bir astronodun nod defteri

sanki uzaklaştıkça soğuyor mu ne. donarak ölmekten kaç ve elektrikli sobalara sığın. hem bildiğin ışıkla ısıtıyormuş bak. ufo gören masum köylü, milletin efendisi. bu zamanda böyle efendi astronotlar kolay bulunmuyor. tam karşımda bilinmeyen uçan isimler, uçmaya dair hikayelerle uçan daireler. öteki boğaziçi mezunundan uygulamalı daire uçurma dersleri. ah güzelim artık astronotlar da öyle şişman ki sorma. eskiden bu şarkıları çok severdin diye hatırlıyorum zekiye. bence sen uzayı da seversin heparını da. aya ayak basanı da ayık bakanı da kahraman bellersin. tekrar düşündüm de, tarih tefekkürden ibaret. hem galiba tarihte sadece neil bu şerefe nail olmadı. ve devrim teorisyeni arkadaşlar da bittabi astronot olabilir. o zaman ne duruyorsun, yuri be koçum seni kim tutar? da, ben bir yerden bir ses duydum galiba? mekiğin kapısına bir de not yapıştırmış köftehor: aya gittim gelicem. imza: Armstrong. eh, o zaman sen de yuri ya kulum, buaşka ne diyeyim. he de be, biaşka ne denir ki, olağanüstü halimi hatırımı sor geç ama, ilan edilen o halde şimdi sen de mi moon yoksa? demi moon, demi tavşan, demi bilmem ne belarus? yarım ay, mavi tuna; mavi ay, bu rus milislerin hesabını görün paşam! genelgeçer zevklerin beyhudeliğini anlatan genelgeler çıkarın. zeki müren, ze kim üren! bu nota ancak tamburla çıkar. şol cennet yurdumuzda bazen kanunun da işlemediği şarkiler vardır. paşa hepinize hak veriyor ince telden, lütfen siz de doğru notaya basın. ama sudan sebeplerle itfaiyeye kızmayın n’olur. entelijansiya yangına sıkılan sudan çıkmış balık gibi şaşkın; çölde çay kaşığı tuz, huysuz ve tatlı kaşığı biber, tavuk suyuna çorba kaşığı laf. boş konuşmaktan imtina ediyorum boşkanım. ama böyle sekiz ciltlik bir eserde uyku o kadar iyi geliyor ki son cildime. üstelik buranın yemeklerinin tadına doyulmaz, ici restaurant “le monde”. garsonlar bile dev kazanlarda marine edilmiş marineler. uzayda olsa bu yemekleri kolay kolay bulamazsınız. üzgünüm ama böylesine ebedi hayatta kendinizi edebiyat sosuna hiçbir kitapta bulamazsınız. yo hayır o adam “düşenler”de seni beni yazmadı katiyen, belki bir kalemde sildi. bir de üstüne üstlük evren genişliyor diyorlar, galaksi şeytan! bu nasıl bir hikayeye dönüştü böyle! neyse n, oysa o, koltuğunun altında kitap taşırdı, kimse kim ki, duksa duk, geçen hilalde ayın elemanı seçmeleri geldiği zaman, biz ilk kadın astronottan çok umutluyduk. ama o dahi yerçekiminin cazibesine kapıldı, işte buna inanması çok üzücü, çünkü nasa hakemleri bütün puanlarını sildiler. ve hay, eleğinde eleman eleyen patron, patron! ben buranın yabancısıyım da, şu ilerideki köşeyi en kısa yoldan nasıl dönebilirim? bu ilana kulak ver ya bancı. bak simya deneylerinde kullanmak için vasıfsız element aranıyormuş. ücret dolgunmuş, ama senin düşmeyen dolgun kalmamış. şol yumruğumla o dişi kırmamın üstünden kaç sene geçti? bilmiyoruz, bilmiyor, bilmukabele. Sonra mevzular akl aştıkça, yerlere taşan kanlar koyulaşıyor. tavşan kanlar, demi mor. e onu da siyah çayla içeyim n’apiym. uzay mekiğim dokunmatik pilotta ve göktaşı başımıza yaklaştıkça aklaştı. ama yerçekiminden azade vicdanım rahat, ne de olsa, hasbelkader bu yaşa kadar gelmiş olsam bile, yaşımı göstermediğim planör sosyete tarafından kolayca bilinir, çünkü ben başka bir dilde bisiklet söylüyorum, ve orada bisiklete dolayca binilir.

