Bottle inanışlar

Şişede durduğu gibi durmuyor mektup, sen okuduktan sonra, başka bir hale dönüşüyor ay, başının üzerinde ışıktan halkalarıyla parlarken, gece denizin üzerinde yakamozda yüzdüğünü gördüğünüz o şişe sonunda bir kıyıya vuruyor. Ben o şişeyi bundan beş sene önce bahr-i sefide fırlattığımda aklımda olmayan herşey artık bir an olsun aklımdan çıkmıyor. Hatırlamayı değil hiç unutmamayı istiyorum, denizin onca hırçınlığına rağmen kağıda yazdığım hiçbirşey kaybolmamış, ellerimle kapattığım o şişenin içine bir damla deniz suyu girmemiş, o mektubun üzerinde bir tek harf silinmemiş, unutmak istemediğim bir lades gibi hala aklımdasın işte, ellerini uzatsan gönül rahatlığıyla alacağım, çünkü aklımda.
Denizdeki şişeyi cesaret için çevirdiğimde karşıma doğruluk çıktığı zaman yine birşeyler yazarak aynı kağıda, tekrar yerine koyuyor, ağzımı sıkıca kapatarak maviye iade ediyorum. Aslında içindeki mektubu alıp yerine bir gemi maketi yerleştirmek istiyorum o şişenin, yazıları gidemediği yerlere götürebilmek için denizde, küçük bir yelkenli lazım o şişenin içine, mektupları uçurmuyor rüzgar. O da işe yaramazsa şişeyi son kez elime alırım, kağıdı da gemiyi de çıkarır, içkiyi bitirmeden şişenin ağzına bir fitil tutuşturup minik bir kokteyl hazırlarım kendime, tutup evime fırlatır içeri koşarım, yanacaksam da denize attığım aynı şişeden yanayım, çünkü ben seni değil kendimi yakmaktan yanayım. Bunu yaparken o şarabı ağzıma değdirdiğimde, şişenin menşei itibariyle ne kadar kırılgan olduğunu ve içindeki kırmızıyı her an kağıda boşaltabileceğini biliyor, şişedeki mektupların seni şaraptan evla sarhoş edeceği günü bekliyorum.

Gösterişsiz, içi umutla dolu bir adamım, sanıyorum ciğerparemden rahatsızım

Sınırları içinde yaşamaktan asla sıkılmadığım bu ülkenin en büyük yeraltı zenginliği olan notlarıma şöyle bir göz gezdirdiğimde petrolden daha siyah bir mürekkebin topraktan hışımla fışkırdığını, ama gidebildiği yere kadar yükseldikten sonra, yerçekimine çaresiz teslim bir inişe geçip, kağıdın üzerine serbest düşmeye ait tüm denklemlerle birlikte süzülerek acıklı birkaç rorschach damlasını ancak bırakabildiğini görüyor ve bir arttırıyorum.
***
Çünkü o aralık ilk defa odaya elinde notlarla başka biri daha geldi, şimdiye kadar o aralık kapıdan bakan çok olmuş fakat eşiği aşmaya cesaret eden görülmemişti, dört tarafı kelimelerle çevrili odasında robinson o aralık ayının son cumasında daha önce vaaz geçtiği bütün mezar taşlarını bir yana toplayıp onlara şiir koşmaya başladığı anda odayı çevreleyen kelimeden duvarların bir kez daha yükselmeye başlamasıyla kapıdan bakan bir çift göz bedene büründü ve eşiği geçer geçmez kendisini odanın en yüksek yerinde buldu.
Ama bu aralıksız geçen senelerin masumiyetini ve acımasızca verdiği aralıksız acının aslında bir ışık oyunu olduğunu kanıtlamadığı gibi, ayın karanlık yüzününde yaşayanların neden bu dünyadan ayrı fakat ondan ayrılamadan yaşadıklarını, ya da teslim olduklarında her ay döneceklerini bildikleri halde neden ışığa sürekli sırtlarını dönmek zorunda kaldıklarını açıklayamaz. Zaten oda derin ve karanlık olmasaydı o aralıktan bakan gözler böyle parlamaz, odanın en yüksek yerine çıktıktan sonra içeriyi bu kadar sonsuz ve kuvvetli aydınlatmasına gerek kalmazdı.

En uzun geceye tenvirat denemesi

Doğruluktan uzak dünyanın kendi eğriliği yüzünden bu kadar uzun ve bu kadar karanlıksa gece, artık aydınlık bir gün için güneşten medet ummaktan vazgeçmenin, aydınlanmak için yanmaktan korkmamanın vaktidir. Takvim yaprağında gecemi sonsuz kılan en uzun hece dilimden düşmeden gelmeyecek bir gündüzü aklımdan bütünüyle çıkarmanın ve göğsümden ancak son nefesimde söküp atabileceğim bir ah uğruna geceye kayıtsız şartsız teslim olmanın huzurudur aynı zamanda.
Çünkü benim teslim olmamla beraber ateşkes ilan edilir, havada uçuşan kurşun kalemlerden artık kimse yaralanmaz, kağıtlar kasvetli hikayeler yerine hayatla yapılmış antlaşmalarla dolar. Ben teslim olur giderim, geride kalanlar birbirlerine karanfiller uzatır, harbin dumanını keyifle içlerine çekerler. Götürürken ellerimi bağlarlar benim, başka hiçbir eli tutmayacağımdan emin olursun, gözlerimi örterler, başka kimseyi görmeyeceğimi bilirsin, ayaklarımı zincirlere vurduklarında anlarsın ki başkasına gitmem mümkün değildir.
Teslim bayrağını çekmiş bu siyah paltolu adamın becerebileceği yegane şey, yakasını kaldırıp yine aynı sokaklarda dolaşmaktır, gecenin üstünü örtmesine izin vermediği fikirlerini karanlığa bırakırken, kulaklarından eksik etmediği melodinin eşliğinde yolların ayaklarının altından kayıp gitmesini seyretmektir. Geçtiği yerlerde bıraktığı yanık izleri, dönüş yolunu bulabilsin diye değil, ardından bakanların gittiği yeri bilmesi içindir, zira siyah paltolu adam umduğu yere vardıktan sonra geri dönmeyi aklından geçirmez.
Kendi halinde sokakları aydınlatan o direkli lambalarının bile saygılarından eğildiği caddelerden geçerken mahalle halkının cümlesini kaplayan endişe, içlerine yerşelen ya bizi de yakarsa korkusu, insanın üzerine eğilen cumbalı evlerdeki ışık geçirmeyen perde sevdası, ve onların ardında konuşlanmış geçenleri uzaktan seyreden meraklı gözler, ateşi körüklüyor. O ateşi söndürmeye yetecek iki damla suyun perde ardındaki o gözlerden gelmeyeceğini bildiği halde, siyah paltolu adam gözgöze gelebileceği bir itfaiye memuresi arıyor.
Gecenin hayallerimi sakladığından emin yürürken, eski bir binanın dibinde fakir bir adam, kendini gösteriyor. Pejmürde haliyle dilenci gibi görünse bile, haşa, o adam dilenci değil aslında, en asilinden kağıt mendil ve yarabandı satıyor. Bunlar gözyaşlarınızı silmek için mendil efendim, bunlar da sürekli kanayan yaralarınız için yarabandı dediğini duyuyorum yanından geçerken, acaba nereden biliyor? Adamın önünde yaralarımı seçiyorum, elimi uzatıyorum, omzuna değdirdiğimde geceye uyanıp minnet edebilmek uğruna soğuktan titrerken, içine düştüğüm gerçeğe uyanıp ben minnet ediyorum, asıl benim içim titriyor.
Artık en hüzün gece, başlangıcını da bitişini de bilmediğim bir acı, kendini karanlığın içinde gizliyor. Bugüne kadar bildiğim ve söylediğim, söylemediğim ama bildiğim, gönlüme uyup aklımdan geçirdiğim, aklıma uyup gönlümde sakladığım ne varsa, gerçek devasa bir dalga gibi hepsini yutuyor, geride kaldırmaya gücümün yetmeyeceği enkazlar bırakarak. Gece üstüme kapanmaya devam ediyor, ateş gittikçe büyüyor, alevler binaları geçiyor. Ben bu kadar yol gittim, nice kaldırım taşlarını ayaklarımın altında ezdim de, bu gecenin içinde bir yerlerde, Aşka gelince gördüm: bir uzun hece imiş!

Hikayemi adamakıllı anlatamadığımdır

Onun için böyle yazılar yazmayacağım artık, çünkü okumak yaşamaya yetmiyor. Belki sen de okuyorsun ama sevgilim, sevgilim değil sevdiğim, okuyanlar da gitti, akıllılar müstesna.

(Yazarımız senelik hüznünün 1/münü kullandığın.DAN! geçici bir süre için buralar.DAN! uzaklaşacaktır…)

Gözlerimi kapatmadan düşündüğümdür

Dokuz günlük resmi katilin bugünkü kurbanı acaba hangi koç olacak diye düşünürken bütün ipuçları yine beni işaret ediyor sevgili günlük. Bir türlü yakamı bırakmayan bu paralel katilin, paralel evrenlerle olan karanlık ilişkisi ve her hareketimi potansiyel yazma eğilimleriyle ilişkilendirmesi beni işkillendiriyor. Oysa benim çok fazla zamanım yok ve elimdekiyle yetinebilmek için yeteneklerimi eliyorum, eleğimden geçirdiğim emeğimden bana, onlarca süper kahraman yeteneğimin içinden ancak bir kağıt ve bir mürekkepli kalemden mürekkep bir yazı seti, bir de film bitmeden kurtarılacak bir esas kız düşmesini bekliyorum, istediklerimi hala düşüremedim.
Oysa daha dün rüyamda arabamla giderken bisiklet süren bir kıza çarpıp düşürmüştüm, yoluma hızla devam ederken birdenbire durmuştum, şahsi kanaatimce tüm zamanların en acıklı kız düşürme freniydi, üstelik bu hayaliyle talihsiz kazada, yeterince acı bir fren ile yeterince acımasız bir frenk beyefendisinin güçlerini birleştirmesiyle ortaya on Baudelaire kuvvetinde dev bir canavar çıkmış ve bütün şiirlerini yaralı kızcağızın üzerinde denemişti bile. Oysa aynı rüyanın şaşkın canavarı, kitaplarını bırakıp bunun yerine düşene bir cpr yapsaydı daha iyi olmaz mıydı, kalbin tekrar hızlı atmasını sağlayacak bir suni tenefüse birlikte çıkıp, çocuklar gibi elele tutuşup, zil çalınca sınıfa koşup sıralarına otursalar, öğretmen görmeden sıranın üstüne sır harfler kazısalar, daha güzel yerlere gidebilirdi hikaye.
Lakin hikayeler asla yazıldığı gibi okunmaz, frenk lisanı gibidir, onlarca kelimeden en olmadıkları göze takılır, göze sokulmak istenenler satır aralarında sıkışır. Şimdi yanımda daha dün bir yazıda sıkışmış bulunan bir kelime var, evet sevgili gök, neler hissediyorsun? Sanki biraz kısalmışım, ama daha çok anlam yüklenmişim gibi hissediyorum, yazıda başka anlamlar yüklenmişim ya, meğer ben yüklemmişim, içinde geçtiğim cümlelerde başka fiiile ihtiyaç duymazmışım, tek başıma yetermişim. Buradan beni cümlelerinde kullanacak yazar arkadaşlara sesleniyorum, lütfen yanıma öyle her kelimeyi yakıştırmayın, böyle bulut, yağmur, ay, deniz, kitap gibi şeyleri ben kendime daha çok yakıştırıyorum.







Zaman ve mekandan bağımsızlığımdır

Sekiz köşeli yıldızı bir madalya olarak bayramlık ceketimin sol yanına iliştirdiğim gibi kendimi gökte buldum. Bulutların hemen üzerinde ayakta kalmaya çalışırken aşağıya dikkatle bakıldığında, bugün hayatımıza çizilen mutluluğun resmi tatile işaret ettiğine dair inkar edilemeyecek deliller mevcut olduğu söylense de, bunun aslında yitirdiğimizi sandığımız hafızamızın en güzel yerlerinin hatırlanmasından doğan bir sevinç olduğunun su götürmez bir gerçek gibi gemileri yüzdürdüğüne bütün kalbimle inanıyorum.
Bugün ben diğerlerinden farklı olarak senin için bir koç kurban etmek istiyorum, elbette doğum günüm ve sana kendimi adamışlığım itibariyle bu iş için kendimden daha uygun bir koç göremiyorum, rüyalarımda gördüklerime dikkat kesilmek için yaşım tutuyor, yaşımı tutuyorum. Beklenen gün geliyor ve işte karşınızda, bu güzel vakitte evinde oturan bir bay, ram. The ram of all single rams, proudly away from the flock. Bugün için şiirler var, sürüsüz kadro dışı bırakılmış bir koyunun ardından söylenebilecek, çatma kurban olayım çehreni ey nazlı koyun, şair burada bayrama seslenmiş.
Benim sesim o kadar uzağa gitmiyor, kendimi duyurabildiğimden şüpheliyim ama, yine de deniyorum, ısrarla deniyorum diye deli deniyorum. Gözlerimi kapattığımda boynumda hissetmek istediğim o keskinliği, doya doya içime çekmek istediğim kızıllığın kokusunu, uzanan kollarına koşulsuz teslim olmanın vereceği huzuru bana vaad ediyorsan eğer, ayaklarımı nasıl bağlarlarsa bağlasınlar ben yine sana koşarım. Yok eğer akıttığım kanlarımla kalırsam sayfaların üstünde, sen de ellerinde tutup okurbana birşeyler söylemezsen, geldiği gibi toprağa geri ver o sayfaları güzelim, onlar sandığın gibi gökten inmedi..

