğini tahmin ediyordum ama ben seni set vermeden rahat kazandın sanıyordum oturup bir yerde çay içseydik keşke çünkü sen yorgun görünüyordun ve o gün ben seni semaverde demlenmiş bir çaya hasret gibi görüyordum ama galiba biraz saçmaladım bunları söylerken değil mi çünkü ben seni senden çok nasıl bilebilirim ki?
Sonra yazı gidiyor, tekrar resme dönüyoruz, konuşmanın devamını belkiyoruz ama gelmiyor, anlıyoruz ki en önemli sahneyi anlamamışız, belki de o an anlayamamışız.
Bu filmle ilgili birkaç hikaye duymuştum. Bazı sahnelerde yönetmen çok uğraşmış, onlarca kez oyuncularından şüphe etmiş, acaba yanlış kasting mi yaptım diye, belli ki oyuncuların kasti hareketlerinden sıkılmış. Yardımcı rollerden birini mi alsaydık başrole acaba, diye kendi kendine çok sormuş, mesela şunun gibi bir sahneyi yönetirken:
Azıcık sağa. Biraz daha sağa. Şimdi çok az aşağı. Evet orası, tam orası. Şimdi hafif bir nefes al. Çok hafif. Dünyanın en güzel kokusuna sahip, en narin çiçeğini koklarmış gibi. Hafif bir ürperti olmalı sadece yapraklarında, anlıyor musun? Aynen böyle, yavaşça, usul usul, çok yaklaştın. Evet, hazır ol, şimdi!
Ateş!
Kestik. Olmadı.
Ben size filmi anlatmayı sürdüreyim. Filmin ilerleyen bölümlerinde, adam kızın tepki vermemesine çok şaşırıyor, bu sefer gerçeğin farkına varmış, üzgün bir ifadeyle, pişmanlıkla konuşuyor, elinden tutup karşısına alıyor kızı, artık konuştuğuna eminiz:
-Başka bir yol olmalıydı buraya çıkan başka bir düşünceyle gözleri kapatmak gerekirdi başka bir cümleyle başlamak lazımdı yazıya başka insanlara anlatmalıydım derdimi başka dünyaların aynı dili konuşan sakinlerini rahatsız etmemeliydim sırf dillerinden anladığım için başka türlü konuşmalıydım kelime kısıtlamasına gitmemeliydim başka bir yerde dur demeliydim kendime çünkü başka nasıl başladığımı bilmiyorum başka inanmazdım bile önceden nasıl olduysa şimdi başka bir adam oldum sanki başka layık olmayan ama başkasını da kabul edemeyen bir adam şimdi başka konulardan bahsetmek ve söze başka bir yerde nokta koymak çok daha aklıca olurdu.
İşte böyle bir filmdi vatman-afraid to shoot. Hikayesi alaturka görünse de kurgusu biraz karışık. Oyunculuk derseniz, eh işte. Bir de en kötüsü, filmin sonunda öğrendik ki, vatmanın film boyunca bir şeyler anlattığı kırmızılı kız aslında yokmuş, hepsi adamın hayaliymiş. Kendi kendine konuşuyormuş film boyunca, Ben gibi.
Gecenin bir vakti size bunları anlatıyorum diye kızmıyorsunuz değil mi? Saat 01:37 ama zihnim açık, sadece perdeler kapalı. Dışarısı karanlık şüphesiz, ama oda aydınlık. Ya da aydınlık olmasını umuyorum, çünkü umut, fakirin ekmeği. Neyin fakiri iseniz onun umuduyla beslenmeye devam edersiniz. Onun umuduyla kendinizi doyurursunuz, ve damağınızda sürekli acı bir tat ile yaşarsınız.
Ah Marie, Marie! Ben sana yiyecek ekmek bulamıyorum dedim, sen bana odanın ucundaki pastayı gösterdin, devasa bir şey, sanki içinden dansçı bir kız çıkıp oynaya oynaya kollarıma atılacak gibi! Bana pastayı gösterdin, oysa ben bir ekmek kırıntısına razıydım. İşte o an acıyı tattım ben, o an, quand tu m’as donné le “pain”!
Varlığın ilk şartı isimdir, buna peki deyip geçiyorum. İkinci şart ise zamanda kendine bir yer bulmuş olmaktır. Bunu da ben uydurdum şimdi. Şu odanın içinde sabahtan beri uçuşan varlığı ele alalım. Onun varlığını kabul etmek için önce bir isim veriyoruz, varlık diye isim olmaz çünkü. Bu yüzden ona kelebek diyelim biz. Odanın içinde uçuşup duran bir kelebek var. Artık onu isimlendirdik, ve varlığını kabul etmekle birlikte yok oluş sürecini başlattık. İkinci şartı böyle sağlıyoruz işte, ona bir kelebek diyoruz ve üç gün ömrü olduğunu biliyoruz artık. Şimdi o kelebek, zamanda kendine üç gün yer bulabilmiş bir canlı sadece.
Başka varlıklar da görüyoruz etrafta, başka duygu ve düşüncelerle onlar zihnimizi meşgul etmeye başlıyor bu kez. Şimdi ben onu isimlendirsem, adını koysam, ateş desem örneğin, belki onu gerçeğe dönüştürdüğüm için kendi adıma sevineceğim önce, ama sonra görülecek ki, ateşin de bir ömrü var. Belki sadece beni, belki benimle birlikte onu, belki bütün bir alemi yakacak, ve bitecek. Bitecek işte acı olan bu! Belki hiçbirimizi yakmadan sadece yüreğimizi ısıtacak ama, bitecek. Çünkü bir şeyin başlaması demek, bitişe doğru gitmeye başlamak demektir aynı zamanda.
Şimdi size, kendi bestelediğim bir şarkıyı okuyacağım. Benim bildiğim ölümsüz aşk masallarını yazanlar da yok oldu, yaşayanlar da, aşkları da. En iyi ihtimalle sonunu ömürleriyle birlikte getirdiler, hayat turlarına devam ederken bir yerde yarışa aşk da dahil oldu ve finişi el ele geçtiler. Ara sıra daha kötüleri de oldu. Bazen aşk öne geçti, hayat yarışı erken bırakmak zorunda kaldı, zorunlu werther bitirişi dediler buna, bazen ise aşk çok geride kaldı, hayat ise yarışta sona giden kulvarda tek başına kalmanın verdiği rehavetle, koşmayı bıraktı, her turda sağa sola bakınır bir şeyler arar oldu, buna ise bir isim vermedi otoriteler. Öyleyse böyle bir şey yok, hiç olmayacak.
Sona geldik, burada bitirelim. Şu kamyonu da burada sağa çekip yükümüzü boşaltalım. Neden zahmet edip bunca zırvayı okudunuz ki sonuna kadar? Siz de az suçlu değilsiniz ha! Ama kabahat sizde değil. Genç Goethe’yi rahat koltuğumda okurken ben de çok eğlenmiştim! Yazımı, filmden unutamadığım bir replikle bitirmek istiyorum.
.spoiler.
-ama sen beni sevmiyordun ki, çaresizliğinden öyle söyledin.
-kalbimi açıp baktın mı ya sevgili?
.spoiler.
Benim size bugün söyleyeceğim bunlardır. Hepinize teşekür ediyorum.
kapanış jenerik müziği olsun