hay

bayanlar baylar bugünkü gönderimizde sizlere daha önce hiç denenmemiş bir deneme hazırladık. şimdi çok basit bir deneme yanılma, koşulsuz inanıp gerçek sanılma, ve sevilen yazarlara boynundan sarılma yolu ile; ne okuyup ne sandığınızı, ne üzerindeki örtüyü ne de kapağındaki kilidi atlamadan, bir bir anlatmak ve pazarlıksız anlaşmak istiyorum, bu yüzden asıl bahsedeceğim mevzuyu hatırımda tutmakla beraber şimdilik size irademden başka bir şey bahşedeceğim, eğer hazırsanız buyrun size mutlak monarşi süsü verilmiş demokrasi.
Ellerinde bayraklarla meydanlarda toplanmış saygın kalabalık için, olanca kuvvetiyle toprağa tutunmuş, gönül kökünden türetilmiş bir kelimemiz var, göndermek istediğimiz kelimeleri ucuna takıp sallandırdığımız, tepesinde küçük bir topu dahi olan uzunca bir gönderi andırıyor. Belki de tam şu anda bir yıldız kaydı. Lakin bayraklar sadece yılın belirli zamanlarında burçların ucunda ya da taşları kırılmış metruk okul bahçelerinde dalgalanmayacağı için, insanoğlu üstün yeteneği sayesinde gönderme yapmak için birbirinden güzel birkaç yöntem geliştirmiştir. bunlar mesela nelerdir?
Bilindiği üzere posta şirketleri, zeplinler, şişeler, güvercinler, kamyonlar gibi bu iş için kullanabileceğimiz çeşitli güzellikler mevcuttur. göndermek istediğimiz mektupları yazdıktan sonra, gönderme yapmak istediğimiz kelimelerle tıkabasa doldurarak ya da odanın içinde durmadan dolanarak, az önce saydığım yöntemlerden birisini seçip kolayca gönderebiliriz. Aslında bu yöntem nevinden saydıklarımız arasında hiçbirinin alınma garantisi yoktur, bazen okuyan kişi yazdıklarımıza alınabilir tabi, ancak bu ses benzeşmesi olduğu için gol sayılmaz.
Posta şirketleri bir yana bırakılırsa, güvercinlerin ayak bileğine küçük kağıtlar bağlayarak yapılan göndermeler IVIVIVIVI.Henry ingilteresinde ya da IXIXIXIXI.Louis fransasında çok romantik olur, bazen ülkemizde de masum örnekleri görülebilir, güvercinler genelde göğsümüzde sıkıştığında bu şekilde yapılan uçuşlar hem göndereni, hem alanı, hem de yenicami önündeki güzelim kuşları rahatlatır. Kelimeleri şişe ile gönderme metodu ise sadece ıssız adalarda ya da denizin ortasında mahsur kalmış denizcilerin kullandığı bir metod olup, bu adamların bolca tükettikleri rom şişelerinin içini kıyak kafayla yazdıkları mektuplarla doldurarak denize atmaları suretiyle gönderilirler, bu mektupların elliüçte yedi oranında sarhoşken yazıldığı isviçreli bilimadamlarınca ispatlanmıştır. Üstelik bu tarz göndermeler esnasında esen