Zihnimin kenarlarında dolaştığımdır

Yedi genç samuray vardı hikayede ve bir fincher filminde tanıştıkları yedi ölümcül günahı beğenmedikleri için, kendilerini öldürmek yerine daha da güçlendirecek bir sekizinci günah arayışı ile kurosawa’nın filminden çıkıp yahya kemal’in şiirine girdiler, ortasında denk geldikleri kuyudan kulaklarına fısıldayan birinin önerisine uyup güçlenmek için sabretmeyi öğrendiler ve uzun sürecek yağmurdan hem kendilerini hem hakikatlerini korumak için kendilerine bir mağara aramaya başladılar.
Göğün ve yerin tüm katlarından geçtikten sonra buldukları bir yer altı dünyasında sabırla beklemeye başladılar, ellerinde yedi meşale ile arkalarından gelebilecek ikinci yedi akımına yol göstermek için birbirlerine anlattıkları tüm hikayeleri yakıp küllerini yerlere saçtılar. Orada, kendi dünyalarında ilan ettikleri yedi harikanın yedi düvelinkilerle zerre kadar benzerlik göstermemesinden mütevellid, sabretmeye devam ettiler, masallara ve hikayelere gözlerini kapadılar, cücelerden ya da kocalardan ayrı bir yerde bulunduklarının farkında olarak romanı düşündüler, yüzyıllık yalnızlığın içinde yüzyıllık hayale daldılar.
Onlar şehirlerinin yedi tepesinden birinde beklenen büyük ateş yandığı zaman uyanacaklar ve bu rüyaya kadar geldikleri bütün yolu geri tepip yeniden kılıçlarını kuşanacaklar, çünkü asıl mücadele o zaman başlayacak ve hem ateşe hem dünyaya kafa tutabilmek için yedisinin de keskin birer kaleme ihtiyacı olacak, yedi karakteri birden içinde taşıyan yazarların yedi çocuğuna bakmakla uğraşacağı o günlerde insanlık bütün dayatmaları bütün sıradanlıkları bütün aptallıkları boğacak yed-i yazara çok ihtiyaç duyacak.


Yaşamayı tereddütsüz seçtiğimdir

Altıpatları elime aldığım zamanlarda elim bir kaza sonucu kaderi vurmamak için namluyu kasten aynaya çeviririm, cebimde bir düzine kurşun kalem ile otururken elimden başka bir şey gelmez, önümde kalın bir kitap kurşun kalem ile okunurken selimden başka bir şey beklerim, oyunun sonunu bildiğim halde her defasında bunu da düşünürüm, zira rengi solmuş bu mavi gezegenden en kısa yoldan kaçmak mertliğe sığmadığı gibi, çözemediği problemi kağıdın üstünde bırakıp sınavdan çıkıp gitmek de akıllı adamın işi değildir.
Tutunamayan herkesin düşeceğine inanan klasik düşünce newton’un eseridir, oysa kuantum teorisine geç de olsa kavuşmanın haklı gurur ve mutluluğunu yaşadığımız bu günlerde, ezberbozan formüllerle hayatımızı yeniden şekillendirmeye ihtiyacımız vardır, malum dünya insanlarının her nefes alışlarında havayı ağırlaştırdıklarını düşününce, tutunamayanlar düşermiş gibi görünse de ruhlarındaki uçma kabiliyetinden mütevellid havada kalabilir, böylece onların üzerine düşüp birilerini incitmedikleri gibi kendileri de kuşbakışı görmenin gerçekliğinden bir şey kaybetmezler.
Diyeceğim odur ki, birini kendine ayırdıktan sonra kalan beş kuşunu uçmaları için serbest bırakan kusursuz adam, sadece sevgiyi ya da bilgeyi yaralamaz, senelerdir yüz çevirdiği gerçek dostları umut, cemal ve bir çocuk parkında herşeyden habersiz kendi kendine oyunlar oynayan küçük saadeti de vurur, dolayısıyla adam yaralama suçundan yargılanmadan önce hakim cübbesini giymek gerekir. Şimdi sen de tereddüt halindeysen masandan kalkıp saatini uyanman gereken vakte kur, şunu aklından çıkar ki eskisinden daha duru ve keskin düşünebilesin.



Eser miktarda kızdığımdır

Beş para etmez ciğerleriyle şimdi huzurlarınızda devlet malzeme ofisinden ihtiyaç fazlası mallar, karakter yoksunu imitasyon adamlar, hararet yapmış yüksek derece memurlar. Herşeyden önce karşısındakinin insan olduğunu hatırına getirmesi gerektiği halde, bunu düşünmeyip ötekini de kendisi gibi gören kurumsal zihniyetin babasız çocukları, kişiliğini kollarında taşıyan arsız adamlar.
Ben oralarda kendileriyle birlikteyken kulaklarımın duyduğu her sözde kul haklarım çınlıyor semada, ben bundan kendim için zerre kadar rahatsız değilim ama kirlettikleri bu havayı soluyan başka vatandaşlarımız da var. İki kulağım arasında zihnimi meşgul etmeden geçmesini istediğim sözler için vaktiyle inşa ettiğim transit yolda, daha soldan girer girmez yolda eriyip giden benzersiz kıymetsizlikte kelimeler için müteakip günlerde biraz temizliğe ihtiyacım oluyor o kadar, zira düşünceleri menşei itibariyle ruhları kadar kirli.
İsterdim ki beni gerçekten sinirlendirebilecek birileri olsun, yakın mesafeden fırlattığı kelimeleri ok gibi dört bir yanıma batsın, hem acısın hem kanasın, lakin hilmi zırh olarak giyildiğinde hiçbir okun acıtmasına izin vermeyen biridir, sadık dostumdur, ihtiyaç duyduğum zamanlarda karakter kılığında ekseriyetle yanımda bulunur. Hiçbir şey tahammülfersa değildir, beni kızdırıp cebimden köstekli saatimi çıkartmamı isteyenlere muvaffakiyetler diler, ince ince işleyen saatimin tiktaklarını dinler, içten bir tebessümle keyfime bakarım.

Seni yokluğunda bulduğumdur

Dört tarafı denizlerle çevrili bir adada cumanın gelmesini beklerken kaleme alınan ve küsüp odanın bir köşesine geçen robinson kılıklı bu yazıda anlatılmak istenen, dört tarafı kelimelerle çevrili odalardan kurtulmanın yegane yolunun her taraftan toplanan kelimelerle derlenen yazıların yakılarak devasa bir ateş oluşturması ve bunun da hasbelkader yukarılardan uçan bir melek tarafından görülerek ilgililere haber salınmasıyla olabileceğini anlatmaktır.
Bunun haricinde birine – ona değil obirine - bir mektup yazıp onunla denize açılmak ya da gözleri ufukta hiç gelmeyecek bir gemiyi beklemek hem çok alaturka olur, hem de şimdiye dek şarkılarda ve şiirlerde çok kullanıldığı için burada kullanılması uygun düşmez, düşecek bir şey varsa belki bir uçak olabilir, ha bu adaya da bir uşak duşti ama, asli mevzumuz bu değil ki.
Kendilerine denizaltı süsü vermiş yunus balıkları hiçbir hatamı es geçmiyor ve her bir yanlış düşüncemde beni midelerinde bir yolculuğa davet ediyorken, sırf beni yanlış kıyıya çıkarmalarından çekindiğim için inatla burada kalıyorum, ayağım kaymasın aman denize düşmeyeyim diye, en yüksek yerine çıkıp adamın, müstakbel ateşim için birkaç kelime daha topluyorum kışın bile çiçek açan en güzel ağaçlardan. Nasıl olsa şimdi,burada, tepede tek başımayım, hiçbir baskı ve zorlama altında kalmadan yazdıklarımı ateşim olarak kabul edebilirim, evet.
Ama olursa olsun, istersen dünya sular altında kalsın, bütün ateşler sönsün, sen yine de gel; ben bu kadar iddia etsem de dayanamayabilirim, çünkü ruhum bir şair kadar yüce değil.

Kahvede kadere inanmadığımdır

Üç vakte kadar beni kendine inandırman gerekiyor anlattıklarına değil. Çünkü ağzından dökülen sözcükler kahvenin acılığından hiçbir iz taşımıyor, halbuki ben lezzeti onda bulmuştum, kendime zaten bir yol çizmiştim sen bana anlatmadan, fincanın iç duvarlarından taşıp odanın tavanına kadar saçılan bir tabloydu zaten benim için kahvenin cisminde temsil edilen acı, ve benim için en sevimli şekilleri çizip duvarlarıma ruhumu okşayarak anlatıyordu lezzetini.
Bana duymamı istediklerini değil gerçekleri söyle, bunun için öncelikle o fincanı elinden bırak. Kahveden bahsedeceksen gözlerimden başla, bak bakalım oradan neler okuyabileceksin. En basit tercihlerimi dahi kedere kullanmayı seçmişken, kutsal kahveyi bulma işini kadere teslim edip, elimdeki devasa fincanla odayı aşağı yukarı katetmem bu yaştan sonra mümkün görünmüyor.
Bu kurukahveci ayarındaki kuru yazıyı aynı ayarda bir altılı ile bitirmek ve uyuyabilmek isterim, çünkü bugün kendime çok kısa bir zaman dilimi ayırdım ve kahveyi hızla içtiğim zaman dilimi yaktı.
Alınır ufacık söze hay allah girmek için göze şimdi o eller avuca alınır
Yorulur kahve fincanı en güzel düşlere aklım hayal kurmaktan yorulur
Kırılır en masum sözcüklere ve el çeker birden fincan hızla düşer kırılır
Süzülür kırıkların arasından kahve derdini anlamak için gözler süzülür
Tutulur yine bir bakışta insan o ellere usulca uzanılır ve yeniden tutulur
Sarılır boynuna bekler sonsuza kadar o an sanki hepsi gerçekmiş sanılır
Biter.

Sükûnu ısrarla arzuladığımdır

İkimiz birden sükûn bulabiliriz, sen göğe bak, ben sana bakayım. Çünkü birbirimizde sükûnete erebilmek için varız, sonunda teskin olabilme umuduyla bunca gürültüye katlanıyoruz; yoksa bunca hengame, bu sonsuz patırtı, sürekli artan curcuna, bitmek bilmez şamata ve sonsuz münakaşa dayanılacak gibi değil, bir yerde susacaklarını bildiğimden sabırla bitirmelerini bekliyorum adamların, ve bir yerde o müziği keseceklerini bildiğimden hoş görüyorum kafamdaki istenmeyen oda orkestrasını.
Herşeyden önce sessizlik vardı şüphesiz, söz iki sonsuz arasında bir çırpınış sadece, ve bu çırpınışların bir amacı varsa o da nihayetinde gönül rahatlığı ile sükunete erebilmektir ancak. Mesela kelimeleri sessizce tüketirken ben, teskini sende aramıyorum, doğrudan seni arıyorum ki, benim için sen zaten sükunetin henüz vücut bulmamış halisin, adeta cennet kadar sessiz, bir o kadar lütufkar.
Yazılar hep sessizdir sen okumadıkça. Kendi içinde sükuna ermiş, yüzeyinde ayın yansımasını gördüğün ama derinliğini bilmediğin bir göl gibi. Kelimelerin sessizliği böyledir işte, yazının içinde okur geçersin kelimeleri sana seslendiklerini duymadan, oysa o kelimeler orda uslu uslu durmuş, gözlerini senin gözlerine dikmiş, acaba burada bir an için durup sessizliğimize çare olur mu, sesimizi onda bulup dudaklarından dökülür müyüz bu sefer diyerek umutla beklerler. Hikayeler yazılır, günler kelimeleri kovalar; bu kendi halinde sessizlik, sensizlikten doğar, senle ölümsüzleşir.

Sabahları niçin sevmediğimdir

Bir aralık günü uyandığımda kendimi hiç değişmemiş buldum, sanki dün gece o rüyayı gören ben değildim, ellerim hala yerindeydi ve yerindeydi hala ellerin, demek ki aynı rüya yine ruhumu işgal etmiş. Ne kadar hayret verici değil mi, her gün sabah oluyor, uyanıyoruz. Ben yanmak için ateşe ihtiyaç duymadığım gibi uyanmak için de suya gerek görmüyorum, yüzüme dökülen sular beni uyandırmıyor da yüzümden dökülen sular uykumu bozup zihnimi açıyor diyebilirim. Bu yönüyle geceleri uyanıp sabahları aynı hayat uykusuna daldığımı söylersem biyologlar beni fotosentezle suçlarlar, gündüz aldığım nefesler geceninkiler kadar nefis değil, sentezi içinde sen ve tez geçtiği için seviyorum ben, daha hızlı nefes alıp verdikçe daha hızlı düşlüyorum.
Sabahlar geceden hiçbir iz taşımadığı gibi, gecenin bütün izlerini silmekten çekinmiyorlar. Ben şafağa kadar geceyi bilir geceyi tanırım, şafak geceye dahildir, bana yeterince büyük bir mancınık verirseniz güneşi doğudan batıya bir çırpıda fırlatırım ki tekrar akşam olsun, çabucak akşam olsun hüzünlenelim biz yine, en sevdiğim şarkıları yazan hep aynı gurup. Gece yağan yağmurun izlerini sabah hızla silen, birikmiş suları çarçabuk buharlaştıran o güneş, geceyle birlikte kendime ayırdığım ne varsa hepsini alıp götürüyor, güne çaresiz en yavan halimle uyanıyorum. Geceden ilham alıp düşünülen, cesaret alıp söylenen ne varsa hepsi sabahın ilk ışıklarına maruz kalır kalmaz uçup gidiyor olsa gerek, yoksa kağıttaki bu lekeleri başka nasıl açıklayabilirim?

