Oyunumuz tünelin sonunda ışığı gördüğümüz yerde başlar

İki anarşistin kaza sonucu bir tiyatroya gidişi ve ardından gelişen olayları anlattığımız bu oyunumuza hepiniz hoşgeldiniz. Oyunumuz tünelin sonunda ışığı gördüğümüz yerde başlar. Abdullah beyin hacdan dönüşü münasebetiyle verilen akşam yemeğiyle devam eder. Oradan nerede olduğu belirsiz bir tiyatro salonuna geçeriz. Sonra bu “tiyatro”da oyuncunun ayağı tökezlese de gülsek diye bekleyen seyirciler etrafımızı kuşatır, bilhassa belaltı espriler ve el kol hareketleri ile kendilerinden geçerler, biz sıkılırız, dayanamayıp kalkar ve bir daha sahnede komedi izlememeye ant içeriz, varlığımız türk varlığına armağan. Oyunun yarısında kaçıp alt kattaki sergiye dadanırız, ne güzel şeyler onlar. Oradan “edep ya hu” seçer yukarı yollarız, “ah minel aşk”ı kendimize, “hiç”i yanımızdakine saklarız. Perde kapanır.
Sırtımda siyah bir ceket o akşam, mevzuya bahis olmakta. Ceketle kim adam olmuş azizim, biz çok ceketler gördük aynaya bakınca içinde adam yok, ne büyük adamlar gördük sırtında ceket yok, o akşam. Jön yelekleri tavandadır Ruhi bey, adedi iki. Ha bu arada, görüşmeyeli nasılsınız?Biz de iyiyiz de, model erkek bedeninde limite gelip dayanmışız, haberimiz yok. "Selam ben gaffur, nasılım dedik millet Ruhi Bey'i bile ciddiye almaz oldu, ne yapalım?" Oh be bitti, ama arkadaşlar çılgın dersane oynarken sinemalarda, sizin işiniz ne tiyatroda? Önce acımasızca kızıyoruz ama sonra kıza acıyoruz. Kendimizle hesaplaşmamız bittikten sonra sıra size de gelecek sevgili halkım bunu bilesüz. Markiz de sade kahve içmek de var ama creme brüle latte de çeliyor insanın aklını üzüm çayı desen o da bir hoş kokuyor mühim insanların bu içeceğini bizim de sevdiklerimize içirmemiz vacip oldu artık. Kurşun geçirmez yeleklerde büyük ucuzluk var, aynı ucuzluk ortaköy kahvaltılarında geçerli değil. Kitapçılarda kırmızı koltuklara kurulmak zevkli de, derdini anlatamamak zevkli değil. Yok efendim ben Paris'ten vazgeçemem, ve ısrar ediyorum halk adına da düşünürüm vakti gelince, ama önce kendimle olan münasebetlerimi aşmam gerek. Artık bu köstekli saat bu yeleğin cebinden zinhar çıkmaz, bu yelek de bu sırttan zinhar inmez, bu sırt da bilmem acaba bir gün dik durup şöyle arkasına yaslanır mı, derin bir oh çekip, ellerini yeleğinin cebine sokup şu fakir bir keyif cigarası yakabilir mi masasının başında sevdiği bir yazıyı bitirmeyi müteakip? Kuru hayaller taciri iş başında. Biten keyiften arda kalan, yegane zenginliğim kendini bilir. İzzet-i nefsime dokunan her konuda yanılırım, İzzet-i nefis düzeltir. Tavlayı açarız, ilk zarda hep yek gelir daha oyunun başında, iki kapı birden alır sağlam gideriz, tutunmaya umudumuz olur.