eski rüzgarların çok acayip etkileri olmakta, sıcak rüzgarlar şişeleri çöl kadar sıcak yerlere götürürken, soğuk rüzgarlar ise kıyıya varmasını engellemekte hatta kutuplara gönderebilmektedir ki orada geceler bile altı aydır, dolayısıyla, denize atılmış bir şişeyse her kitap, kapıları her gelene açılmazsa, bu sözün gerçeklenmesi için önce attığınızın bulunacağından emin olmanız gerekir.
Şehirlerarası göndermeler için ekseriyetle kamyonlar, ülkelerarası göndermeler için müessiriyetle zeplinler kullanılır. Kamyonlar kavunla birlikte kasalarında kelek yapmayacak kelimeler de taşırlar, zeplinler ise taşımacılıkta mesafe tanımaz ve bir kere havalandıktan sonra yansalar da farketmez. Yanmaktan bahsetmişken, göndermek için yazılı birşeyler bulamadığımız zaman ya da yazdıklarımızı göndermeye değer bulamadığımız zaman, derdimizi dumanla da rahatlıkla anlatabiliriz. Bunun için iki yöntem vardır, birincisi yazdıklarınızı yakmaktır ki, bu kolay yoldur, ama kağıtlar çabuk yandığı için dumanı hemen kayboluverir ve maazallah daha yükselmeden bir rüzgar alır götürürür. Bir diğeri ise daha uzun süre yanacak ve sevgi dolu kokulu dumanlar çıkaracak bir şey bulmaktır. Misalen, can yakmak iyidir, bir kere yandıktan sonra bir daha oduna ihtiyaç duymaz, doğru usüllerle yakıldığında kolay kolay sönmez, yangınını ancak haberi alan tarafın verdiği ihbara istinaden, ayak bileklerine küçük kağıtlar iliştirilmiş itfaiyeci kuşların gagasında taşınan sular dindirebilir.
Ateşin bulunmasından sonra geçen şu kısacık zaman zarfında, teknolojinin de hızla ilerlemesi sayesinde son yıllarda radyo dalgalarının bile bir gönderme yöntemi olarak kullanıldığı görülmüştür, ama bunun için kolay kolay ısınmayan klimalı bir kulak gerekir, bazı insanların hiç kulakları yoktur ve saçlarıyla olmayan kulaklarını kapatırlar, onları ancak desparate housewives paklar ve konumuz haricidir boşverin, fakat kolay gibi görünse de radyo dalgalarıyla gönderme yapabilmek için öncelikle elektrik denen enerjinin keşfedilmesi gerekir, tesla yardımcınız olsun. Yakın geleceğe damgasını vurmasını belkediğimiz bu elektrik denilen enerji türünün, sadece mevzubahis ses dalgalarıyla değil, gönderin ucundaki bayrağın her dalgalanmasında ucundan düşüveren kelimelerle, aynı zamanda elektronik posta ya da blog denilen uzay mekikleriyle de uzayda kendini göstereceği ve bunun fezada yaşamaya mahkum astronotlar için, astroidin galaksi turu ayarında bir devrim niteliği taşıyacağı tarafımızca değerlendirilmektedir.