Zubizaretta

Düpedüz cinayet olduğu her halinden belli olduğu halde kaza süsü verilmiş kadere teslim olarak ellerimi kelepçe takması için uzattığımda hatırladım polis olmadığımı, demek ki beni tutuklayacaklardı. Sessiz kalma hakkına sahiptim, senin hakkında konuşacağım her şey aleyhinde deli olduğumu kanıtlayacaktı, bu yüzden sustum sadece, evet yangını evde tek başımayken çıkarttım ve bir tek kendimi yaktım. Şimdi beni kendini yakarak mahalleyi aydınlatmakla suçluyor muhtar ve ihtar heyeti, bu ne sevgi ah bu ne ıstırap!
Sokak lambalarında modayı yakından takip eden ve aynı zamanda ingiliz muzipler cemiyeti üyesi olan muhtar, komik adamdı vesselam ve sırf bu yüzden mahalle halkı tarafından sevilir ve seçilirdi, buraya yerleştiğimden günden beri evden belirli günlerde yükselen dumanları her gördüğünde telaşlanmış, konuşurken aksayan Londra aksanıyla beni daha önce defaaten uyarmıştı, bu sana son ihtarım dediğinde, bu da sana son muhtarım şeklinde cevap verip sol elimle hafif bir naif anarşist hareket çekmeseydim, olmazdı, böyle şeylerden çekinmemek gerek.
Şimdi viraneye dönen kendi evime bakınca, bir de yolun solunda salınan, panjurları kapalı uyuyan, hiçbir şeyden habersiz olduğu aşikar senin evine bakınca; bu işten seninle eşit derecede zarar görmediğimizi anlamak çok kolay. İtfaiye bir damla olsun seninle ilgilenmedi bile, ben bile onlardan çok su dökmüşümdür evinin bahçesine. Şimdi ev yandı, küller duruyor, beni aldılar, amenna, artık komşu olamayacağız ne yazık, küllerime muhtaç değilsin. Ben hadiseyi göğsümde yedinci dereceden ağır yanıklarla atlattım, bir de evi yaktım, geçti. Diyorlar ki yedi saat sürmüş yangın, beklediğim gibi, bir masal sayı olarak yedi beni her yangında buluyor. Artık onu tek bir sayıya bölebilmek, ve son bir yangın çıkartıp şöyle adamakıllı ölebilmek istiyorum, matematik emrime girdiği an yediyi rakamlıktan çıkartacağım.
Yediyi çabucak geçelim, şimdi bileklerimde bir sekiz ile merkeze ilerliyoruz. Tutuklandım eyvallah, bu bilekler kıvrılır ama, bükülmez kolay kolay, vakti gelince belki öpülür. Dumanım hala tüterken dışarısı her yangından sonra olduğu gibi yağmurlu. Bu sonbahar, ne çok yağmur var, muhtar getirmiş olmalı Londra’dan. Sanki gök ertelediği tüm hislerini bir çırpıda herkesin üzerine boşaltırmış gibi, gök gürültülü ve gök insanın başını ağrıtıyor. Arabanın arka camına vuran damlaların arasından, kimseyi ayırt etmeyen damlalardan korunmaya çalışırken görüyorum bazılarını, gökkuşağı renklerinde yağmurluklarla ya da şemsiyelerle. Oysa seni hatırlıyorum karşı pencereden, hiç saklamazdın yüzünü yağmurdan, şeffaf şemsiyenin mucidiydin. Ama mahalleli öyle mi, makyajı akmasın diye yüzünü şemsiyesinin altına iyice saklamış biri, bir başkası yeni yaptırdığı saç modelini korumaya çalışıyor, çoğunluk oturduğu yerden düşen damlaları izlerken, ıslanmamayı nimetten sayıyor ne yazık, biz hızla merkeze ilerliyoruz, aşağı indikçe hararet artıyor.
Sorgu yargıcı Porfiry beni kapıda karşılıyor. Onu bir kitaptan çıkartıp oraya ben yerleştirdim, benim için muhtardan daha gerçek. Beni itiraf etmeye zorlayacağından adım gibi eminim, ama adım gibi bir şeyler daha uydurabilirim gibi geliyor, senin adını ağzımdan kaçırmadıkça hiçbir şarkı benim için tehdit değil. Kapıdaki adamların ellerindeki mp5’lerin dolu şarjörleri değil, cebimdeki mp3’ün nakaratı beni korkutan. Beni ele verirse, o şarkılar verir ancak. Sandalyesini çekip karşıma oturuyor, beyaz duvar, siyah masa; senin resmini koyuyor önüme, green eyes, white skin; kendimi tutabilmek için şarkı mırıldanıyorum, black heart, blue tears.
Karşıma geçiyor, anlat diyor, anlatıyorum; innadınna kendim, sevgili sorgu yargıcı, sayın hakim, ismini vermek istemeyen muhtemel ve muhterem izleyiciler, bir de sen tabi. Yine kendimi anlatacağım, çünkü aklı başında bir adamın bahsetmekten en çok keyif alacağı şey nedir bilir misiniz, kendisi. Kendisini ilgilendirdiği kadarıyla da, kendisi dışında her şey. Ben burada seni kendime dahil ettiğimden mütevellid senden bahsetmiyorum. Bir sorgu odasında, karşımda kocaman bir ayna, dinleyenlerden habersiz kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Ah şu odadaki dev aynanın ardından senin izlediğini bir bilsem, bunları anlatır mıydım sanıyorsun?

Herşey bir yanlış ağlama yüzünden başladı

O zamandan beri sana karşı küçük kanatlı hisler, çok tatlı muhabbet kuşları besliyorum, pek samimi kuşlar. Henüz konuşmayı öğretemedim onlara, şimdilik sadece çırpınıyorlar. Kafeslerinin içinde biteviye hareket halindeler, bu yüzdendir göğsümde her yana saçılmış kan damlaları. Dikkatim onlara kayıyor hep, uçabildiklerini hatırladıkça kafamda çılgınca teker döndüren hamsterı unutuyorum. Onu hatırlayınca ise dikkatim nesli tükenmekte olan baretta barettalara kayıyor, şu dünya baretta barettalar olmadan nasıl daha iyi bir yer olacak? 
Dünyayı iyileştiren şey başka, bizleri ayakta tutan başka, bizim sonsuz enerji kaynağımız, peşin hüküm makinelerimiz. Ve peşin hükümlerimiz sayesinde herdaim hükmen yenik sayıldığımız ilişkilerimiz. Boşuna ter döküyoruz sahada, ev sahibi takım kuralları bilmiyor daha, ve kafasındaki oyun anlayışıyla peşin hükmen mağlup. Yenilgiyi kabul etmediğinden hırsından ağlayacak şimdi. Bu da mı yanlış ağlama sayın hakem? Ben anladım da size anlatamıyorum, ağladım da size ağlayamıyorum. 
Hiç kımıldamadan oturuyorken koltuğumda, ismini vermek istemeyen bir izleyici canlı yayında bana bağlanıp yanlışlarımı sıralıyor. Üşengençliğimin bana kazandırdıklarını saydıkça yaşımdan şüphe ediyorum. Gözlerimden emindim ama, yaşımdan süphe ediyorum. Şu haliyle onu da gözümde büyütmüş olmalıyım, o kadar, normalde benim için küçük fakat gözüm için büyük bir mesele varmış, sakınan gözüme büyükçe bir çöp batmış, ondandır ki gözlerim sulanmış. Yoksa mevzu sandığım kadar derin değil, bu kuyu yeterince derin değil. 
Yine de kayıtsız kalınamaz, kuyunun yanında yaş da akar, yusuf bilir, olması gerekendir. Ama bu kuyu gerçekten küçükmüş züleyha. Burada düşünceler, hayatlar, onlar, bunlar, adamlar, kızlar hep küçükmüş. Eğer ben de buraya düşersem kendimden önce kuyumu küçültmüş olurum ya, beni boşver. Ben acımı sevmeye devam edeyim. Onlar ciddiye almasınlar. Bu coğrafyada dört tarafı acılarla çevrili adamlara “adam sen de” diyorlar. Varsın olsun, yeter ki ben bir tarafından acısı eksik kalmış yarım adam olmayayım. 

Stronger than fiction

Bilmediklerinden bahsedeyim sana, mesela gizli güçlerimden. Tahayyül edebileceğinden çok daha güçlüyümdür, dışarıdan pek öyle görünmesem de, yazılarda yaratılan tüm kahramanlardan daha kuvvetli yönlerim vardır, özellikle romantik kahramanları tek kolumla yere serecek kadar güçlüyümdür mesela, ayrıca çok kuvvetli hislerim, çok kuvvetli düşlerim vardır, yalnız, kalbim biraz zayıftır. Bırakayım sol yanım küle çalışsın, yine de fark etmez. Kurmaca karakterleri şapkamdan çıkarırım. Zimmermann. Şimdi bunları da göz önünde bulundur, ve lütfen beni öldürmeyi denemekten vazgeç. Ben aklımın götürdüğü yere gideyim, sen de kendi yoluna git. Susanna, genç kızlar seni izlesin. Yirmibeşinde genç kızlar “Güzin”e, yirmibeşinde kadınlar “Hüzün”e yazsın. “Hüzün”e yazanlar en güzel hikayelerini sadece yüzüne yazsın. Oradan okuyalım, çünkü gözlerimiz bozuk, çünkü uzağı seçemiyoruz. Herkesin bir dinleyeni vardır elbet, dinlenenlerle dilenenleri ayırt edemeyecek kadar idrak fakiri miyiz? 

Obviously we are not equally damaged

İsviçreli doktorlar diyorlar ki:
“Kaburganızı söküp doğrudan kalbe batırmak çok kolay olurdu. Bu yüzden biz onu aldıktan sonra bir çift göz ve beyaz ellerle donattık. Böylece acıyı hem arttırdık, hem de uzun bir döneme yaymış olduk. Şimdi hissettiğiniz bu duyguların hangi birini yalanlarsınız?”
bu badem gözler, bu soğuk hava, uçan kuşların donma süresi, gayet belli.

Inspired by false events

Et malheuresement, l’inspration tue la vérité. Aklına esen her şeyden ilham alıp resimler yapan başarısız Montmartre ressamına sorulmaz mı, birader bu resimlerin gerçeklikle ne alakası var diye? Gerçeğinden çok daha küçük burada insanlar, şehir sarı olmasına rağmen burada arka fon pembe, normalde kimseler gülmezken burada herkesin yüzünde mütebessim bir ifade, havada hiç kuş görülmez halbuki burada onlarca, martı mı onlar? Başarısız ressam da der ki, bu resim benim hayalim efendim, elbette gerçeklikten uzak olacak, kime ne zararı var hem, nasıl olsa sonsuza kadar bir kağıt üzerinde kalacak, asla can bulmayacak. Belki ilerde bir müzeye koyarsınız, herkes gibi bakıp bakıp geçersiniz, gülersiniz, ağlarsınız, o kadar. 

enfin! je me débarrasse d'eux!

Gerekli malzemeler hazırsa temizliğe başlayabiliriz. Zihnimin karanlık köşelerinki örümcek ağlarından tutun da, orta yerindeki kırmızı koltuğa kadar, toz bağlamış hatıralardan, tahatakurusu gibi beynimi kemiren düşüncelere kadar hepsini dışarı atıyorum. Gereksiz her şeyi çıkarmak, bütün kirli düşüncelerimi kısa programda makineye atmak niyetindeyim. Onları küçücük kalana kadar makinede sıkmak istiyorum, çünkü zamanında onlar beni çok sıktılar. Hem sonra hijyen nedir? Kendine yakıştıramadığın düşüncelerin başkasının aklına gelmesine de müsaade etme. Gerçek hijyen budur, Tijen hanım! Pencerelerden çamaşır atmakla olmuyor bu işler. Kafandan temizlemen gereken bit değil, dünyaya kıyasla bit kadar bile olmadığı halde beynini yiyen düşüncelerdir. Ve gerçekten temize çıktığın an, o andır, bilmem “an”ladın mı?

En doğru yalanı arıyorum limited

Sen benim aklıma yatmadan ben senin yanına? Olmaz ki. Hani salt aklın eleştirisi bizdik? Meğer dünyanın en hayalperest adamı benden daha realistmiş. Unutmayalım ki her şey bir düşünceden ibaret, sen bile. Zaten ne zamandır sol tarafımda bir kaşıntı, önemli bir şey değil canım, sadece bir kaşıntı. Geçecek elbet, işte geçti bile.

Hacet-i ruhiye

Şüphesiz ki akıllı insanlar için okuduklarından alınacak çok dersler vardır. Akıllı adam dersini alır yerine oturur. Kaleminin ucuyla sıranın üzerine yamuk yumuk bir kalp iki de harf kazır ve biter. Bana öyle bakma öğretmenim. Ben on yaşımdan beri bu sanatı icra ediyorum. Hem artık masa yerine doğrudan göğsüme kazıyorum. Beni öldürmeyecek kadar derin, güçlendirecek kadar acı verici. Şaka yapıyorum sanıyorsun değil mi? Şaka değil yazıyorum işte, daha ne yapayım? Su gibi. Batmamak için ağırlık atıyorum gözlerimden. İçeri yürümüş nehirler. Ciğerlerim su dolmuş hep. Tuzlu. Senin adınla çağırıyorum yaşlarımı. Kaç sene geçti üstünden. Şimdi sırtüstü yattığım zaman şakaklarımdan akıyor. Hayal et. İşaret parmağı son görevini yapmış gibi. Saçma. Gün gelecek ve tehlikeli oyunlar başka bir sonla bitecek. Sen başlayacaksın. Sen başlayınca ben siperden fırlayacağım. Havada çarpışmak için. Sonsuza kadar sarılmak için. Ondan sonra gönül rahatlığı ile müzeye çalışabiliriz. Gemiler bizi selamlar geçerken. Deniz olmasa bile gemi gemidir zaten. Nuh. Beni unuttun. Yerleri silerdim ben. Ona bile razıydım. Direkler çok uzun efendim tırmanamıyoruz. Ufku başkaları süzüp bize haber veriyor. Ben hep geç kalmışım albatros. Gemi batmış. Film bitmiş. Kahve taşmış. Deniz gibi köpürmüş. Sen sakin ol. Fincanını kapat. Peki. Ama ben kahveye inanırım fallara değil. Fallar ne kadar tatlı olsa da ben kahveye inanırım. Çünkü acı olan odur. Acı hayatımızı tatlandırır. Yine de kahve fallarına gerekli özeni göstermeliyiz. Çünkü pek fena yakışıyor birbirine ellerin ve fincan. Ya da gözlerin misal. Gözlerin işte o kadar. Tufandan beri öyle kahve görmedim ben. Ardında kalanlar neler anlatıyor, bakmak istersen...
theonlythingthatsreal

Bad Cover Version

werther’in yolunu tutup kanlar içinde inleyerek ölmek yahut kays’ın yolunu tutup anlar içinde dinleyerek olmak ya da olmamak gibi basit bir mesele denemesi.