Bende bütün yollar yine sana çıkıyor



işte,

ben en çok,
şehirleri severim,

Paris onlardan bir tanesi,


şu İstanbul ise, nasıl desem size;
benim hem derdim, hem derdimin çaresi.

fragment

Apartmanın yedi numaralı dairesinin ahşap kapısı çok kolay açılmazdı. Anahtarı yuvasına sokunca hafifçe yukarı doğru kaldırmak, tam o esnada kapının tokmağından tutup kendine doğru çekmek ve aynı anda anahtarı çevirmek gerekirdi. Kim bilir kaçıncı kez aynı yolla kapısını açtı küçük memur Salim. Şu memur hayatının sevdiği özelliklerinden birisi buydu, en azından her akşam yedide evinde oluyordu, ama acaba bu Salim için gerçekten de sevilecek ve sevinilecek bir durum muydu?
Salim efendi, hayatım çok monoton, çok sıkılıyorum diye dövünüp durur; sonra da her aksam evimdeyim, ne güzel diye sevinir. Bir akşam işten çık ama eve gitme desen, bir aksam işi uzat ertesi gün gelme desen, bir akşam gel dışarı çıkalım desen dinlemez. Hakikaten istemez mi bunları acaba? Aman efendim, ben tanırım onu, istemez tabi.
İçeri girdi ve kapıyı yavaşça kapadı arkasından. Kapıyı çarpmaktan kaçınırdı, sessizce girip çıkardı her zaman evine, komşuları rahatsız etmemek için değil, komşuların ne geldiğinden ne de gittiğinden haberi olsun diye. Çantasını hemen girişe bıraktı, önce perdeleri kapadı, sonra ışığı yaktı. Hemen ardından kumandayı aradı gözleri, sehpanın üzerinde gözlerine yakalanan mucizevi aleti alarak kırmızı düğmeye bastı, nihayet, artık yalnız değildi evde.
Salim için televizyon bir ihtiyaçtı ama, nasıl bir ihtiyaç? Evde ses olsun, canım sıkılınca kafamı kaldırdığımda görebileceğim insan görüntüsü olsun gibi sebeplerden sadece, ama bununla kalmıyordu, hem hiçbir programı beğenmiyor hem de aynı programları izlemeden duramıyordu.
Bir gençlik dizisi, klipler, jüri yarışmaları, reklamlar, yerli diziler, futbol tartışmaları, haberler, belgeseller, reklamlar, aynılar, hep aynılar.
Derken bir gün, en sıradanından akşamların birinde, pineklerken beyaz camın önünde, saatine baktı. Sekizde oturmuştu televizyon karşısına, saat on bir olmuştu. Ben ne yapıyorum, dedi kendine. Ben ne yapıyorum? Oturmuş aptal gibi şu aletin karşısında, hiçbir gerçekliği olmayan şu süslü aptal kutusunun önünde vaktimi öldürüyorum? Üstelik hiçbir programı izlemeden, sürekli ilgimi çekecek bir şeyler bulabilme umuduyla kanal değiştiriyorum, tekrar hepsine bakıyorum, ve tekrar, bazen bir diziye, bazen kliplere, bazen filmlere takılıyorum, hiçbirisi beş para etmez şeylerle kendimi avutuyorum. Şu futbol tartışma programları, hepsi birbirinden farklı ama herkes aynı şeyleri söylüyor, herkes aynı anda konuşuyor. Şu haber programlarında herkes kendi haberini yaratıyor, gerçekten olan biteni söylemeye kimsenin niyeti yok. Şu yarışmalarda insanlar para için ne kadar alçalabilir gözümüze gözümüze sokuluyor, şu ya da bu olabilir, hepsi birbirinden çirkin şeyler nasıl olur da beni bu kadar meşgul edebilir?
Kalktı, televizyona gitti, kapattı. Televizyonu kaldırdı ve durduğu masa üzerinde ters çevirdi, ekran duvara bakıyordu şimdi. Bir kağıda, büyük harflerle "KÜS!" yazdı, tutup televizyonun arkasına yapıştırdı. O gün bu gündür konuşmuyorlar, birbirlerinin yüzüne bakmaz oldular.