V for Veyletta

Diyelim ki, bir öğle vakti yanına vardığınızda, o güne dek gölgesinde oturduğunuz duvarınızı yıkılmış buldunuz. Hangi saygısız duvarımızı yıktı diye kulaklarınızdan dumanlar çıkararak bir suçlu arıyorsunuz. Gözünüze az ileride güneşin altında ayakta duran bir çocuk ilişiyor. Elbiseleri, elleri, yüzü, gözü hep toz içinde. Başka bir suçlu aramaya elbette gerek yok. Şimdi sizin için doğru olan, duvarın yıkılmış olduğu ve çocuğun elbiselerinin tozundan hareketle, duvarı onun yıktığıdır. Çünkü bu kolayınıza geliyor. Çünkü sadece iki cümlelik önermelerle bu doğruya ulaştınız. Çünkü ne kadar az düşünürseniz o kadar kolay bulursunuz. Çünkü en doğru yol sizin için en kolay yoldur. Çünkü yıkılana kadar yaslandığınız duvarın ardını bir kere bile merak etmediniz siz. Çünkü o çocuğun kim olduğunu birbirinize sormadınız bile. Çünkü toz sizin için inanılacak en önemli kanıttı. Çünkü sırtınızı yasladığınız duvarın kendiliğinden bu kadar kolay yıkılabileceğini düşünmediniz. Çünkü bütün mesnetsiz fikirlerinizi ne zamana kadar ayakta duracağı belli bile olmayan bir duvara kolayca yasladınız. Eski yunan tapınakları bir üflemeyle yıkıldı, babilin kulesi bulutlara ulaşamadan devrildi, süleymanın mabedi son taşları oynuyor, fildişi kulelerinden halkın üstüne kolayca inanılacak düşünceler yağdıran aydınlarınız acınacak halde, istisnasız hepsi alçaklık korkusundan yukarı bakamıyor, auschwitz toprağa gömüldü, berlin duvarı parçalandı, ikiz kuleler bile yıkıldı ama, siz bıkmadan usanmadan duvarınızın sonsuza kadar yaşayacağını sandınız.
Aslında gölgesine sığındığınız, körpe zihinlere taze görünümlü köhnemiş duvarınız en fazla sizin ömrünüzce yaşardı ya da en çoğundan birkaç nesil devam edip öylece yıkılırdı, hatta belki siz gölgesindeyken üzerinize devrilirdi de, siz duvarınızın zayıflığına bakmadan yıkan adamı arardınız. Çünkü duvarı savunmak zaten mümkün değildir, bu sebeple, en azından yıkılan haysiyetiniz için saldırmalısınızdır. Bu yıkılıştan sonra duvar yazılarınız da yok olup gider elbette. Bütün o sloganlar şaşkın bakışlarınız eşliğinde tuğlalarla beraber kara toprağa karışır. Çünkü yüksek bellediğiniz o duvarın ardına geçen sizler, kendiniz gölgede kaldıkça üzerine ışık vuran bütün insanları sırf yandıkları için ırkçılıkla suçladınız. Çünkü sırtınızı bir duvara yaslamadan yaşamanın özgürlüğünü kıskandınız. Çünkü siz hayat veren güneşi değil serinlik veren gölgeyi ebedi sandınız. Çünkü o duvar yıkılsa bile artık çocuğu suçlamak sizi kurtaracaktı. Çünkü iz vardı, toz vardı, çocuk vardı, ve çocuğun tek yaptığının, yıkılmaya yüz tutmuş duvarın altında kalmasın diye sahiplendiğiniz kedi yavrusunu kurtarmaya çalışmak olduğu sizin aklınıza gelmezdi. Kolay yoldan yaşamak önemliydi, kolay yoldan köşeyi dönmek gibi, kolay yoldan hayatın anlamını bulmak önemliydi. Siz en üstteki duvar yazısını en doğru söz sandınız, ve birisi daha yukarı bir söz yazdığında, onu bırakıp diğerine inandınız. Düşünürken tek yaptığınız duvarın en üstüne bakmaktı. Şimdi orada gölgede mutlusunuz, birbirinizi hazzın doruklarında ağırlıyor ve konuşan herkesi delicesine alkışlıyorsunuz.
Oysa sizin çağımıza uygun modern düşünceler olarak kabul ettikleriniz; ikibinli yılların gerçeklikten olabildiğine uzak seyreden insan icadı kısır doğruları; parayla satılan kitaplardan öğrendiğiniz dolayısıyla ucuz hakikatler, ya da sağlıksız düşünce sisteminizin kolaya kaçmak suretiyle zorlanmadan ulaştığı burun mesafesinde fikirler; aklınızı hakkıyla kullansanız ulaşabileceğiniz lakin bugünden ötesine varamadığınız mesafeler; sizleri süperkahramanlara muhtaç hale getiriyorken, süperkahramanları da güçlerini boşa harcamaya zorluyor. Kutuplarda mikrofonlara burası neden soğuk diye bağırırken, sahrada bile sıcaktan dolayı suçlayacak birilerini arıyorsunuz, size göre denizler aslında tuzlu değil, tuzu üreten asıl bizim beyinlerimiz, ve oksijen olmadan da yaşayabiliriz çünkü sizin teorik beyniniz oksijensiz bile çalışacak kadar gelişmiş. En basit sorulara temsili bienallerle yanıt ararken, bieNULL cevaplar aldıkça uçan balonu elinde tutan bir çocuk gibi zevk alıyorsunuz, hastalığını doktora göstermeyip diğer hastalara hava atan adam gibisiniz, doktor beni benden iyi mi bilecek dedikçe bütün hastalar sizi ayakta alkışlıyor. Haydi şimdi siz yine kendi doğrularınızla yaşamaya devam edin, kendi doğrularınızla yazın, gezin, eğlenin, konuşun, sevişin, ve uyuyun. Çünkü her uyku, uyanmak için verilmiş bir şanstır.

bu bir hikaye değildir.