Sevgili küllük;
İnsanlar sabahları uyanırlar. Bazıları sabah uyanamaz. Çünkü geceleri çok geç yatarlar. Onlar öğle saatlerinde uyanır. Bazıları ise hiç uyanamaz. Uyandıklarını zannederler ama rüya görmeye devam ederler. Güneş sabahları doğar. Işık içeri sabahları girer. Eğer sabah uyanmazsak ışık içeri girmez. Bazılarının kendi güneşi vardır, odalarına ışık girsin diye sabahı beklemezler. İhtiyaçları olduğunda onlar hemen doğar. İnsanlar işe giderler. İş sıkılmak içindir. İş olsun diye söylemiyorum bunu. Ayakkabı giyerler. Çünkü yollar dikenlidir. Ayaklara diken batar. Bazen lacivert, bazen siyah, bazen beyaz arabalara binerler. Denizden gidenler aynı renk olmak kaydıyla gemilere de binebilir. Bazen yeşil arabalar binerler. Buna son yolculuk diyenler de olur. Bazen de kahverengi ayakkabı giyerler. Lacivert kot pantolon ve kahverengi ceket de giyerlerse onlardan yakışıklısı olmaz. Hava vardır. Soğuktur. Su vardır. Soğuktur. Bazen yağmur ya da kar yağar. Yağmur denizden topladığı tüm melankoliyi üstümüze döker. Yağmur yağınca hüzünlendiğimiz için yazılar yazarız. Kış vardır. Kışın lacivert hırkalarımızı giyeriz. Kışın hava erken kararır. O zaman evde daha çok ışığa ihtiyaç olur. Evlere gidilir. Ev güzeldir. Çorba içilir. Sıcaktır. Şeftali yenir. Yaz geri gelir. İnsanlar pazen ya da başka kumaşlardan dikilmiş pijamalardan giyerler. Pijamaları devlet verir. Devlet halkını bizzat kendisi uyutur. Pikniğe gidilir. Bazen bir çiçek için orman yakılır. At vardır. Koşturulur. Nal vardır. Duvara asılır. At duvara asılmaz. En çok da kahverengi ve ona yakın renklerde atlar olur. Beyaz at prensler içindir. Herkes at binemez. Bazen taksi tutulur. Taksi tutulması yılda en az yüz kere çıplak gözle izlenebilir. Kuşlar havada uçarlar. Hava soğuk olunca kanatları donar. Yere düşerler. Birileri onları yerden toplar. Yer vardır. Üstünde durulur. Yer vardır. Ona basılır. Yaz olunca denize girilir. Deniz olunca yazıya girilir. Balıklar yüzerler. İnsanlar boğulurlar. Balıklar boğulmaz. Ve. Yeşil vardır. Daha önce de söylemiştim. Arabanın rengidir. Örtüsü bile vardır.
beraber gidiyoruz bu.

enjoy the silence all these years

O kadar güzel konuşuyorduk ki sanki dünyanın en güzel en tatlı muhabbetiydi bu. nasıl başladığını tam olarak hatırlamıyorum, ama hiç bitmeyecekmiş gibiydi. geçen vakit ne güzeldi derken, hep dilimin ucunda tutuğum o kelime birdenbire ağzımdan çıkıverdi. aniden bir chopin sessizliği ortalığı kapladı -es- ve o anda dünyanın en tatlı muhabbeti yine dünyanın en keskin kılıcı ile kesiliverdi. sonra uyandım.
Kalabalığın önünde en güzel hokkabazlık numaralarımı sergiliyordum. en ön sırada yine o vardı. derken, her zaman ceketimin cebinde taşıdığım hançer göğsüme saplanıverdi -ah- onun acısıyla kıvranıyordum ama belli edemezdim. beni en kötü yerimden yaralamıştı ama bütün gösteriyi bozacağını bile bile kana bulanmış gömleğimi ona nasıl gösterirdim? artık dayanamaz hale gelip dizlerimin üstüne çöktüm. sonra uyandım.
Bazen yazarak iletişim kurmak dumanla haberleşmekten daha zor, bazen ise dumanla dertleşmek yazarak haberleşmekten daha kolay. Cümlelerin arasında ekseriyetle bir algı yanılsamasına kurban giden okurlar her zaman ortada bir vazo gördüklerini zannetmeye devam ederler, suretler her zaman çok uzaktadır.
Başlamak bitirmenin yarısıdır diyorlar, yalan, çünkü başlamak, bitirmektir. Onun için bazı şeylere asla başlanmaz, bitişten mümkün mertebe uzak kalmak için. Kutunun içinde bir kedi vardır ve canlıdır, yeter ki kendinize yenilip o kutuyu açmayın, zira ışıkla şaka olmaz.
Benim kapalı mekanlarda güneş gözlüğüne ihtiyaç duymamam gerekirdi, dünyanın en zor gemici düğümünü kendi boğazımda denememem, en basit kelimelerle konuşurken bu kadar hata yapmamam, kemikli ellerimin terlememesi gerekirdi, hazırlıksız açılınca gördük ki denizle şaka olmaz.
Olmasın, hatta isterse deniz de olmasın. Ama deniz olmasa da, gemiler gitsin. Fatih kadar istekliyim, biraz yaşım geçmiş sadece. Peki ama sultanım, ya yürütemezsek gemileri? Gemi bu, denizde olsa amenna, yerini bilir usul usul ilerler, bazen ise bir rüzgar eser, sallanır durur, bazılarını deniz tutar. Ama fırtınalara aşina denizcileri tutmaz diyorlarmış? Öyle deme güzelim, tutan da var. Tutamayan da var. Tutunamayan da var. En kötüsü, düşen de var.
Hadi, elimi tut, beraber düşelim.
we fall but our souls are flying

bir sessiz film denemesi: afraid to shoot

Ah o film! Zavallı vatman, filmde o kadar çaresizdi ki, eli kolu bağlanmış, dili kalemi tutulmuştu sanki. Kimsecikler yoktu yanında, olsaydı belki yardım edebilirlerdi. Öyle bir haldeydi ki, nasıl anlatsam size, bir Bruce Wayne, bir Clark Kent, bir Peter Parker çaresizliği gibi, bütün şehri kurtarıyor ama kendini kurtaramıyordu bir türlü. Amansız rakibi goker’i bile kaç defa dize getirmiş bir süper kahveman, şimdi iki fincan kahve yapıp bir sohbeti başlatamayacak kadar acizdi, zayıflığı kahveye karşı mıydı bilemedik. Bir de kostümü yoktu üstünde, bu haliyle kimse onu tanıyamıyordu tabi, yoksa kıyafetinden aldığı güçle bir balet cesareti gösterir, oracıkta kendini kurtarırdı belki ama, heyhat!
Ben bu vatman filmini ilk kez izlemiyorum. Daha önce de farklı yönetmenler farklı versiyonlarını çekmişti ama, ilk kez denizde geçen bir vatman filmi izliyorduk, ve dahası, bu önceden hiç alışık olmadığımız bir türdü, sesiz filmdi. Bu kez yönetmen sessiz çekmeyi uygun görmüş, konuşmalar diyaloglar bu filmin ruhunu bozar, izleyicinin de keyfini kaçırır diye düşünmüş. Kendisini zaten önceden tanıyordum ben, fena bir yönetmen sayılmazdı, tarzı buydu adamın, biliyordum, diyalogları sürekli ikinci plana atardı filmlerinde.
Bir gün biz de deneyelim mi şu sessiz film olayını, sevgili dostlarım, bence rahatlıkla üstesinden gelebiliriz. Zaten aşina değil miyiz bu tarz oyunculuğa? sessiz film olarak sürdürdüğümüz için hayatı, aralarda yazılar olmadan anlaması çok güç işte görüyorsunuz. Onun için belli karelerin arasına sıkıştırıveriyoruz yazıları. Mesela bak şu sahneye, adamın gözleri doldu, yüzüne hüzün çöktü, ama neye üzüldü acaba? Burada adam giderken el salladı fakat, kime hoşça kal dedi şimdi?
Siz o filmi görmediniz tabi, ben anlatayım biraz. Mesela başlardan bir sahne, ekranda görünen bir kız bir de adam, adamdaki ifade çaresiz, kız biraz üşümüş. Adam sıkılıyor, kıvranıyor, konuşuyor mu konuşmuyor mu belli değil, derken ekrana adamın ağzından konuşma metni geliyor:
-Ben seni seyretmeye geldim bu kadar yolu gelmemin asıl nedeni buydu çünkü ben seni selamlamıştım bir keresinde caddenin karşısında yürüyordun sen hatırlar mısın ben seni sepetle görmüştüm kolunda asılıydı bir çanta gibi ben orada el sallamıştım işte aslında ben seni sergiye davet etmek istiyordum o gün ama biraz moralsiz gibiydin sanki biraz da yorgun gibiydin maçtan geldiğini tahmin ediyordum ama ben seni set vermeden rahat kazandın sanıyordum oturup bir yerde çay içseydik keşke çünkü sen yorgun görünüyordun ve o gün ben seni semaverde demlenmiş bir çaya hasret gibi görüyordum ama galiba biraz saçmaladım bunları söylerken değil mi çünkü ben seni senden çok nasıl bilebilirim ki?
Sonra yazı gidiyor, tekrar resme dönüyoruz, konuşmanın devamını belkiyoruz ama gelmiyor, anlıyoruz ki en önemli sahneyi anlamamışız, belki de o an anlayamamışız.
Bu filmle ilgili birkaç hikaye duymuştum. Bazı sahnelerde yönetmen çok uğraşmış, onlarca kez oyuncularından şüphe etmiş, acaba yanlış kasting mi yaptım diye, belli ki oyuncuların kasti hareketlerinden sıkılmış. Yardımcı rollerden birini mi alsaydık başrole acaba, diye kendi kendine çok sormuş, mesela şunun gibi bir sahneyi yönetirken:
Azıcık sağa. Biraz daha sağa. Şimdi çok az aşağı. Evet orası, tam orası. Şimdi hafif bir nefes al. Çok hafif. Dünyanın en güzel kokusuna sahip, en narin çiçeğini koklarmış gibi. Hafif bir ürperti olmalı sadece yapraklarında, anlıyor musun? Aynen böyle, yavaşça, usul usul, çok yaklaştın. Evet, hazır ol, şimdi!
Ateş!
Kestik. Olmadı.
Ben size filmi anlatmayı sürdüreyim. Filmin ilerleyen bölümlerinde, adam kızın tepki vermemesine çok şaşırıyor, bu sefer gerçeğin farkına varmış, üzgün bir ifadeyle, pişmanlıkla konuşuyor, elinden tutup karşısına alıyor kızı, artık konuştuğuna eminiz:
-Başka bir yol olmalıydı buraya çıkan başka bir düşünceyle gözleri kapatmak gerekirdi başka bir cümleyle başlamak lazımdı yazıya başka insanlara anlatmalıydım derdimi başka dünyaların aynı dili konuşan sakinlerini rahatsız etmemeliydim sırf dillerinden anladığım için başka türlü konuşmalıydım kelime kısıtlamasına gitmemeliydim başka bir yerde dur demeliydim kendime çünkü başka nasıl başladığımı bilmiyorum başka inanmazdım bile önceden nasıl olduysa şimdi başka bir adam oldum sanki başka layık olmayan ama başkasını da kabul edemeyen bir adam şimdi başka konulardan bahsetmek ve söze başka bir yerde nokta koymak çok daha aklıca olurdu.
İşte böyle bir filmdi vatman-afraid to shoot. Hikayesi alaturka görünse de kurgusu biraz karışık. Oyunculuk derseniz, eh işte. Bir de en kötüsü, filmin sonunda öğrendik ki, vatmanın film boyunca bir şeyler anlattığı kırmızılı kız aslında yokmuş, hepsi adamın hayaliymiş. Kendi kendine konuşuyormuş film boyunca, Ben gibi.
Gecenin bir vakti size bunları anlatıyorum diye kızmıyorsunuz değil mi? Saat 01:37 ama zihnim açık, sadece perdeler kapalı. Dışarısı karanlık şüphesiz, ama oda aydınlık. Ya da aydınlık olmasını umuyorum, çünkü umut, fakirin ekmeği. Neyin fakiri iseniz onun umuduyla beslenmeye devam edersiniz. Onun umuduyla kendinizi doyurursunuz, ve damağınızda sürekli acı bir tat ile yaşarsınız.
Ah Marie, Marie! Ben sana yiyecek ekmek bulamıyorum dedim, sen bana odanın ucundaki pastayı gösterdin, devasa bir şey, sanki içinden dansçı bir kız çıkıp oynaya oynaya kollarıma atılacak gibi! Bana pastayı gösterdin, oysa ben bir ekmek kırıntısına razıydım. İşte o an acıyı tattım ben, o an, quand tu m’as donné le “pain”!
Varlığın ilk şartı isimdir, buna peki deyip geçiyorum. İkinci şart ise zamanda kendine bir yer bulmuş olmaktır. Bunu da ben uydurdum şimdi. Şu odanın içinde sabahtan beri uçuşan varlığı ele alalım. Onun varlığını kabul etmek için önce bir isim veriyoruz, varlık diye isim olmaz çünkü. Bu yüzden ona kelebek diyelim biz. Odanın içinde uçuşup duran bir kelebek var. Artık onu isimlendirdik, ve varlığını kabul etmekle birlikte yok oluş sürecini başlattık. İkinci şartı böyle sağlıyoruz işte, ona bir kelebek diyoruz ve üç gün ömrü olduğunu biliyoruz artık. Şimdi o kelebek, zamanda kendine üç gün yer bulabilmiş bir canlı sadece.
Başka varlıklar da görüyoruz etrafta, başka duygu ve düşüncelerle onlar zihnimizi meşgul etmeye başlıyor bu kez. Şimdi ben onu isimlendirsem, adını koysam, ateş desem örneğin, belki onu gerçeğe dönüştürdüğüm için kendi adıma sevineceğim önce, ama sonra görülecek ki, ateşin de bir ömrü var. Belki sadece beni, belki benimle birlikte onu, belki bütün bir alemi yakacak, ve bitecek. Bitecek işte acı olan bu! Belki hiçbirimizi yakmadan sadece yüreğimizi ısıtacak ama, bitecek. Çünkü bir şeyin başlaması demek, bitişe doğru gitmeye başlamak demektir aynı zamanda.
Şimdi size, kendi bestelediğim bir şarkıyı okuyacağım. Benim bildiğim ölümsüz aşk masallarını yazanlar da yok oldu, yaşayanlar da, aşkları da. En iyi ihtimalle sonunu ömürleriyle birlikte getirdiler, hayat turlarına devam ederken bir yerde yarışa aşk da dahil oldu ve finişi el ele geçtiler. Ara sıra daha kötüleri de oldu. Bazen aşk öne geçti, hayat yarışı erken bırakmak zorunda kaldı, zorunlu werther bitirişi dediler buna, bazen ise aşk çok geride kaldı, hayat ise yarışta sona giden kulvarda tek başına kalmanın verdiği rehavetle, koşmayı bıraktı, her turda sağa sola bakınır bir şeyler arar oldu, buna ise bir isim vermedi otoriteler. Öyleyse böyle bir şey yok, hiç olmayacak.
Sona geldik, burada bitirelim. Şu kamyonu da burada sağa çekip yükümüzü boşaltalım. Neden zahmet edip bunca zırvayı okudunuz ki sonuna kadar? Siz de az suçlu değilsiniz ha! Ama kabahat sizde değil. Genç Goethe’yi rahat koltuğumda okurken ben de çok eğlenmiştim! Yazımı, filmden unutamadığım bir replikle bitirmek istiyorum.
.spoiler.
-ama sen beni sevmiyordun ki, çaresizliğinden öyle söyledin.
-kalbimi açıp baktın mı ya sevgili?
.spoiler.
Benim size bugün söyleyeceğim bunlardır. Hepinize teşekür ediyorum.
kapanış jenerik müziği olsun

vatman begins, bobin ends; while goker do repeat until when?

