J'ai mal a la ...

Geçtiğimiz günlerde rutin kontrollerimi yaptırmak için hastaneye uğradım, çok ilginç şeyler oldu. Testler bittiğinde doktorla aramızda geçen konuşmayı aynen aktarıyorum.

-Efendim tüm test sonuçlarınız normal, ancak bizi son derece şaşırtan ve açıkçası hayretler içerisinde bırakan bir tespitimiz oldu.
-Nedir?
-Vücudunuzda, bir kemik eksik.
-Nasıl olur bu?
-Biz de anlayamadık, üstelik bu yaşınıza kadar eksik kemikle gelmiş olmanız, neredeyse bir mucize.
-Demek ki çok önemli bir tane değilmiş, vücuttaki minik kemiklerden birisi herhalde öyle değil mi?
-İşin garip tarafı da burada zaten, sizin leğen kemiğiniz eksik, yani ufak filan değil eni konu kocaman bir kemik. Onsuz vücudunuzun ayakta kalabilmesi inanılır gibi değil.
-Peki ne yapmalıyız?
-Bugüne dek bu şekilde gelmiş olabilirsiniz ancak bunun ileride bir sorun yaratma ihtimali yüksek. Bu yüzden size bir kemik nakli yapmayı düşünüyoruz.
-İyi ama, uygun kemik bulabilme ihtimali nedir?
-Bizim endişemiz de burada başlıyor, çünkü test sonuçlarınıza göre sizinkiyle aynı dokuya sahip bir kemik bulunması ihtimali oldukça düşük. Farklı dokuda bir kemik de yerleştirebiliriz, ancak o zaman yürüyüşünüzde bir değişme olması kuvvetle muhtemel.
-Hayır hayır, yürüyüşümü değiştirecekse böyle bir şeyi kabul etmem mümkün değil.
-O zaman bizim yapabileceğimiz başka bir şey kalmıyor efendim, maalesef.
-Peki ya aynı dokuya sahip bir kemik bulursam?
-Elbette o zaman en kısa sürede bu nakil operasyonunu gerçekleştiririz.
-En kısa sürede?
-Tabii ki. Ancak o zamana kadar bu şekilde devam etmek zorundasınız, aldığınız riskin farkındasınızdır umarım.
-Kesinlikle farkındayım, ama daha akılcı bir çözüm göremiyorum, en iyisi uygun dokuya sahip olana kadar beklemek olacak benim için.
-Peki efendim, o halde en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere.
-Hoşça kalın.

Schrödinger

Schrödinger hüzünlü günlerinin birinde gözyaşlarının damlacık mı yoksa dalgacık mı olduğundan şüpheye düşmüş, gerçeğe ulaşmayı umarak bunu bir deneyle keşfetmeye niyetlenmiş.
Kederli düşüncelerle başını öne eğdiğinde gözyaşlarının damlacık olduğunu ve Newton’un daha önce tespit ettiği gözyaşının yere düşme hızıyla yere çarptığını görmüş.
Ancak içine umut doğunca başını göğe kaldırdığında, aynı gözyaşlarının dalgacık olup yanaklarındaki gamzeleri de önüne katarak çenesine doğru aktığını fark etmiş.
Her hüznün bir umut doğurduğunu ve her umudun da günü gelince hüzne dönüştüğünü bildiğinden, gözyaşlarının hem damlacık hem dalgacık olduğunu kabul etmiş.
Anlamış ki, gözyaşları hem hüznü, hem umudu getirip yüreğinden, bazen ince ince, bazen usul usul akıtırmış gözlerinden, o halde üzüldüğü kadar umutlanmalıymış da aynı zamanda.
Belki de kutudaki kediyi kucağına alıp başını okşamanın zamanı gelmiştir artık.

la vrai fête

Varlığına inandığın bir şeyin yokluğu, varlığını bildiğin bir şeyin yokluğu kadar dokunmaz insana, bu sebepten yokluktan bu kadar ah ediyorum. Aşkın aşıklar birbirine kavuşuncaya kadar sürmesi gibi; bilindiğinde, bulunduğunda bitecek hepsi, o zaman varlığımla ben de insanlar arasında yer alabilirim belki, ha tulmon?

sourire.

Benim olmayan bir şeyi dağıtıyor olmanın verdiği hislerle etrafa gülücükler saçarak hem cimriliğimden bir şey kaybetmemiş oldum hem de cömertliğimi sergiledim, kimse bilmiyor ki benim olmadığını. Bol keseden dağıtmayı uygun gördüm bugün, sahte altınları gerçek altın gibi dağıtmakla mukayese edilecek bir şey değil bu; bu, benim için kalaylanmış bakırın insanlar için altın olmasından kaynaklanan bir kuyumcu meselesi. Kapalı çarşının en has kuyumcuları bile altın dediler, “herkes de altın bilir bunu beyim” diye söze atladı birisi, ne diye kalaycılık yapıyorsunuz? Aslında bu kolaycılık dedim, kolaya kaçıp aslında değersiz olduğuna inandırmışım kendimi, değersiz değil, buna da şimdi inanıyorum, her gün böyle saçsam keşke ortalığa, ama iki dakika geçer, üçüncüsünde ben yine susar, dördüncüsünde gözlerimi sabit bir noktaya dikerim.

Mais, c'est tres facile!

Ben küçükken, basit sorulara hiç parmak kaldırmadım cevapları bildiğim halde. Herkesle beraber elimi havada göremedi kimse, belki gerçekten basit olmayan problemlerle karşılaşıp etraftakilerin ellerini havada daireler çizerken görmediğim zamanlarda ancak istemişimdir söz hakkı. Basite karşı kendimi bildim bileli mesafeli ve tahammülsüzüm. Basite takılıp aynı şeylerin tekrar tekrar önümüze gelmesine sebep olanlara de sempati duyamamışımdır doğal olarak. Yıllardan beri, kendimi bildim bileli basitlikten kaçınmaya çalıştım, geldi hayat görüşü gibi tepemde duruyor şimdi. Ve şimdi, etrafımdakilerin basitlikleriyle ne kadar mutlu bir hayat sürdüğünü görüp, kendimle çelişiyorum. Basit diye hor görüp aşağıladığım düşüncelerin davranışların insanları ne kadar kolay sonuca götürdüğüne şahit oluyorum, basit diye burun kıvırdıklarım benden çok ileride durabiliyor, ben hala kendimi daha yüksekte kabul edip kendimi kandırsam bile. Basitler dünyası diye bir dünya var, niyet etsem de giremiyorum, kendimi oraya ait hissetmediğimden. Standart ve basit. Normal ve sıradan. Genel ve bildik. Bu kadar takılmasaydım bu sözcüklere şimdi burada değildim, dışarıda bir yerlerdeydim. O zaman ne bileyim, basit de olsa küçük çaplı bir mutluluk olmaz mıydı benim için? Ah oğuz, küçük burjuvanın Pazar ayini ile mutlu olan insanlar olamaz mıydık biz? O zaman utanmazdım ben de böyle şeyler yazdığıma. Utanıyor muyum? Sadece ruhumu çıplak hissettiğimden.