fragment

Dairenin güney köşesinde oturan Berk her sabah olduğu gibi gazetesini eline almış, mesaisine yine gazete manşetleri ile başlamıştı. İlk çay saatine kadar irili ufaklı haberleri ve sporu kendisi ile birlikte tüm çalışanlara meze yapmak zorundaydı, yoksa magazine zaman kalmayabilirdi ki dairede magazin konuşmadan geçen bir iş günü hayatta bir günü boş geçirmek demekti. Yüksek sesle okurken ilgisini çeken tüm haberleri, bir yerde sesini daha da yükseltme gereği hissederek konuştu ”Ünlü pop star Barış dün geçirdiği trafik kazasıyla yaşamını yitirdi. Yazık, gencecik çocuktu daha.”
Dairenin doğu köşesinde oturan Özge duyar duymaz onay mahiyetinde bir cevap verme ihtiyacı hissetti: ”Ay evet dün akşam annem duyunca ağladı evde biliyor musunuz? Her hafta mesaj atardık biz ona, çok severdi annem, birinci olunca kalkıp göbek atmıştı evin içinde!”
“trafik kazası olması çok acı, hani eceliyle ölse o kadar üzülmez de insan…” diyerek muhabbete karışma niyetinde olduğunu açıkça belli etti batı köşesindeki Murat. Ecel diyince ne anladığı meçhuldü, o yüzden en ciddi kelimeleri bile rahatlıkla günlük konuşma metinlerinde araya bir yere sıkıştırabiliyordu. Eceliyle ölse derken bu kadar rahattı.
“valla ben öleceksem yatakta öleyim isterim” dedi Berk, ”hatta mümkünse uyurken”.
“Ben de” dedi ve tekrar Berki onayladı Özge, neredeyse bir aydır her dediğini onaylıyor ve makyajına özen gösteriyordu, ama hala beklediği karşılığı göremiyordu, laf bende kalmasın diye bir şeyler söylemek zorunda hissetti kendini; “aman en kötüsü de boğulmak yanmak filan di mi Murat?”
“ya nerden açtınız şimdi ölüm konusunu anlamadım ama, bana sorarsanız en iyisi öleceğini bilmeden ölmek”
“hastalanmadan ölmek daha iyidir, en kötüsü hastalanarak ölmek, o kadar acı çekmeye ne gerek var” diye ekledi Özge.
“hayır, en kötüsü savaşta falan ölmek bence, sebepsiz yere” dedi Murat, henüz askere gitmemişti bile..
Saymaya devam ettiler, her iş gününün üç muhabbet kuşu, en kötüsü şöyledir, en kötüsü böyledir derken kendi aralarında bir ölüm muhabbetidir devam ettiriyorlardı, odanın kuzey köşesinde oturan Tahsin ise, hiçbir muhabbetlerine katılmadığı gibi, buna da bir an olsun kulak kabartmamıştı, ama bu haylazların lafı dönüp dolaştırıp sonunda kendisine getireceklerini biliyordu.
“aslında en kötüsü masa başında ölmek be, di mi Tahsin?”
kafasını önündeki işten kaldırmadan göz ucuyla Berk’e bir bakış attı, cevap vermedi. “Benim bu odada olduğumu unutsalar da hiç yokmuşum gibi sürdürsem şu dairedeki basit insanlarla geçirdiğim memnuniyetsiz iş hayatımı..” diye düşünürken, Murat rahat durmadı bu sefer:
“bir şey söyle be adam, sence en kötü ölüm nasıldır mesela?”
kafasını kaldırmadı yine. Gözlerini de yere dikti. Yaklaşık beş saniye süren bir sessizlikten sonra, dudaklarından şunlar döküldü:
“en kötüsü, unutularak ölmektir.”
“bir gün, bizi tanıyan ya da vaktiyle tanımış herkes tarafından unutulmamızdan daha kötü bir ölüm olabilir mi?” Bunu da söylemek istedi, ama, daha ilk cümlesi biter bitmez Berk atladı: ”aman be uyuz herif, sabah sabah neşemizi kaçırdın yine, düşünen adam kesildin başımıza, öf!”.
Sadece iki saniyelik bir sessizlik oldu. “Ya onu boş verin şimdi, Murat akşamki dizide Cevdet nasıl öldü ya ben kaçırmışım orayı?”, dedi Özge.