"teklik birtakım aksaklıklar sebebiyle yarınımıza geçici bir süre ara vermek zorunda kaldık, hüzün dileriz."

zaman akıp gitmiş, bu yazıyı ekranda gördüğü günün üstünden koskoca bir tır geçmişti tam 32 günle yüklü, trın şöför koltuğundaki keçi sakallı mehmet ali bir anda önüne çıkan tramvayı yanında giden doğanın şöförüne kekeleyerek birşeyler anlatmaya çalışırken fark edememiş, acı bir frenle üzerine park etmişti (mesleğe bağlı olarak demir atmış da denilebilir). her türlü kazadan ve kaderden, hayır ve şerden hafif sıyrıklarla sıyrılmaktaki hünerini o güne dek ustaca sergileyen vatman ise, o meş'um gün her ne hikmetse ben olmadan çıktığı tek yolculukta bahtsız bir teknik aksaklığın kurbanı olmuştu. yine bir akıl mağdurunun yardımına koşarken, bu kez kendisi akıllara zarar bir vaka sonucu hayal alemine gideyazmış, neyse ki ucuz atlatmıştı.

ben, yani bobin, yirmibeş yıldır bu tramvayı kullanan akıl ülkesinin yegane kahramanı vatmanın en sadık dostu, aynı ülkenin en yakışıklı sarımlara sahip havalı bobini, vatmanımın her zaman elinin altındaki fren bobini, paris görmüş entelektüel(tek 'l' ile yazılanından) frenk bobini, onu o gün yalnız bırakmıştım, ve o gün altı parmaklı bir yolcunun tramvayına binmesi ile başlayan uğursuzluklar silsilesi, (oğlum bundan sonrasını sil-silesim gelmiyor bi türlü) şile yolunda çile çeken dile düçar hile yapmaz etekte pile sever elbisede jile sevmez uzaktan yüz mile kadar file kafa tutar zile basar ama kaçmaz süper kahraman vatmanın bile en gerekli anda fren yapamamasına, kazayla başına aldığı darbe yüzünden önce vücut bilahare akıl hastanesine yollanmasına, ve kendisini bu şizofren yapının duvarları arasında bulmasına neden olmuştu, öyle bir yer ki aman allah, şizofren gi ne şizofren, benden şize söylemesi.

vatman kaza mı kader mi tam anlayamadığı bu olayda başından aldığı darbe sebebiyle 1980 öncesini hatırlayamıyordu nitekim. kendisi kısa bir süre memorial hastanesinde memory tazeleme eğitimlerine tabi tutulduysa da bu seanslar sadece boynunun tutulmasına neden oldu, çünkü onsekiz saat boyunca beynine yüklenmeye çalışan anıların oluşturduğu ağırlık sonucu kafası dengesini kaybetmiş, vücuttan bağımsız bir organ olarak kendini sola doğru yatırarak ona herdaim mahsun bir görünüş kazandırmıştı, halbuki sola meyleden bir şeyin mahsun görünmesi kamuoyu tarafından kabul edilemezdi. neticede günler süren uğraş sonunda sadece boynu tutuldu, bu yüzdendir bu metod doktorlar arasında pek tutulmadı, çünkü koskoca bir süper kahraman hayata artık padişah huzurunda bir vezir gibi bakar olmuştu.(boynunu oynatamadığı için padişah-mat olmuştu denilebilir, caizdir)

yaşanan kazanın ardından, vatman efsanesi sürerken yapamadığı tüm kötülükleri kazaya bırakan(allahaffetsin) zeka küpü alternatif kötü adam goker(ilk harfi fransız pasaportu taşır) için fırsat doğmuştu. ertelemek zorunda kaldığı tüm planlarını şimdi uygulayabilirdi, otağını kurduğu kötükent deki evinde alternatif indie post rock planlar yapmaya başlamıştı bile, bunları nereden biliyorum, çünkü kendisinden bu garip hikayeyi dinlediğiniz bobin de (dinlenmekten çok büyük zevk alırım) kazadan sonra ortaasya göçmeni hurdacı hunlarca hunharca parçalanmış, kalan bir parçası ile artık goker in evinde ampullü radyoda(bunun evrendeki sonradyo olması muhtemel) sesi açıp kısmaya yarar olmuştu. bu goker nam kahramanımız hikayenin esas aktörlerinden biri olup kendisinin akılalmaz eylemlerinden ve vatmanla olan amansız mücadelesinden ileride daha çok bahsedeceğim.

bobin olarak bir diğer parçam ise ingiltere listelerinde hızla yükseliyordu, o zamanlar daha albümüm çıkmamıştı, ama şimdi müzik konusuna girmekistemiyorum. kazadan sonra vatmanımın kafatasına monte edilen minik bir parçam ile yaşamımın bir kısmını onun kafasında geçirmeye mahkumdum. ah, zavallı vatman! benden sonra kendine sürekli yeni yardımcılar arar olmuştu, hatta bir defasında bahçedeki oturan adam heykelini bana benzetmiş, sonra etraftaki delilerin ısrarla "vatman saçmalama birader, o rodin, bagman'ın rodin" demesiyle elini çenesinden çekmişti, hiçbirşeyden çekmezdi çenesinden çektiği kadar. oysa rodin'in o üşüyen adamı(heykel çıplaktı) rodin olmadağı gibi, bagman'inki de zaten o değildi, çünkü bagman's gambit idi, aralık ayında bir yerlerde. (no they'll never catch me now, you know?) müzik dedim pardon, heykel diyordum; zaten daha sonra aynı heykel, çıplak heykelleri giydirme hareketi olarak da bilinen anarşist antilaik ama her nasılsa agnostik hareket tarafından burkaya sokulmuş, yaslandığı kolu kırılarak birbirinden küçük yüz on sekiz parçaya ayrılmış ve üşüyen adam sıcağa kavuştuğu anda tüm düşünceleri paramparça olduğu yetmezmiş gibi, "giydiğim tüm yalanlar, paramparça" şarkısı eşliğinde kendi taşlarıyla recmedilmişti. (bu havadisi recmi kayıtlarda bulamazsınız)

işte vatman bu halde, akıl hastanelerinin sizorfen koridorlarında hastalarla birlikte saklambaç oynarken (hiç ebe olmaz sürekli saklanırdı, alışkanlık), ya da bahçeden topladığı adamlarla scrabble oynayıp ülkesini kurtarma hayallerinden çok uzaklarda kelimelerle eğlenirken, mucizevi bir olay gerçekleşti, öyle bir olay ki kahramanımız bu sayede artık yeniden yeşil sahalara dönecek,seneler sonra hollywood'dan film teklifi alacak, medyanın gazına gelip yeniden siyasete atılacak, dernek çatısı altında şapkasını yeniden kafasına geçirecek, bu kez işe önce kendini kurtarmakla başlayacak, belki günler sonra yeniden yazacaktı...

vatman, asıl şimdi başlıyordu...
-to be continued-
(or not to be continued)
(that's the question)
(right?)



teklik birtakım aksaklıklar sebebiyle yarınımıza geçici bir süre ara vermek zorunda kaldık, hüzün dileriz.

Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi

Sen de gel burası boyu geçmiyor dediler, ben de inandım. Boğulacağım aklımın ucuna bile gelmiyordu. Sadece biraz tadını çıkarmak istiyordum, o kadar. Karaciğerimin ağrısını yeniden duyup ufak bir haz almak istiyordum. Tuzlu suyun tadını yeniden hatırlamak istiyordum. Gözlerimi yumarak başımı suya batırmak istiyordum. Bu sular bana yaşamın tadı gibi geliyordu. Adım adım ilerledim, önce bileklerime, sonra dizlerime ulaştı deniz. Başlangıçta ne kadar keyifliydi, en azından ben öyle olduğunu zannediyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, nasıl olduğunu anlayamadan, su birdenbire derinleşti ve beni hızla dibe çekmeye başladı. Yüzmek istiyordum ama eskisine göre ağırlamıştım sanki. Denize girmeden önce böyle miydim hatırlamıyorum, girene kadar bu kadar ağırlaştığımı fark etmemiştim bile, şimdi onca ağırlığın beni dibe doğru çekmesine engel olamıyordum. Dibe doğru inmeye devam ediyordum arşimede inat. O sırada etrafımda dönmeye başlayan köpekbalıklarını gördüm. Bana doğru yaklaştılar hızla. Yaklaştılar ve birbirlerini beklemeden, önceden biriktirilmiş bir hırsla benden parçalar koparmaya başladılar. Acıyı her yanımda hissediyordum, bütün vücudumla   duyuyordum. Benden kopan her parçayla kanım oluk oluk suya akıyor, etrafımı kızıl bir renk kaplıyordu. Sanki burada bile bir şeyler yazıyordum, hatta yazdıklarımın yaşaması için o pos bıyıklı amcanın dediği gibi kırmızı ile yazıyordum ama, mamafih suya yazıyordum ve suya yazdığım için kaybolmaya mahkumdu hepsi, köpekbalıklarının acımasız dişleri arasında parça parça yok olan bedenim gibi suya karışan kanım da yok olup gidecekti. Bu denizde her şeyi ile kaybolmaya mahkum olan biriydim, bir yandan peyderpey yok oluşumu hayretler içerisinde izliyor, bir yandan etrafımı saran kızıllığın da yavaş yavaş mavinin derinliği içinde sönümlenmesine şahit oluyordum. Aslında bu duruma hiç düşmeyebilirdim. Beni çağıranların sesini duymazlıktan gelseydim, ya da onları dinlemeseydim, bu sulara hiç gelmeseydim, ya da gelmiş olsam bile an azından boyumun ölçüsünü bilseydim, o da olmazsa bu sularda yüzerken daha dikkatli olsaydım, şimdi hala nefes alıyor olabilirdim. Başım yukarıda kalabilirdi ve güneş yüzümü yakabilirdi. Şimdi ise her yer kararıyordu yavaş yavaş. Gözlerim kapanırken, son kez çevreme baktım, dibe doğru giderken, vücudum yok olurken, nerede bulunduğumun farkındaydım.  Nerede boğulduğumu şüphesiz biliyordum, oysa köpekbalıkları öyle değillerdi, onlar kalabalık bir sürü olarak başıma üşüşmüşlerdi, ve nerede yüzdükleri ile değil kimi parçaladıkları ile ilgiliydiler. Ölmeden bir yolunu bulup onlara denizi anlatmak isterdim, suyu bilsinler isterdim, ama ben bile boğulana kadar bilememiştim ki son raddeye gelmeden anlatabileyim. Yarı kapalı gözlerimle en büyüklerinin dişlerini burnumun dibinde seçebildiğimde fark ettim ki, burada, bu sularda beni bitiren bu mahlukat, denizi hiç duymamışlardı, hiç görmemişlerdi. Yüzümde acı bir tebessümle başımı teslim ederken ben, köpekbalıklarının hiçbirisinin haberi yoktu denizden, ve hiçbiri suyu bilmiyordu, sahiden…
Çok sonra elinde bir mektupla biri yaklaştı sahilden...

Let's go!

Bu akşam yine eve geldim eve geldiğimde saat bilinç altıyı yirmi beş geçiyordu bu saatte ters yöne giden bir yelkovan vardı çünkü ortalığı kara bir yel kasıp kavuruyordu kovalayanı yoktu içerideki her şey akıl almaz bir rüzgarla savruluyordu kağıtla vuslatını yeni bitirmiş bir kılıcın ucundan toprağa savrulan kan damlaları gibi uçuşuyordu küçük kırmızı kelebekler avizenin etrafında aynı hataya yine düşmüş ve ışığa koşmuşlardı ama ömürlerinin sonbaharlarını yaşıyorlardı farkında değillerdi bugün son günleriydi oysa biz sonbaharın ilk günlerini daha yeni maariften koparmıştık yaprağı ağacın en yüksek dalından koparmış ve yüksek okumuştuk herkes duysun diye rüzgarın yapraklarda bıraktığı hırçın sesini yüksek okumuştuk sesimizi duyan koşup gelecekti ve hepimiz aynı rüzgara kapılacaktık ama birkaç kişi göründü sedece birkaç kişi bu sese kulak verdi ve en kötüsü içlerinde sen görünmedin sen görünmedin ve ben depardieu nün görünmediği bir fransız filmi kadar eksik kaldım görünmedin ve gözbebeklerim büyüdü olanca hızıyla ben zaten sana görünmeye cesaret edemiyordum ama aslında çok istiyordum bir baletin gösterdiğinin onda biri kadar olsun medeni cesaret istiyordum sokakta hiç kimse bu cesareti vermeye yanaşmıyordu da dursana bir dakika cesar ın hakkını cesar a verelim cesaret konusunda başaramadığımı esaret konusunda başarmıştım ne de olsa içimde zindanlar inşa etmiştim fatih in bile sökemeyeceği zincirlerle girişi kapatmıştım üstüne anahtarı da yutmuş olabilirdim onu tam hatırlayamıyordum zar zor hatırlayabildiğim bir şey vardı o da küçücük bir pencereydi kuş yoktu parmaklık yoktu küçücük bir pencere ve pencereden izlenen dışarıdaki insanlar vardı her geçen yüzde okunan acı farklıydı da benim dört duvarım birbirinin aynıydı pürüzsüz taşları soğuktu ve aralarına küçük kağıt parçaları sıkıştırılamayacak kadar düzgün yerleştirilmişlerdi hepsi itina ile üst üste dizilmişlerdi elbette ki duvarların yüksekliği boyumu çok aşıyordu burada kalmak cesaret istemez miydi sence yatağa uzanıp tavandaki lekelerden kendine bulut yaratmak kolay mıydı güzelim bulutları severim geçip gidenlerden çok yağmur getirenlerini severim çünkü başıma düşen yağmur damlaları bana çinli dostlarımızın damlalarından daha çok ıstırap verir çünkü aklım hala yerindedir çünkü hala düşünüyorumdur yağmurun altında daha ne kadar tek başıma ıslanacağımı düşünüyorumdur aklım yerindedir yıldırımlardan korkmam hiç birinin gelip beni bulacağına inanmam aklım yerindedir yağmur yağıyordur  oralarda hava ise soğuktur dikkatli olmak gerekir çünkü insan böyle havalarda hasta olur böyle havalara hasta olur hava soğuktur ama çok güzeldir uzaklardan koşa koşa bir kış geliyor olabilir kışın elmalar da çok güzel olabilir ama en güzelinden de olsa elmayı bırakalım şu havanın güzelliğine bakalım zaten beni hep bu güzel havalar mahvetti yine de havaya bakalım sen de iyi bak insan vücudunda yirmi dört kaburga kemiği var diyorlar sence çok değil mi yirmi dört saatin yarısını uykuya teslim ettiğin halde istediğin rüyayı hiç görememek kadar acı olabilir mi bir tanecik kaburga kemiğinin acısı mesela gördüğüm rüyaların hiçbirinde ağaç olmaması kadar dramatik olabilir mi sanmıyorum ama keşke bir tane olsaydı beni de o ağacın dibine gömselerdi en azından yine yeraltından seslenseydim sevenlerime orada yaşasaydım bir süre daha beni görmek isteyenler ziyaretime gelselerdi uzaktan sevselerdi beni ama kabuklu yemiş vermek yasaktır lütfen hanımefendi ne yapıyorsunuz zaten soyu tükenmekte olan bir canlıyım siz bir de tutmuş en sert kabuklu kitapları önüme atıyorsunuz beni öldürmek mi istiyorsunuz lütfen yapmayın herkese yiyebileceği büyüklükte lokmalar verin bu kadar yolu eğlenmeye gelmişken tutup ne olacak bu adamın hali diye beni düşünmeyin hiç istemediğim hallere beni düşürmeyin fazla rahatsız etmeyin beni düşümdeyim.

