Zubizaretta

Düpedüz cinayet olduğu her halinden belli olduğu halde kaza süsü verilmiş kadere teslim olarak ellerimi kelepçe takması için uzattığımda hatırladım polis olmadığımı, demek ki beni tutuklayacaklardı. Sessiz kalma hakkına sahiptim, senin hakkında konuşacağım her şey aleyhinde deli olduğumu kanıtlayacaktı, bu yüzden sustum sadece, evet yangını evde tek başımayken çıkarttım ve bir tek kendimi yaktım. Şimdi beni kendini yakarak mahalleyi aydınlatmakla suçluyor muhtar ve ihtar heyeti, bu ne sevgi ah bu ne ıstırap!
Sokak lambalarında modayı yakından takip eden ve aynı zamanda ingiliz muzipler cemiyeti üyesi olan muhtar, komik adamdı vesselam ve sırf bu yüzden mahalle halkı tarafından sevilir ve seçilirdi, buraya yerleştiğimden günden beri evden belirli günlerde yükselen dumanları her gördüğünde telaşlanmış, konuşurken aksayan Londra aksanıyla beni daha önce defaaten uyarmıştı, bu sana son ihtarım dediğinde, bu da sana son muhtarım şeklinde cevap verip sol elimle hafif bir naif anarşist hareket çekmeseydim, olmazdı, böyle şeylerden çekinmemek gerek.
Şimdi viraneye dönen kendi evime bakınca, bir de yolun solunda salınan, panjurları kapalı uyuyan, hiçbir şeyden habersiz olduğu aşikar senin evine bakınca; bu işten seninle eşit derecede zarar görmediğimizi anlamak çok kolay. İtfaiye bir damla olsun seninle ilgilenmedi bile, ben bile onlardan çok su dökmüşümdür evinin bahçesine. Şimdi ev yandı, küller duruyor, beni aldılar, amenna, artık komşu olamayacağız ne yazık, küllerime muhtaç değilsin. Ben hadiseyi göğsümde yedinci dereceden ağır yanıklarla atlattım, bir de evi yaktım, geçti. Diyorlar ki yedi saat sürmüş yangın, beklediğim gibi, bir masal sayı olarak yedi beni her yangında buluyor. Artık onu tek bir sayıya bölebilmek, ve son bir yangın çıkartıp şöyle adamakıllı ölebilmek istiyorum, matematik emrime girdiği an yediyi rakamlıktan çıkartacağım.
Yediyi çabucak geçelim, şimdi bileklerimde bir sekiz ile merkeze ilerliyoruz. Tutuklandım eyvallah, bu bilekler kıvrılır ama, bükülmez kolay kolay, vakti gelince belki öpülür. Dumanım hala tüterken dışarısı her yangından sonra olduğu gibi yağmurlu. Bu sonbahar, ne çok yağmur var, muhtar getirmiş olmalı Londra’dan. Sanki gök ertelediği tüm hislerini bir çırpıda herkesin üzerine boşaltırmış gibi, gök gürültülü ve gök insanın başını ağrıtıyor. Arabanın arka camına vuran damlaların arasından, kimseyi ayırt etmeyen damlalardan korunmaya çalışırken görüyorum bazılarını, gökkuşağı renklerinde yağmurluklarla ya da şemsiyelerle. Oysa seni hatırlıyorum karşı pencereden, hiç saklamazdın yüzünü yağmurdan, şeffaf şemsiyenin mucidiydin. Ama mahalleli öyle mi, makyajı akmasın diye yüzünü şemsiyesinin altına iyice saklamış biri, bir başkası yeni yaptırdığı saç modelini korumaya çalışıyor, çoğunluk oturduğu yerden düşen damlaları izlerken, ıslanmamayı nimetten sayıyor ne yazık, biz hızla merkeze ilerliyoruz, aşağı indikçe hararet artıyor.
Sorgu yargıcı Porfiry beni kapıda karşılıyor. Onu bir kitaptan çıkartıp oraya ben yerleştirdim, benim için muhtardan daha gerçek. Beni itiraf etmeye zorlayacağından adım gibi eminim, ama adım gibi bir şeyler daha uydurabilirim gibi geliyor, senin adını ağzımdan kaçırmadıkça hiçbir şarkı benim için tehdit değil. Kapıdaki adamların ellerindeki mp5’lerin dolu şarjörleri değil, cebimdeki mp3’ün nakaratı beni korkutan. Beni ele verirse, o şarkılar verir ancak. Sandalyesini çekip karşıma oturuyor, beyaz duvar, siyah masa; senin resmini koyuyor önüme, green eyes, white skin; kendimi tutabilmek için şarkı mırıldanıyorum, black heart, blue tears.
Karşıma geçiyor, anlat diyor, anlatıyorum; innadınna kendim, sevgili sorgu yargıcı, sayın hakim, ismini vermek istemeyen muhtemel ve muhterem izleyiciler, bir de sen tabi. Yine kendimi anlatacağım, çünkü aklı başında bir adamın bahsetmekten en çok keyif alacağı şey nedir bilir misiniz, kendisi. Kendisini ilgilendirdiği kadarıyla da, kendisi dışında her şey. Ben burada seni kendime dahil ettiğimden mütevellid senden bahsetmiyorum. Bir sorgu odasında, karşımda kocaman bir ayna, dinleyenlerden habersiz kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Ah şu odadaki dev aynanın ardından senin izlediğini bir bilsem, bunları anlatır mıydım sanıyorsun?