-azade-



sıkılıyor. başta bunu yazayım. ama ne içi sıkıldığını daha belli etmedi. belki derdini açığa çıkarmaya başladıktan sonra benim yazmam gerekir. muhtemelen canı sıkılıyordur sadece, ve mesele esasında sandığı gibi önemli değildir. bu durumda emanete ihanet suçundan rahatlıkla yazabilirim ben. sanmam, senelerdir tanıdığımız bildiğimiz adam işte. öyle canını kolay kolay sıkan birisi değil ki. her zamanki gibi ruhu sıkılıyor bedeninde ben eminim. ilk bunu yazacağım. sabah masasına oturduğunda her günkünden neşeli görünüyordu aslında. galiba düşünmeye başlayınca böyle oldu. düşünmeye başlamasını yazdın mı sen? aklına gelen bir fikri bile atlamadan not ediyorum, bugün de saate bakıp düşünmeye başladığı anda yeni bir sayfa açıp başlık olarak yazdım, altına teker teker sıralıyorum aklından geçenleri.
-günaydın ahmet bey! istersin çay vereyim?
zaman bu kadar yavaşlamışken kendini düşünmediğine emin misin? sanki bana da yazacak birşeyler çıkacakmış gibi geliyor bunca fikrin arasından. aklında kendiyle alakalı birşeyler var elbette, mesela eski notlarıma bakınca pişmanlığını görüyorum, not etmişim büyük harflerle, bayağı da yazmışım o zamanlar. o pişmanlıklar bana çok sayfalar sildirdi hatırlıyorsun değil mi? hatırlamaz olur muyum hiç. şuna baksana, oturduğu yerden kendine dert arıyor yahu, bu zamanda bulunmaz meziyet bence. hazır buraya kadar gelmişken, şuradan sağ kulağına birkaç kelime de ben fısıldasam mı diyorum, ne dersin? ah hayır, dışarıdan yardım yok biliyorsun, kendisi ne hesab ederse sonucuna katlanacak, yoksa ben de buradan sol kulağına üflerim çok rahat, kalkar gider bir çılgınlığa doğru hemen. biz yine kendi halinde izlemeye ve yazmaya devam edelim. en son nerede kalmıştı? az önce aklından şunu geçirdi ki, bugünden itibaren yeni bir hayata başlıyormuş. bunu daha önce çok dedi hatırlıyorsan, başlığı senin atıp sayfaları benim doldurmamla sürdü hep, ben yazdıklarımı sildim, bu sefer bu kısmını sen yaz.
-ahmet bey sabah masanıza bıraktığım hesapları da öğlene yetiştirirseniz...
dosyaları sabahtan beri inceleyemedi çünkü aklı hala kendi dosyasında. kendi dosyasını önüne aldı, ölçtü biçti ve süphesiz bir şekilde ziyanda çıktı. işte bu yazılır! üstelik işten kovulma pahasına, bugün daha ağzını açtığını bile yazmadık. sustuğunu yazmış olmalısın öyle değil mi? gördüklerimi düşünmeden yazıyorum, dinle, adamımız daha yeni başlıyor, bakıyor ki bugün şubatın ikisi, gün takvimde boş görünüyor, ama takvime el basarım ki boş kalmayacak, aklımı boş bırakmayacağım artık diyor, yazıyorum bunları hep, bana da bir yer açsa ya. bu gidişle sana varır belki de, bana bugün pek hacet yok anlaşılan. en iyisi uzun uzadıya dinleyelim, bittiğinde aramızda anlaşıp sonunu yazarız. o halde şimdi, sadece dinliyoruz.
"saat daha sabahın onu. ve aklıma gelir gelmez saat onu buldu. bu bir saat neden bin saat gibi geldi ki? ilk iş sağa sola bakınmayı bırakayım şimdi, çünkü bundan sonra hep önüme bakacağım. gözlerimi hiç boşa harcamayacağım, kalbimi boşa yormayacağım, bugünden tezi yok başlıyorum, hesabımı ince ince yaptım. bugüne dek herşey benden götürdüğü için, hesabı kolay oldu, mutlak zararda çıktım, amenna, peki şimdi ne yapmam gerek? önce ayağa kalkmalıyım, bugüne kadar hep oturduğum yerden konuştum, ayağa kalkarsam belki biraz dinlenirim. aslında kendim için yeniden başlamayı istiyorum, bugüne kadar hep tok yaşamışım belli, eğer mide tokluğundan bahsediyorsam tabi, ama ruhumu düşüncesizce aç bırakmışım hem de çok, üzerine taş basmayı bile akıl edememişim, bağrıma böğrüme