Bırakın beni, ben masumum! Ben bir şey yazmadım!

"Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıklaşır, katranlaşır. Tedailer zikzak çizer boyuna. Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu. Hayat, uyku ile uyuşukluk arasında raks eder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekanın sürekli isyanlarından bizar olan madde, bu şımarık, bu geveze, bu mütecessis meşaleyi bir üfleyişte söndürür. Cinnet maddenin zaferi."

-Bir şey yazmadım diyorsun, masumum diyorsun, oysa burada senin hakkında bin tane delil var evladım?
-Asıl bahsettiğiniz bin delilin hepsi, akıl bahşettiğiniz bir delinin varlığını kanıtlar hakim bey, inanın ben de anlayamıyorum, onlardan akıllı olduğum halde nasıl bu hallere düştüm, neden herkes rahatsız oluyor bilmiyorum, yaşamasını bilmiyorum acaba ondan mı?
-Evladım senin verdiğin rahatsızlık yüzünden insanlar gitmeye başladı, buna rağmen neden ısrarla devam ediyorsun, neden bırakmıyorsun?
-Ah! Bırakmak kolay mı hakim bey? Akıl insanın yakasını bırakıyor mu hiç? Ama şunu bilin ki, hakikaten masumum; ben sadece insanlar içinde tutunamayanlardan bir t.tuna.ayan’ım, hepsi bu...

"Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şiire kalbedemiyorsun. Ve sükut, medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor. Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun, kağıda yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı. Ve, önce sükut vardı, kelam değil. Tanrı sükuttur diyor bir Hint bilgesi. Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış. Şimdi odana dön ve aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil."

graham gegen guillotin

bir daha kimseyi rahatsız etmeyeceğim. 

bir daha? evet. kim? ben. s.’yi rahatsız? hayır.

bir dahi? evet. kim? ben. seyir? evet. ah! beyaz? atsız! prens? hayır.

bir de. sayın. hakim. evet. s.’yi rahatsız? düşünüyorum…

ve bunu yaparken sanki bir kuş misali...

bird? nerde? aha! beyaz? evet.

Hava durumundan vazife çıkarma

Odamın bütün havası
Size tek bültende budur
Yer yer sağanak yağış görülür
Misal yastığımın yüksek kesimleri
Ve şu masamın üzerindeki kağıt gibi
Akşama doğru ise yoğun bir sis kaplar
Peşinden kuvvetli bir rüzgar kuzeydoğudan
Üç ila beş, zaman zaman altı hülya kuvvetinde,
Denizcilerimiz dikkatli olsunlar…

şimdi gönül rahatlığı ile küle çalışabilirim

sevgilim elveda, bak şiir koştum sana
inanmıyorum artık, başkasından medet
çağırayım rodya gelsin baltasıyla beraber
daha yıkacak çok şey var - sen dahil - evet.

Yed-i Beyza’yı yedi düvelde ararken

Bana hep armağan oldu ellerin
Ömür kısalığında beklediğim
Beni hiç aramadan oldu ellerin
Dünle beraber gitti beklediğim

Yed-i Beyza ve beyzazede beyzade

Bir el uzandı masaya, usul
Zarifçe tutmak gerek, usül
Bu ruhu meftun eden, asıl
Melale aşina gözlerin, asil

Yalnızım tek yanlışım doğruyu yalnız sanmak

Yalnız bir yanlışım oldu
Yanlış adada yalnızlık
Yanlı ya da yansız
Tarifi imkansızlık.

Yandığım gibi değilse ne ehemmiyeti var?

Utanırım ruhum çıplak kalır lakin hayallerimi beklemekten usanmam
Uzanırım kül toprağa huzurla uzak bir mağarada üç yüz yıl uyanmam
Sanmam derdimi anlasınlar içimde tutuşan dağ gibi ateşlerde yanarım
Kanmam su taşıyan her kuşa ben bekleneni yanmaya aşkından tanırım

İki noktayı açıklığa kavuşturma

Birdenbire durdu.
Acaba bugüne dek,
Yanlış yöne dönmüş,
Olabilir miydi?

Birdenbire baktı.
Acaba burada tek,
Yalnız yare dönmüş,
Ölebilir miydi?

iki damla denize bir katkı sağlarmış gibi

Buradan bakınca uzak ne kadar da aşk
Gariplikte bir ben görüyorum suya bakınca
Rüyalarıma kayıtsız şartsız teslim olarak
Gözlerimi kapıyorum iki damla akınca

akıllı kuşlar her zaman aynı yöne uçar ve hayat bu yönüyle güzeldir

bu duman sigaradan gelmiyor güzelim,
sana da ayağım yanlışlıkla çarpmış koşarken.
kusura bakma olur mu canım?
bana öyle bakma işte.
hem ne olur sanki sen de
mükemmeli görmeye çalışsan?
sevdiğim demek istediğim,
artık benim hayatımın kalanı:
farklı kül tablalarında güzeli arayış ve,
çektiğim her dumanda aynısını buluştan ibaret..
sen de bir nefes alsan?

graham’ı belli ki hakkıyla bilememişiz

Kaç yıldır?
Ben arayayım.
Sen kaç.
Yıldır beni.
Arama.
Fakat bebeğim,
Ben sandığın gibi
Kolay yılmam.
Bil.
-Yılmaz-

görmedenbirşeydiyemem

nihayet gördükten sonra zaten
bir söyleyeceğim yoktur sayın hakim!
diyeceğinizi biliyorum; va-t'en!
beni hiç tanımamış varsayın ha? kim?

ruby ruby ruby ruby

-a tribute to kaiser chiefs-

okumayı severim yalnız kalınca
joyce mesela iyidir yalnız kalınca

salona nasıl gelmiş yalnız karınca
oynanan koz değişti yalnız karınca

pamukçuklar evrimleşir yalnız karında
buna isyan etme hakkı yalnız karında

aklım çerçeve dışına biraz kayınca
çam değil meşe değil biraz kayınca

tombul şişelerin dibinde bira kalınca
yenilerini alalım boşları bırak alınca

joyce iyidir ama ulysses biraz kalınca
fenalaştım güneş altında biraz kalınca

ah! konstantiniyye, elbet bir gün feyz sunacaktır...

yeni gönderi kaptığım gibi surun tepesine doğru koşmaya başladım, aman allahım! sur '08, ne çok acı var! basamakları yirmibeşer yirmibeşer çıkıyordum ki arkamdan bir beşer seslendi, hasan mısınız? hangi hasan diyecek oldum, ulu manitu! az kalsın kendimi ele veriyordum, hem beni versinler ellereydi, hem beni vursunlardı öyle mi? bir melankoli molası vermeyi düşündüm ama burada mola veremezdim, gürani henüz masa hakemlerine işaret vermemişti. bir gözüm ise benimle beraber bu kocaman taş bloğa çıkan ark-adaşım hasanda idi. açtığı kanalda hızla ilerliyor, önüne çıkan düşman askerlerinin ekserisini keserek sekerayak ilerliyordu. gözlerime inanamadım, oha! kendimi bir an için o hasandım. yanıma kadar geldi, senin adın da hasan, benim adım da hasan, bundan sonra senin adın dasein olsun, dedi. sırası mı şimdi hasanım diyecektim ki, dilim dürttü, eyvallah dedim, helalleştik, tamamdır o zaman, heideger benimle ol, uçalım burçlardan, bakalım dünyadaki resmi mise-en-scéne türküsünü söyleyerek yukarı çıkmaya devam ettik, frenk diline bu kadar hakim olması beni titretti, yeni gönderi hala elimde sıkı sıkı tutuyordum ve ucundaki sancağı burçların tepesinde dalgalandırmak için sabırsızlanıyordum. kalenin en yüksek burcuna yerel halk koç burcu adını vermişti, biz de hasanımla beraber koşa koşa koça çok yaklaşmıştık. işte zirveye tam beş adım kala hasanım durdu, birdenbire üzerindeki zırhını ve yeniçeri şapkasını çıkardı, o yeniçeri şapkasının altına sakladığı upuzun saçları omuzlarına döküldü, hasanım meğer bana has'anım imiş. onun için buralara kadar benimle beraber koşmuş. işte o anda, hanım meğer sen ne dilbermişsin, dedim, melal-i hasret- i gurbetle ufk-u şama baktı, gülümsedi, çok çile çektik ama değdi dedi, bu da böyle bi hanımdır. yılların yorgunluğu ile kocaman sarıldım, ve birden sırtımdan soğuk teller boşandı, zırhım parçalanmıştı. yeni gönderi hala elimde tutuyordum, lakin sırtımdan giren hain bir ok dayanacak güç bırakmamıştı. hanımın üzülen gözlerine son kez baktım, süzülen kanlarımla taşların üzerine son sözlerimi yazarken, çok erken dedim, daha çok erken...

yürek ağrısına devalium prozac

t.d.ç.

ilk em;

küçüklerimi korumak,

büyüklerimi sevmek.

yordu mu?

aşk illeti mi?

özünde çok seyrektir..

mülküm;

akıldan, ileri gitmektir.

ey büyük atay!

tak!

kaçtığın yoldan

gösterdiğin hede; f.

durmadan yürüyeceğim...

ee?

and?

varsa içerim.

varlığım yokluğuma armağan.

ah ne mutlu!

seviyorum diye,

ne?!

şak-ı memnu

konuşmama hakkına sahip değilsin.
şimdi söyleyeceğin herşey..
ve aleyhinde
deli olarak
ben.

hatırlat da ağustosun sonlarında çocukluğuma yanalım

yanalım
kitapların ismi bu olsun.
şehre lacivert bir ceket gibi yakışsın yağmur.


-ah!-

taşlarında şiir okumak, güzel...

Ben bu adamı tanıyorum yahu mahallenin delisi işte kim olacak sürekli kendi kendine konuşan meczupun biri şimdi taşın üstüne çıkmış konuşuyor diye zannetmeyin ki sizlere hitap ediyor o hep kendi kendine konuşur zaten dikkat ederseniz bastığı taş dik duran bir mermer levhadır üzerinde birtakım yazılar olan ve kendisini ayakta dinlediklerini sanıyor etraftaki benzer taşların şiirlerini okuyor yerlerde kumların perestişle ürperdiklerini sanıyor halbuki burada ne bir anlatan var ne de dinleyen sadece kendi kendine konuşan biri ve kimseyi arayıp bulma niyetinde olmayan basit kelimeler var bugün dönüp arkasına bakınca eski kelimelerini daha çok seviyor çünkü onların hepsini kendi dünyasından çekip çıkarmıştı ama artık durum değişti şimdi onun için kafayı ellerin arasına alıp düşünmenin vaktidir tayfunlar oluyor depremler oluyor gemiler batıyor binalar çöküyor benim bunlara ne gibi bir katkım oluyor diyerek şimdi kafayı duvarlara vurmanın vaktidir sanki birşeylerden pişman olmuş gibi kirli duvarlarda iz bırakma hevesiyle yorularak şimdi kafayı yastığa gömmenin vaktidir birkaç hıçkırıkla geçer gider akşam olur onun için şimdi kafayı iyice bir dağıtmanın vaktidir.
-Eh! qu'aimes-tu donc, extraordinaire étranger?
-J'aime les nuages... les nuages qui passent... là-bas... là-bas... las merveilleux nuages!







ikimiz birden sevinebiliriz

Önce anlatacaklarıma bak derin derin; göreceğin parıltı senin ışığındır, bir damladan yansıyan. Önce gözlerime bak, sonra...

"Evet, ben biraz tanırdım onu. Tek başına bırakmaya hiç gelmezdi, hemen hayal kurardı. Bulutların içinde kendi kendine -yalağuz- du. Zavallı."

kimdim ben?