Herşey bir yanlış ağlama yüzünden başladı

O zamandan beri sana karşı küçük kanatlı hisler, çok tatlı muhabbet kuşları besliyorum, pek samimi kuşlar. Henüz konuşmayı öğretemedim onlara, şimdilik sadece çırpınıyorlar. Kafeslerinin içinde biteviye hareket halindeler, bu yüzdendir göğsümde her yana saçılmış kan damlaları. Dikkatim onlara kayıyor hep, uçabildiklerini hatırladıkça kafamda çılgınca teker döndüren hamsterı unutuyorum. Onu hatırlayınca ise dikkatim nesli tükenmekte olan baretta barettalara kayıyor, şu dünya baretta barettalar olmadan nasıl daha iyi bir yer olacak? 
Dünyayı iyileştiren şey başka, bizleri ayakta tutan başka, bizim sonsuz enerji kaynağımız, peşin hüküm makinelerimiz. Ve peşin hükümlerimiz sayesinde herdaim hükmen yenik sayıldığımız ilişkilerimiz. Boşuna ter döküyoruz sahada, ev sahibi takım kuralları bilmiyor daha, ve kafasındaki oyun anlayışıyla peşin hükmen mağlup. Yenilgiyi kabul etmediğinden hırsından ağlayacak şimdi. Bu da mı yanlış ağlama sayın hakem? Ben anladım da size anlatamıyorum, ağladım da size ağlayamıyorum. 
Hiç kımıldamadan oturuyorken koltuğumda, ismini vermek istemeyen bir izleyici canlı yayında bana bağlanıp yanlışlarımı sıralıyor. Üşengençliğimin bana kazandırdıklarını saydıkça yaşımdan şüphe ediyorum. Gözlerimden emindim ama, yaşımdan süphe ediyorum. Şu haliyle onu da gözümde büyütmüş olmalıyım, o kadar, normalde benim için küçük fakat gözüm için büyük bir mesele varmış, sakınan gözüme büyükçe bir çöp batmış, ondandır ki gözlerim sulanmış. Yoksa mevzu sandığım kadar derin değil, bu kuyu yeterince derin değil. 
Yine de kayıtsız kalınamaz, kuyunun yanında yaş da akar, yusuf bilir, olması gerekendir. Ama bu kuyu gerçekten küçükmüş züleyha. Burada düşünceler, hayatlar, onlar, bunlar, adamlar, kızlar hep küçükmüş. Eğer ben de buraya düşersem kendimden önce kuyumu küçültmüş olurum ya, beni boşver. Ben acımı sevmeye devam edeyim. Onlar ciddiye almasınlar. Bu coğrafyada dört tarafı acılarla çevrili adamlara “adam sen de” diyorlar. Varsın olsun, yeter ki ben bir tarafından acısı eksik kalmış yarım adam olmayayım. 