çalışıp durmuşum. ve hepsi de masamın üzerindeki bu ayna yüzünden biliyorum, çerçevelettiğim resmim yüzünden, resmi dairelerde asılmak üzere yargıladığım resmim yüzünden. artık kendi kendimi terbiye etme yolunda biraz daha çaba harcamam gerek. hayatımı biraz daha düşünerek okumalıyım. her gün inkişaf ettiğimi sanıyorum ama ertesi gün aynı dönemeçten başa dönüyorum. oysa yarınımın bügünümden evla olması gerekiyorken benimkiler eşit bile değil. yoksa şu dakikalar ne işe yarar ki, zaten hep zarardayım. yanlışların en büyüğü, fikirlerimi kendi başlarına bırakıyorum. çok başıboş kalıyorlar kelimeler. sonra en güçsüz halleriyle dolaşıyorlar ortalıkta. onları hislerimle biraz güçlendirebilsem hesabı tutturabilirim gibi geliyor, belki o zaman istediğim heyecanı duyabilirim. ama en başta, idaremi kuvvetlendirmem gerek, irade elzem, irade şart. duygu ve düşüncelerimi geleneksel zincirlerinden kurtarmam gerek. bazı misafirleri zihnimden peşinen kovmam gerek. olmak istediğim gibi olmam gerek, olduğum gibi kalmamam gerek. kendime onlarca şart koştum, bugüne kadar yüzlerce başlangıç yaptım, hiçbirinde nefesim yetmedi, hep durmak zorunda kaldım. şimdi son kez derin bir nefes alıp önce dalabildiğim kadar derine, sonra da uçabildiğim kadar yukarı. bu sefer kararlıyım ama, bu sefer kesin, bu sefer muhakkak dediğimi yapacağım. önüme her gün onlarca gelir gider meseleri koyuluyor, sessiz sedasız hesaplıyorum. boşa yapılmış yüzlerce alışverişin hesabını tutuyorum. beş senedir burada istisnasız aynı işi yapıyorum, bütün hesaplarımı başkalarına satıyorum. şimdi son bir muhasebe ile kendi müessesemi kara geçireceğim, şimdi olacak..."
bu sefer düşünceleri biraz daha farklı geldi bana. bütünüyle benim kalemimi tüketecek bu adam. yine de ben bu fikriyatta biraz bencillik sezdim, kendini kuırtarmaya çalışması bana en azından birkaç sayfa yazdıracak gibi geliyor. en başta belirtmek gerekirse, kendine düşünüyor, başlığımı böyle yazayım. fakat azizim, kendini kurtarmadan başkalarını nasıl kurtarsın ki? bilinçaltında bir yerlerde bu düşünceyi hep sakladı zaten bu adam biliyorsun. bu düşüncelerin hepsi oraya açılan bir kapı, ve yolun sonu iyi yerlere gittiği için hepsini benim yazmam gerekir. hayır, o kadar kolay değil. baksana kendisi için yaptı bütün hesaplamalarını, geleceğe dair somut birşeyler koymadı ortaya, ya yine kendi kendini eğlendirdiyse? yani yarından itibaren kendini düşünmeyen biri olacağını bilmiyoruz daha.
-ahmet abi sesin soluğun çıkmıyor bugün, hayırdır?
bak ben bu defa kesin inanarak yazıyorum. şu an saati durdurdu ya bu adam, yeniden akmaya başladığında herşey bambaşka olacak. ama böyle düşüncelerle karşımıza çıkınca benim bugünüm boş geçti neredeyse hiçbirşey yazmadan. bu adam beni hiç boş bırakmazdı halbuki, mütemadiyen yazardım. en azından çaycının sorusunu cevapsız bırakmasını yazayım, bir selamı çok gördü ya, adam sevecenlikle getirdiği çayı hayal kırıklığıyla bıraktı masaya. onu da ben ileride telafisiyle kaydederim emin ol. hatta müdürün dosyalarını bile daha hazırlanırken aklından geçirdikleriyle yazacağım. gel sen de bana yardım et, eğer yazacak başka birşeyin yoksa. iktiza ederse ederim elbet, ama artık burada duralım. sonuna yaklaşıyor, bugün harfleri mi sayacağız kelimeleri mi? genelde benim kelimelerim uzun olduğu için, harfleri saymak biraz adaletsiz olabiliyor. adamımız için hiçbirini saymamıza gerek kalmadı bence. ama illa ki günün sonucunu belirlemek istiyorsan, buradan çıkışta defterlerimizi adaletli bir el terazisinde tartarız, küçük, beyaz, tarafsız...