Orası meçhul orası neresi burası bir adamı boş bir odaya kapatmışlar simit florasanın ışığı ile aydınlanırken oda biçare ne hale gelmiş başının üzerinde parlarken kendisini aziz zannedip beyaz duvarlarına dalmışken birden sönmüş ışık ve cevabı basitleştirmek gerekmiş orası neresi burası bir oda işte orada tüm sadeliğiyle beyaz duvarlarında tek bir çivi olmayan bir oda ve ortasında bir adamı tutan küçük bir fincan kahve birazdan o sade kahve ile helalleşecek adam ve tüm samimiyetiye o beyaz duvarları kirletecek tıpkı içinden geldiği gibi buna mecbur değil belki ama kahveye inanıyor hem de tüm varlığıyla inanıyor sıcak kahvelere ısmarlanan kahvelere siyah kahvelere hazırlanan kahvelere anlatan kahvelere en çok da dökülen kahvelere inanıyor şimdi bir çırpıda duvara fırlatacağı fincan dolusu kahvenin orada nasıl duracağını kim bilir neler anlatacağını merak ediyor baktığında fincan küçük geliyor hayatı içinde görebilmek için her zaman daha büyük düşünmek gerektiğine inanıyor tüm samimiyetiyle kahveye inandığı kadar şimdi o duvarda milyonlarca yol milyonlarca şekil hepsi birbirini tetikleyen bir sürü mayın çıkacak bir köşesinde bir kelebek ve belki dikkatli bakınca arada zorlukla farkedilebilen bir hiç görünecek yeter ki birşeyler görünsün en azından büyük resimde kahveye kattığı samimiyetin şekli çıksın ortaya diye bekliyor duvara dalmış kendini izliyor çünkü kendini aynada izlemek tehlikelidir insan düşüp boğulabilir suyun içinde artık anlattığı herşeyle duvardan süzülüyor kahve artık gönül rahatlığıyla yeni bir kahve yapabilir duvarını seyrederken huzurla içebilir biteceğini bile bile içer kahvesini o anın keyfiyle bitmeyeceğini sanır oysa bütün lezzetler biter bütün tatlar gelip geçer mesela kahvenin en güzel saati gecenin üçüdür ama o bile gelip geçer ardında bıraktığı güzel tat zamanla unutulur demek için erkendir çünkü önce unutmak gerekir kahvenin en kötü saatlerinden birisi ise akşam saatleridir onun da ardında bıraktığı acı tad vardır ama o hemen unutulur çünkü acı tadını hatırda tutmak iyi değildir ve bu bize günlük hayatta ne tür bir tabanca sağlarsa sağlasın kullanmamalıyızdır altıpatlarlar ve revolverler sürekli yanımızda hep aklımızdadır lakin kullanmak için değildir onların amacı her zaman evin bir köşesinde bulunsundur ne de olsa en etkili silahtır kalbe saplanmış bir kalem ya da beynimizi dağıtan bir şarkı el altında hep bulunsundur hep kendini hatırlatsındır ve tekrar kahveye dönersek hatırlamak gerekir ki önemsenecek hiçbirşeyi olmasa dahi samimiyeti olan insanlar vardır burunlarının üzerinde kocaman bir ben yoktur gözlerinin gördüğü ilk şey o değildir en yakınlarındaki o değildir sadece bir su damlasıdır minik bir su damlası burunlarından süzülür ve onu görürler onu yüceltirler kendilerini damla damla yok etmeye çalışırlar yine tüm samimiyetleri ile hıçkırmadan da olsa yazmaya çalışırlar kendi başına kelimeleri severler ve kelimeler hiç yabancı gelmez hangi dilden olursa olsun unutmamak gerektir ki frenk dilini sevmenin bir nedeni de hem yağmuru hem gözyaşını aynı kelimede ifade edebilmenin güzelliğidir bir kelime bu kadar mı yakışır şunu hatırda tutmak icab eder ki derdimiz yaramız acılarımız farklı olabilir ama gözyaşlarımızın tadı aynıdır bazıları söylenmemiş sözler tadındadır bazıları anlatılmamış hisler tadında bazıları acıtan düşünceler tadındadır bunların tümünü gözler lezzet kataloğunda ayrıntılı olarak bulabilirsiniz kitabı edebiyatzede bülbül hazretleri yazmıştır ilk yayımlanan kitabı üst-ün-üm pek tutmayınca kalemini, kağıdını, aynasını ters çevirmiş ve yeni kitabını baştan sona küçük harflerle yazmıştır çünkü küçük harfin mutluluğu vardır hayatta mutlu olmanın yolu düşüncelerini ne kadar büyük olursa olsun küçük harflere sığdırabilmektir düşüncelerin bir hiç olsa bile çünkü hiçlikte bir mertebedir ibni arabinin fikriyatından mütevellid olmaya ya da olmamaya eşit uzaklıktadır aynı konuyu başka bir perdeden hamlet de dile getirmiş ve olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu demiştir ol dedikten sonra hiçlik bile olur bilinir ki insan neyse odur ama bazı insan neyse odun olduğu da görülmüştür olduğun ya da olmak istediğin gibi görünmek sana dikiz anasında birtakım boris vianlar sağlayabilir ama gerçek hayatta edebiyat kadar efendi bir uçurtma sağlayamaz bu konuyu daha fazla irdelemeye başlamadan önce eğer kahvelerimiz olduysa artık içelim ve elbette ki bunları çabucak geçelim.

Küçük Dağlar yayınevi iftiharla takdim eder.
Ünlü yazar T.S.Özdevek'ten:
Emsallerine göre egomun neresindeyim?
-acıklı güldürü-

“Uzak şehrinde bir devlet memuru, altının üçü, koçun koçu... “
-Fallara değil kahveye inanırım... Çünkü yükselen bir şey varsa o ancak telefondur... Düşen bir şey varsa, bilin ki yüzümdür. Üç günlük dünyada sevinecek birşeyler de bulunur ama elbette ki aslolan hüzündür. Düşüncesizlikten mütevellid üzüntü ise kalbimizde saplı bir kalem gibidir, her dokunuşumda acıyla yazar taşın üzerine...

Bu eserimde, öncekilerden farklı olarak, modern insanın çelişkilerini anlattım.
T.S.Ö.

bakalım

konuşsam tesir etmiyor, sussam gönül razı değil
bekleyelim görelim fuzuli bir heveste kaybolmaya
razıysan esirgeme, bak akıp gidiyor elimizde değil
bekleyenim gör elim daha fazla gitmiyor yazmaya.

bir bahar gecesi eğer bir adam

tavanarasındaki o mavi sandığı açarsanız içinde birikmiş çok şey görürsünüz. aradan geçen zaman zarfında dörde katlanmış beyaz bir kağıt, ve üzerinde her cümlesi belirtisiz nesnelerle dolu zarfa hasret bir yazı bulunur. içini göstermeyen koyu renkli zarfında dışarıdan pek zor okunur vaziyettedir. cesaret edip de açmaya niyetlenirseniz eğer sandığın köşesinde bir de zarf açacağı bulunur ve elinize alır almaz/


uyandığında kendini devcileyin bir adama dönüşmüş buldu aynaya bakınca tanıdık gelen iki göz ve kesilmesi gereken bir sakal ile çizgileri olmadan gülümseyen bu yüz aradan geçen zaman katarına yüklenip uzak diyarlara gönderilmeye çalışan dertlerin habercisiydi ama bu tren bunca yükle yoldan çıkar ve sonraki istasyonda/


bugüne dek tam kırk tane beyaz güvercinim oldu hepsinin bileğine aynı mektubu bağlayıp havaya saldım. bugüne dek tam kırk şişe attım mavi denize hepsi içlerinde aynı mektupla suda kayboldu. bugüne dek düşündüklerimin hepsi havaya karıştı, bütün hissetiklerimi suya yazdım. ama bir tanesi duruyor olmalı eski bir sandık/


buna da katlanacağız diyerek bugüne dek her acıya katlanan bu sayfa artık daha fazla katlanmak istemediğini dile getirdi, katlanmış ve üstüne açılmasın diye sıkı sıkı bağlanmış olarak bir zarfa girdi. elden ele dolaşmaya başladı, bunca katlanmış haliyle biraz kabaydı. üzerinde adres olmayan sadece kırmızı bir mühürle mühürlenmiş bir zarftı onu gezdiren. ellerine alanlar bu zarfı beğenirdi, bazen bu kaba mektup zarfının mührünü de beğenen çıkardı içlerinden ama içini açmak aklına gelmezdi kimsenin, içini açmak kimsenin içinden gelmezdi, çünkü üzerinde isim yazmazdı zarfın, mektubu da kimse üzerine almazdı, bilmezlerdi esasında alıcının ismi/


düşünüyorsun özlüyorsun seviyorsun biliyorsun arıyorsun. aynı sorularla yüklemlere yükleniyorsun, cevapları ünlemlerle alıyorsun. cümlelerimin öznesine hasretim ben varsın gizli olsun, sorduğun zaman orda olduğunu bilmek yeter. cümleler kuruyorsun, kimi düşünüp umutlanıyorsun bu kadar çok, neyi arzulayıp hüzne garkoluyorsun bu kadar yoğun, bak hala yerinde duruyorsun, oysa şimdi katlanmak yerine kanatlanmak seni/


yine kalem almış eline yine aklına geleni buyur edecek bu misafirperverlik senin sonun olacak diyorum bir gün olsun bari sen çık git başkasına misafir ol diyorum dinletemiyorum beni her kapıdan kovarlar sen bilmezsin diyor mecbur kalıyorum elime kalem almaya yapabileceğim en güzel hareket bu uzak mesafeleri en kısa yolla katetmeye muktedir tek haberleşme aracı yazı olduğuna göre/


anlatabilmek için şimdi tekrar susmam gerekiyor eğer sizlerin de işi bittiyse çıkarken kapıyı çeker misiniz?

katil teşebbüs

beni böyle bilmenizi istemem en büyük avuntusu kendisi bir bozuntusu diye düşünmeye hakkınız var öyledir haklar kazanılır verilmez verilen hak geri alınmaz almadan önce iyice kontrol etmeniz önerilir yanında minnet hediyemizdir türkiye büyük minnet meclisine verilen soruşturma önergesi ile gördük ki iç minnet borcumuz yok denecek kadar az iken dış minnet borcu almış başını yürümüş aklımızın başındaki dirayetsiz hükümetler senelerce saklamış saklamış ama son bir yılda artık önünü kesemez hale gelmişler şimdi herkese teker teker minnet borcumuzu ödemek durumundayız peki bunu nasıl yapacağız bilmiyoruz ama bedel ödemek gerekiyorsa iste kamçımız burada sırtımızı da açtık ama judas sen bakma utanırım lütfen gider misin?

ne güzel cümleler kurmuşsun öyle devirsene birkaçını, ama neden, dursunlar işte böyle güzel,hiç işte maksat şiir olsun, kelimeler yerini bulsun, olan oldu artık.

bugün aklıma takıldın yine
yolda yürürken
bugün sen yoktun yine
düşeyazdım.

ve buson yağmurları ile gelen şiddetli fırtına son ağacı da yerinden söktü kimse meraklanmasın.



bu alemde her
kesin
bir derdi vadır
kesin
ama yeter artık
kesin
bak duyuyor mu?
kes dedim hey!
tuna mısın
nesin?

mayıs

istanbul da bu bahar havası
beni kendimden geçirdi
sevenlerimin arasında
mayısmışım.
garip şeyler dedim
yerinde olmadan konuştum.
bir ağız dolusu konuştum ve orucum bozuldu.
şimdi yaşamaya devam etmek için
burada, salonodamutfakta
ya da orada, eski Talaviyak'ta
bir damladan çok daha fazla akıtacağım hokkanın içine
divit coşacak sevinecek -seni acımasız vampir-
ben kirleneceğim kağıtta.
şimdi bir öpücük ver öyle git judas.
zaten bugün içime bir korku yerleşti ki
aman yarabbi!
ona bunca mektup yazdım şimdiye değin
hepsi kırmızı kokar ama

ya gözlerinde bulamazsam?

t.

at arabasının altında marmeladov

acıma saygı duyun ama bana acımayın n'olur!
bu garip adam soyluluğu yırtık paltosunda taşır.
ben bir altıncı derece, burda bodrum katında,
çoktan öldüm ama mezarım krallara yaraşır...

çizgi

gözlerinde yorgunluğu anlatan o çizgiler sıcak
yüzünde derdini anlatan yollarda serili vefa
hattatın ince kaleminden bana lutfu ise ancak
kalın bir çizgi üzerime ve altında boş sayfa.

gök

yağmur olur umutla bakarsan göğe
bekliyor giymiş sırtına bir gri kaftan
nazarında tufan kopar gömülür göğe
ardından unutulur bu yorgun kaptan

susam.susa.sus.su.s.

/
ben de sustum
kelimelerim bittiğinden değil
beni duyman için sustum ama
sıkılmıştın sen masal dinlemekten
gözlerim kapanıyor şimdi
çünkü yoruldular
anlatmaktan.

dudaklarımda kalan bu sahte bal tadı
arının izah edemediği cinsten değil

adsızilleti

/
hırsın elleri tok boğazımı bastıran
nefesimi kesen gözlerimi dolduran
bari ibret-i alem diye adımı yazsın
beni bu duvar dibinde cansız bulan

fevri

asmalımescit sokak hala güzel mi?
bizim zamanımızda pek bir doğaldı.
şimdi entel sayısı mı arttı ülkede
ne, yoksa taklitleri mi çoğaldı?

bence çekinmeniz son derece yersiz / kabzasından tutup içeride döndürebilirsiniz

hekimlere saygım sonsuz lakin
ben olmak bir heautontimoroumenos
acımdan ölsem gerek başka ne?
ben var kendime hep müslümanos
-elhamdülillah-

senin en sevdiğim yazın baharı getiren

BAHARI GETİREN

yaz kızım:

senin en sevdiğim yönün elbette kuzey doğun
saat yönünde baktığım zaman hep birincisin sen
bakışların utanmış yere düşmüş kıyamam
sana hiç gözlerindeki elmaslardan bahsettim mi ben?

senin en sevdiğim yarın aslında bugün
düşüncelerimi güzelleştiren yekpare sen
kalbimin yirmibir pare atışı gözlerime baktığında
beni nasıl aşkla parçalar söylemiştim hatırlarsan?

senin en sevdiğim yanın imrendiğim sağın
zekice bir öpücük kondurdum ol tarafa yanaktan
usulca kaldırdın yerden büyüyen gözbebeklerini
örttün üstlerini ince çekilmiş kalemle sürurdan
şu güzel tebessüm yerleşmişken dudaklarına
mydarling bul beni sıkılmadın mı aramaktan?

alo?

t.