Stronger than fiction

Bilmediklerinden bahsedeyim sana, mesela gizli güçlerimden. Tahayyül edebileceğinden çok daha güçlüyümdür, dışarıdan pek öyle görünmesem de, yazılarda yaratılan tüm kahramanlardan daha kuvvetli yönlerim vardır, özellikle romantik kahramanları tek kolumla yere serecek kadar güçlüyümdür mesela, ayrıca çok kuvvetli hislerim, çok kuvvetli düşlerim vardır, yalnız, kalbim biraz zayıftır. Bırakayım sol yanım küle çalışsın, yine de fark etmez. Kurmaca karakterleri şapkamdan çıkarırım. Zimmermann. Şimdi bunları da göz önünde bulundur, ve lütfen beni öldürmeyi denemekten vazgeç. Ben aklımın götürdüğü yere gideyim, sen de kendi yoluna git. Susanna, genç kızlar seni izlesin. Yirmibeşinde genç kızlar “Güzin”e, yirmibeşinde kadınlar “Hüzün”e yazsın. “Hüzün”e yazanlar en güzel hikayelerini sadece yüzüne yazsın. Oradan okuyalım, çünkü gözlerimiz bozuk, çünkü uzağı seçemiyoruz. Herkesin bir dinleyeni vardır elbet, dinlenenlerle dilenenleri ayırt edemeyecek kadar idrak fakiri miyiz? 

Obviously we are not equally damaged

İsviçreli doktorlar diyorlar ki:
“Kaburganızı söküp doğrudan kalbe batırmak çok kolay olurdu. Bu yüzden biz onu aldıktan sonra bir çift göz ve beyaz ellerle donattık. Böylece acıyı hem arttırdık, hem de uzun bir döneme yaymış olduk. Şimdi hissettiğiniz bu duyguların hangi birini yalanlarsınız?”
bu badem gözler, bu soğuk hava, uçan kuşların donma süresi, gayet belli.

Inspired by false events

Et malheuresement, l’inspration tue la vérité. Aklına esen her şeyden ilham alıp resimler yapan başarısız Montmartre ressamına sorulmaz mı, birader bu resimlerin gerçeklikle ne alakası var diye? Gerçeğinden çok daha küçük burada insanlar, şehir sarı olmasına rağmen burada arka fon pembe, normalde kimseler gülmezken burada herkesin yüzünde mütebessim bir ifade, havada hiç kuş görülmez halbuki burada onlarca, martı mı onlar? Başarısız ressam da der ki, bu resim benim hayalim efendim, elbette gerçeklikten uzak olacak, kime ne zararı var hem, nasıl olsa sonsuza kadar bir kağıt üzerinde kalacak, asla can bulmayacak. Belki ilerde bir müzeye koyarsınız, herkes gibi bakıp bakıp geçersiniz, gülersiniz, ağlarsınız, o kadar. 

enfin! je me débarrasse d'eux!

Gerekli malzemeler hazırsa temizliğe başlayabiliriz. Zihnimin karanlık köşelerinki örümcek ağlarından tutun da, orta yerindeki kırmızı koltuğa kadar, toz bağlamış hatıralardan, tahatakurusu gibi beynimi kemiren düşüncelere kadar hepsini dışarı atıyorum. Gereksiz her şeyi çıkarmak, bütün kirli düşüncelerimi kısa programda makineye atmak niyetindeyim. Onları küçücük kalana kadar makinede sıkmak istiyorum, çünkü zamanında onlar beni çok sıktılar. Hem sonra hijyen nedir? Kendine yakıştıramadığın düşüncelerin başkasının aklına gelmesine de müsaade etme. Gerçek hijyen budur, Tijen hanım! Pencerelerden çamaşır atmakla olmuyor bu işler. Kafandan temizlemen gereken bit değil, dünyaya kıyasla bit kadar bile olmadığı halde beynini yiyen düşüncelerdir. Ve gerçekten temize çıktığın an, o andır, bilmem “an”ladın mı?

En doğru yalanı arıyorum limited

Sen benim aklıma yatmadan ben senin yanına? Olmaz ki. Hani salt aklın eleştirisi bizdik? Meğer dünyanın en hayalperest adamı benden daha realistmiş. Unutmayalım ki her şey bir düşünceden ibaret, sen bile. Zaten ne zamandır sol tarafımda bir kaşıntı, önemli bir şey değil canım, sadece bir kaşıntı. Geçecek elbet, işte geçti bile.