yazmak, şartlardan azade olmaya vabestedir

edebiyat camiasında yazarlığı su götürmeyen dostomuz o gece çok huzursuzdu. yaptığı anlaşmaya istinaden verilen süre içinde yazmak zorunda olduğu kitabı, söz verdiği gibi, ertesi gün teslim etmesi gerekiyordu, ama elinde bomboş kağıtlar ile çivit mavisi bir divitten başka birşey yoktu, hokkasını ağzına kadar doldurdu, burnuna kadar kedere gömüldü, ilk iş olarak kitabın ismini kendinden mülhem hokkabaz koymaya karar verdi. ama başlığı bulmakla iş bitmiyordu, bir gecede bütün hikayeyi nasıl anlatacaktı? yanında eli çabuk bir stenografı bile yokken, hızlı düşünse bile bunu nasıl yazıya dökecekti? ama o bu sorulara kafa yormadı hiç. kalemini kağıdını efendi gibi usulca önüne aldı, ve o gece ne verdiyse hevesle yazmaya başladı, sabahı hiç düşünmeden. ne de olsa hikayesini bitirene kadar zamanın geçmeyeceğinden adı gibi emindi.

nasıl itfaiyeci oldum

yağmurlu bir günde resimli bir gazetede, "kurumumuzda çalışmak üzere, ateşe karşı gönülgözüpek ve çok kitap okuyan itfaiyecilere ihtiyaç vardır" ilanını görür görmez ilk görüşte yangın çıkardım. karşısındaki ateşin harflerini doğru anlayacak ve yanmaya koşa koşa gidecek itfaiyecilere o zamanlarda pek ihtiyaç yoktu. söndürmek için yanacak adamlara toplumda sosyal statüko nazarıyla bakılıyordu ve kapıların üzerindeki boncuklar bile yanmaz gözden yapılıyordu. hem aydınlanmak için, hem aydınlatmak için yanacak itfayecilere bir gün ihtiyaç duyulacağını düşünmemişti kimse. ateşe sözü geçmese dahi nazı geçecek, serinleştirici ateşleri keşfedecek, yaktıkça arındıracak ateşler bulacak itfaiyecilere muhtaç olunduğunun farkına vardığında belediye yetkilileri, beni, kırk yaşını devirmiş fahri inayet'i koşulsuz işe almak durumunda kaldılar, çok kolay oldu, zira ben ateşin anayurdunu bile biliyordum, evet, çünkü dünyanın merkezinde yaşıyordum. işe başlamadan önce bile, buralarda yanıp buhar olmaya çalışarak bulutların içinde, ya da düşüncelerin buharlaşmasına razı olup ateşin varlığını reddetmekten evlere sığınarak, hayatımı sürdürüyordum. çünkü düşünceler katiyyen buharlaşmamalıydı, katranlaşmalı, en azından is bırakmalıydı evlerin duvarlarına soğuk gecelerde. sonunda ben de itfaiyeci oldum, çünkü bu işin içinde bir de kurtarılacak kediler varmış, üstelik kurtarıldıktan sonra karşılığını verecek kadar vefalı kediler. ben kedileri bütün samimiyetimle seviyordum, ağaçlarıyla birlikte. ağaçların fedaisiydim, çünkü ağaçlar bize kağıt olurdu, ve hiçbiri kağıt olup mürekkebe bulanmadan yakılamazdı. bence adamlar da kağıt olmadan yakılmamalıdır, ama o günahlarını yazdıkları kağıtlarla tutuşturulanlar var ya, işte onlar yanlış kelimeler seçmenin cezasını ziyadesiyle çekerler. görüldüğü gibi cahil bir adam sayılmazdım, elifle merteği ayıracak kadar bilirdim ilmini, ama biri ayıramazdım zinhar, bir benim için saymaya başladığım andan beri önemliydi, peki ben itfaiyeci olmaya en çok ne zaman mı karar verdim, tam manasıyla ifade edememekle birlikte muhakkak söylemeliyim ki, o mecnun denen zibidinin suratına eldivenlerimi çıkarmadan şöyle ziyadesiyle yakıcı bir tokat aşkedip, ateşin kimyasını sopa zoruyla öğretmeyi içimden geçirdiğim zamanların çok evvelinde, uzun yıllar önce o duvarda, karşımda harikulade bir yangının başlangıcını gördüğümde, ve itfa edilecek fikirlerimin ilk kıvılcımı aldığı gün, diye bilirim.