BAHARI GETİREN II


daha sabahın ilk saatleri erken kalmış bugün kanepenin sol köşesine kıvrılmış oturuyor dizlerini göğsüne çekmiş haliyle neler anlatıyor yine mahsun gözleri yere takılmış ah bilse bu gözleriyle bu hüznüyle mananın bizatihi kendisidir o beyaz boynu sağ tarafa bükülmüş aynı hüzün gözlerinden akıyor sıkılan yüzünün sağ tarafından süzülüyor küçük yağmur damlaları kalbim hızlanıyor kalbim hızlanıyor kalbim hızlanıyor bu aşkın seremonisine kendi atışlarıyla eşlik ediyor yüreğim duyuyor biliyorum ama daha kaldırmadı bakışlarını konuşmayayım ben en iyisi kelimelerle küçültemem büyümüş gözbebeklerini sözler ile kalkmaz bu gözler yerden yürüyorum usul bir sıfat seçip kendime yanına oturuyorum kalbim hızlanıyor kalbim hızlanıyor kalbim hızlanıyor kelimeler dökülmesin diye sıkıca kapatıyorum dudaklarımı nazikçe büzüp en güzel mektubumu mühürlüyorum sağ yanağında yanan ruhumun ışığıyla bir anda aydınlanıyor çevremiz ve mektubunu okuyor daha güzel görebilmek için göz kapaklarını örterek elmasların üzerine kendilerine yakışır usulca bir sıfatla aydınlık yüzünde gördükten sonra o ince tebessümü şimdi gönül rahatlığıyla eriyip kaybolabilirim ben...


t.

çocuk gel değişelim bayramları

çocuk gel seninle değişelim şu bayramları
ikimiz de alamıyoruz istediğimiz oyuncakları
ben adamı koltuğundan kaldırıp yerine oturayım
sen sokaklarda polis amcalarla kovalamaca oyna
bu bayram torpil patlatmak serbest diyorlar ama
sen babanın sözü dinle gözlerin yaşlanmasın
bir gün istiyorum ama mayıs ayında olmasın
nisan devrime daha çok yakışmaz mı sence?
yağmurlarıyla baharıyla tam senlik bir şenlik
olmaz diyorlar çünkü o zaman gerçek olurmuş
kırmızı renk en güzel Nietsche'de dururmuş
büyükler yalan söyler çünkü onlar öyle büyür
insanlar doğar büyür yaşlanamaz bazen ölür
ey meteorolojinin uyarılarına kulak asmayanlar!
sizin yüzünüzden çarpılacağız, başımıza taş yağacak!

dur gideriz deha sabah olmadı

sokak hala karanlık beni kim görecek
dışarı!
şimdi çıkarsam
atsam tüm kirli düşüncelerimi
makinaya kısa programda
bana nasıl bir hijyen sağlar?
senin bitirdiğin yerde ben daha yeni,
başlarken:
bunun ne kadar faydalı bir baş olduğu,
da
tartışmasız tartışılır
geçelim bu ayakları başım
sen hala omuzlarda mısın?
halk gale yana gele yazdı bak
hele ki bilince saldırdığını bilince insanlar?
topyekün bir savaş bir seferberlik halidir
bu son kalan kırıntıları
zihnimin yollarından toplayıp doldurmak için silolara
daha çok masal kahramanı gerek bana
hansel bırak kardeşin kalsın
sen adam topla gel
topla
topla
hop!
çok geldin al biraz
az...

dahil değil

yaş otuzbeş yolun yarısı eder
dantel gibi ortasındayız sehpanın
gölgesi üzerimizde bir ulu çınar
tavana uzanır içinden seramik saksının

işte o ağacın dalından sallanır urgan
yalınayak o sehpanın üzerine çıkarsın
on yıl hayatta beklemezsin bilirim
sen var ya ölümden bile bıkarsın

kaldırın kelimeleri

KAZAN (kaldırınlan)

kelimeler çok tehlikeli, kelimeler, çok acımasız.
kelimeler kafamda rahat durmuyor,
orayı kaynatmaktan başka pek bir işe yaramıyor,
havaya bırakıyorum, herkes yakalayamıyor,
çarem kalmıyor kağıda emanet ediyorum
al bunları sen taşı diye yalvarıyorum.
ama kağıt da herşeyi taşıyamaz my darling,
yazılmış kağıdı katlayıp uçak yapsam
uçamıyor bir türlü kelimelerin ağırlığından,
gemi yapsam usulca suya bıraksam
arşimet gözyaşlarını tutamıyor ardından.
havada uçabilecek kadar hafif,
suda yüzebilecek kadar gerçekçi
olmadığından mıdır neden,
gönderdiğim yere bir türlü
gidemiyor biçare kelimelerim.

ah çocuk!

KALAY

şiirin çok şirin baba
ve biraz da gargamel şüphesiz
ama en çok da mavi
çünkü mavi insanı derin gösterir
onun deniz mavisi elbiselerinde
en derin dekoltelerde
kaybolurken ben
gözlerinde öğrenemediğime yanarım
serbest dalış yapmayı
ya da sırtüstü yüzmeyi
gökyüzünü seyredip bir yandan
bulutlardan tavşan çıkarmayı
ama bugs bunny gridir neden?
pamuğa hiç benzemiyor
üzerimizde asılı duran
birazdan üzerime boşanacak
gri bir güğüm o
benim göğüm.

t.


NAL

seni kalbimin en güzel
kösesine yerleştirdim dedi kız
artık sen kırmızı köşedesin
ve mavi köşede zabellah bir adam
kol değil onlar bir çift bacak omuzlarından çıkan
belden aşağısı ise
at, zaten
belden aşağı çalışmana gerek yok
sınavda çıkmaz dedi öğretmen
ama hiç hocaya güvenilir mi ali, bak
bekliyoruz hala, artık şu topu
at, zaten
ben sporcunun
önünde eğilirim diyecektim lan
bana vecize mi yok
maraton koştum dün ikindi vakti
sonuncuyum ama sen beni yedinci san
at, zaten
sinema bir şenliktir
film festivalinde tanıştım o kızla
bugün senaryoya uymayan biri daha recm edilirken
sen orda yoktun aşkım
çünkü işin başından aşkın melah
at, zaten
meraktan
kim ölmüş?

t.

RÜYA

istanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı
çekiç sesleri geliyor doktordan
yeni koltuğuna hasta oturtmuş
karşı apartmandaki dişçi
bir elinde matkap dün almış nalburdan
öbüründe kerpeten ki onu da
bir kızkurusu atmıştı camdan
gecenin ikisinde uyumadan
çünkü pencerede otururdu o saate kadar
bıkmadan arardı gözleri
ilk aşkı kanalizasyon işçisini
ama heyhat artık boru patlamaz bu şehirde
herşeyden önemlisi pisliğimiz ulaşmalıydı yerine
ama burda dökülen bütün hayatlar denize varır doktor
dökülür demiyorum bak
mesela örneğin misalen diyelim ki farz-ı muhal
yarın camdan atlayacak o kız
düşünecek tam sekiz metre üçüncü kattan kaldırıma kadar
mansiyon ödüllü bir kısa film senaryosu çıkacak hırkasının cebinden
haydi oyalanma koş söyle o manifaturacıya da
koymasın arabasını kapının önüne bu akşam
yarın kalabalık olur buralar
o hengameden fırlar gelir küçük hergele
yere düşen kağıdı bulur
daha yeni taktı kurdelesini yakasına kan kırmızısı
aliyi bilir bir de ayşeyi
bir de nietsche elbette kan kırmızısı
bıyıklarını sever zibidi onun porsuk porsuk
sizi çok sevdim amca
sizi çok sevdim ama
annem çağırıyor balkondan sırtım su gibi olmuş değiş değiş
bak böyle uyurdu zerdüş.

t.
“çoğu hiç de orijinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekaretini bozmak neye yarar? Kim beni okuyacak? Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler…işte 25 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikayesi.”
Jurnal - C.M.

şu güzelim bulutlar, hemen kayboluyorlar

Vuruyor kalbim vuruyor da, neden bir an olsun hızlanmıyor şu vuruşları?
Bak ne kadar zaman geçirmişim tekdüze vuruşlarıyla kalbimin. Şu aşkın hatırına bir hızlan be mübarek beni gerçekliğine inandır! Olmuyor, faydası yok yakarışlarımın, kendi yüreğim bile beni anlamadıktan sonra. Hiçbirine söz geçiremiyorum, ruhum iyice sabırsız artık beklemek istemiyor, ne olacaksa olsun diyor olduğu yerde devinip duruyor, tek söz geçirebildiğim aklımdı, o da kanatlandı son zamanlarda. Uçmaya niyetli de, kanatları o kadar ağır ki daha kaldırıp uçamadı, beni bırakıp gidemedi. Onun sayesinde bütün hıncımı arsızca bütün insanlığa karşı köpük köpük kusuyor, biriktirdiğim bütün kini boşaltıyorum zavallı dünya insanlarının üzerine, şüphesiz ki mutluluklarını kıskandığımdan, şüphesiz ki kendimi bütün bu hıncımdan kinimden kurtarmak istediğimden. Bütün kaygılardan bütün tasalardan uzak insancıklar, sizlerden af diliyorum, bağışlayın beni. Siz doğrusunu yaptınız, gözlerinizi kapattınız düşler alemine daldınız. Ben sizlere sataşırken aslında kendimden kurtulmak istiyorum, çünkü hınçların en büyüğünü kendime karşı duyuyorum, en çok kendimi yaralıyorum. Bu zındık tutkularından usanacağa benzemiyor aklım hiç, bu küstah sataşmalarından bu kendini bir şey zannetmelerinden bu dizginlenemez arsızlığından vazgeçmiyor, belki ruhumu da kalbimi de o sıkıntıya sokuyor. Tabi ya, düşündüğümden duymuyor muyum ben bütün bu acıları, tohumları kafamda değil mi bu koca sıkıntı ormanının, içine girip de yolumu kaybettiğim, dev ağaç dallarının güneşe bile izin vermeyip beni karanlıkta bıraktığı bu boğucu ormanın? Ben buraya aitim, toprağa, bulutlardan toprağa sürgünüm senelerdir ben, bulutlara çok uzağım ve oralara asla dönemeyeceğim, kendime sahte bulutlar yaratıp onlarla oyalanıyorum. Gündüz bunlarla oyalıyorum kendimi, sonra yine gece kapanıyor üzerime. O geceler ki, yalnızlığım kadar derin. Geceler o kadar derin ki, dipten kurtulup başımı dışarı çıkarmam olanaksız. Ah hayat! Hayat zalim ve acımasız elleriyle boğdu beni, şimdiye dek geçek sandığım masalsı bir ırmağın kenarında. Elleri boğazımda, akan sulara bakarken ben, o zaman farkettim suyun kan kırmızısı aktığını. Ne ölüp sona erdirebiliyorum bu acıyı, ne de kalkıp kurtulabiliyorum ellerinden.
Vuruyor kalbim vuruyor da, bir an olsun hızlanmadığından şu vuruşları, bu acı bitmiyor.

hepsi Baudelaire yüzünden.

rien.

Acı. Acı. Kaç. Uzak. Aynı. Zaman. Hızlı. Nereden. Kiminle. Hep. Umutsuz. Dur. Belki. Düşün. Zor. Ama. İmkan. Evet. Yalnız. Bekle. Uzun. Çok. Kalıcı. Mana. Sebep. Tekdüze. Gün. Ay. Çalış. Çaba. Beyhude. Amaç. Yok. Gereksiz. Zevk. Hiç. Boşluk. Çevre. Gece. Yalnız. Düğüm. Uyku. Kitap. Bilgi. Esrar. Yazı. İlk. İnsanlar. Yağmur. Geçer. İlaç. Sevgi. Belki. Bulut. Hava. Su. Toprak. Tahta. Saklan. Bekle. Dur. Hiç.

spleen

kahvenizi nasıl alırsınız tuna bey diye sordular fark etmez dedim fark etmez çünkü benim için her şekilde acı olacağı kesin şimdi açıklama bekliyorlar benden diyorum ki ben kahve ile başlayıp lokumla devam edecek fazlasıyla alaturka bir serüvene atılmak istemiyorum şayet beni duyan varsa bunu da dikkate alsın sınavda çıkabilir hele kahve falında çıkan o üç yol yok mu korkuyorum o yollardan birini tutturacağım birisi alıp beni ona götürecek diye kahvenin acı lezzetini azaltmak istesem de elimde olmadan her yerde karşıma çıkıyor aklımı hep meşgul ediyor merak ediyorum neden böyle sıkıntıya gark edip beni şekilden şekile sokup sonrasında da unutmama izin vermiyor anlamıyorum bir kahve ısmarlasam düzelir miyim bilmiyorum.
bildiğim şu ki varlığımdan haberdar olan insan sayısı kadar varım bu dünyada bu yüzden yokluğa çok yakınım ama yok olamıyorum kaybolmak benim elimde değil mecburen etrafımdaki kuru kalabalığın arasında bulunuyorum mecburen kendimi kaptırıp gidiyorum mecburen dışardan gelen önerileri önceden tıkadığım kulağımla dinliyorum ben de kendi derdimi anlatmaya çalışıyorum ama anlamıyorsunuz beni sevgili fikir babalarım sizlerle hiç anlaşamadık zaten benim beklentim asla en beşeri özelliğim değil ve olamaz da başı da sonu da aynı temenni ve aynı düşünce ile gider aynı duygularla beslenir başımı sokacak bir delik değil başımı yaslayacak bir omuzdur benim beklentim ama görüyorum ki sizlere çok uzak şeylerden bahsediyorum bu hususu açıklığa kavuşturayım istiyorum ama yazmaya bile üşeniyorum demek ki üşeniyorum öyleyse varım.
aslında üşenmesem yazacak çok şeyim var yaşadıklarımı yazabilirim bildiklerimi yazabilirim duyduklarımı yazabilirim gördüklerimi yazabilirim düşündüklerimi yazabilirim hissettiklerimi yazabilirim hayal ettiklerimi yazabilirim ama hadi buyur yaz bakalım derseniz yazamam bazılarını kendimce basit gördüğüm bazıları ise gerçekten benim için zor oldukları için yazamam basit düşünsem düşündüklerimi yazabilirdim bekli zor bir yaşamım olsa hayatımı yazmakta zorlanırdım muhakkak ama herşeyin gerçekliği kafamda soru işareti artık benim bu ellerin bu anın bu yazıyı okuyacak olan sizlerin gerçek olduğu bile şüphe götürür gibi söylesenize siz inanıyor musunuz gerçekliğinize?