vaatleri ayarlama enstitüsü

diyelim ki, yeşile doğru hızla ilerlerken kırmızı yandı ve sözünde durmak zorunda kaldın. o zaman şimdi yeniden harekete geçebilmek için yeniden ateşleme yapmak gerekir. fakat aynı hızı duyabilmek için gözleri kapayıp müziği açmak yetmeyebilir. çünkü ben kaç gündür içtiğim hiçbir şaraba kanmıyorum, inanmadığımdan olsa gerek şart. yeter! bu mevzuyu şarapla ilk kez kim ilişkilendirmişse onu da kılıçla kınıyorum. kın. ekmek değil ki bu şarapla beraber dilimize dolayalım. esef. bugün bütün rahipler günah çıkarma yarışında judas. bahsetiğim vaatler köpük partisi liderinin iki anahtar vaadi gibi bir şey değil. zaten sadece tek anahtar var ve o da bilinen kapılarda çalışmaz. bilinmeyen kapıların eşiğinde bırakılan çocuklar deli büyür. ellerinde kocaman bir sol anahtarı, üstelik ingiliz, şol kapının anahtarı, konuya fransız. bahsederken bahsettiğimiz demek istiyorum, çoğul konuşmak mütevaziliği gösterirmiş. ben çok mütevaziyim, ne kadar mütevaziyim, en mütevazi benim, benden daha mütevazi yok. ama sözlerim havada asılı kalıyor, ne yapsak, kitaplarımızı asmayalım da okuyalım mı mesela? kanatlanmış uçan vaatlerden bahsettiğimden olabilir mi acaba bu balon hegamonyası? uzun vaadeli yüksek faiz işletmeciliğine soyunup çıplak kalmak korkusu. oysa aynı uzun vadeli vaadinden vazgeçtiğini vaazedecek bir cemaati bile yok hocanın. zaten faiz haram değil miydi be hocam, bu vaatler harem değil miydi. ağız dolusu konuşmak bile bile orucu bozmaz mıydı? birileri sürekli birşeyler vaadediyor ve ben inanıyorum diye. aman tanrım ne kadar da kolay inanıyorum. düelloya çağırdığım halde gelmeyen bir alay misafir var. hadi onları geçtim, aynı yerde durdum diyelim. soru sormaya inat hiç polis gelmedi. oysa ki benim vaadim o kadar yeşildi ki. zamanında yüksek ülkelerin yaylaları bile imrendiler rengine. şimdi yeni efendileriyle tanışmaya giden fotosentez fikirleri görünce. bir göz rengi olarak yeşili korumaya and içtim. lakin aklımda birtakım renksiz vaatler var hala galiba geç kalıyoruz. o halde yeşil vaadi bizimdir, yürüyün tellioğulları. birleşmiş müdürler enstitü yakıyor çayır çayır yeşil renklerinde. zaten yerden yüksek lisansımızı bitireceğimiz asıl yer burası değilmiş. vaat edilen bütün uyduruk bahçelere karşı gelip varacağımız yer, ebediyyen metruk mabedinde kendimizi ayarlama enstitüsü, üstelik tek başına, te(k) başı(n/a) t(ek) ba(şinanay).
bazen anlaşılmazlığımın karşısına geçip derin derin iç geçiriyorum sıkışan hayvanları azad.

post-güvercin

sevgili mektup;
sana bu hızla akıp giden satırları yazarken, habersizliğim yüzünden durdurduğum saatimin yeniden işlemeye başaldığını görünce, derin kuyular görmüş bir çift göz kadar sabırlı ve dahi mütebessim olmam gerektiğini bir kez daha anladım. on yılı aşkın bir süredir süren aşkın bir süredir sürünüyor olsa bile, önümde durduğun zaman kalemi her elime alışımın, kelimeleri aynı anda kendi boğazıma uygulamak olduğunun farkındayım.
şimdi seni bir zarfın içine hapsetmeden önce, öncekiler gibi sen de ona git ve medreseden kaçtığın halde gelip kendi rızanla teslim olduğunu söyle, bir de şunu de ki; artık ben de kalemimi attım, polisin dur iftarına uyuyorum; ellerim yukarıda, olduğum yerde kalıyorum, ama konuşmama hakkına sahipsem bile yazmama hakkım yok, saatim bir daha durmadan sen dediğimi de çünkü hakkımda gerçeği söylediğin de ayrı yazılır.
hiçten sevgilerle..