Hayatla hayali ayıran, bir kısa çizgiymiş meğer…

Dün aslında bugündü, bugün aslında yarın. Arada ne fark var sorarım size? Günler birbiri ardına acımasızca saldırırken şu savunmasız benliğime, ben hala elime silah alıp karşı koyacağıma, savaşı kazanacağımın hayallerini kurmakla meşgulüm. Sürekli hayal kurmaktan mütevellid hiçbir şey başaramaz haldeyim. Ama kendime bu konuda engel olmayı da hiç düşünmedim, şimdi kafanızı kaldırıp baksanız havada bana ait binlerce hayal balonu göreceksiniz, kendi kendine konuşma balonları bunlar. Tıpkı çizgi romanlardaki kadar yapay ve içi olmayacak kelimelerle doldurulmuş balonlar. Zamanları gelince hepsi birer birer patlayacak, ve içlerindeki hayalleri kelime kelime dökecekler benim üzerime, ben de enkaz altında kalıp ezileceğim zamanında engel olmayıp büyüttüğüm bu hayallerimin. Kurtulma şansım hiç yok, çünkü hayallerimin gerçek olduğunun hayalini bile koydum balonlarımın içine, kocaman bir yığın beni ezmek için bekliyor.
Hayatımızda olamayacak şeyleri hayalimizde istemek gibi kötü bir alışkanlığımız var, düşünerek her şeyi elde edebiliyoruz. Zihnimde bütün kahramanları kitaplardan alıp bir yerde karşıma çıkarabiliyorum. Ben ise bazen öyle bir haleti ruhiye içine düşmüş buluyorum ki kendimi, hayalim hayatımdan daha gerçekmiş, asıl olan düşmüş gibi. Hayaller büyüdükçe hayat küçülüyor karşısında, öyle ki ben bile sığamıyorum içine, mümkün mü acaba ikinci bir kişi daha girsin şu küçücük yere?

Tuna beyine bir bak, gör ne hallere düşmüş,

Meğer yaşadığı her şey kocaman bir düşmüş..


Tek yapmam gereken, bir çizgi çekmek. - .

Random thoughts for a non-special day

Joel, eternal sunshine of the spotless mind, timeline: 01'34" - 01'48".

ama benim inanmadığım şeylere de saygı duymayı artık öğrenmem gerek
sevgili günlük,
düşün ki; benim zamana sığdıramadığımı insanlık bir güne sığdırmış!
ama senin de inanmadığın şeylere saygı duymayı artık öğrenmen gerek
günlük sevgili,
düşün ki; senin bir güne sığdıramadığını ben bir ana sığdırmışım!


Bize verdiğin yalnızlık nimeti için sana sonsuz şükürler olsun.

Ben, yalnız bir adamım. Galiba böyle de kalacağım. Aslına bakarsanız, ne yalnızlığımdan anladığım var, ne de sebebini tam olarak biliyorum. Cemiyete saygı duymakla birlikte, şimdiye dek durumumu değiştirmeye yönelik bir girişimim olmadığı gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Bu yalnızlığımın kime dokunduğunu açıklamak elimde değil, bunu ben de bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa, o da cemiyetten kaçmakla insanlara bir zarar vermeyeceğim, olsa olsa bu kaçışın bütün ceremesini kendimin çekeceğidir. Yalnızmışım, varsın daha beter olsun.
Bundan şikayetçi olan çok kişi tanıdım, yalnızlığına hayıflanıp duran. Ama ben esasında böyle değilim. Belki sizi kandırdığımı, belki kendimi kandırdığımı düşüneceksiniz ama, ne yalan söyleyeyim, halimden memnuniyetsizlik duymuyorum. Bence kalabalığın arasına karışıp kaybolmak, yalnızlığı lügatinden çıkarıp atmak çok kolay, tek gereken vasıflarını da bir kenarda bırakmak. Basit düşünüp basit bir hayat sürmek, adı üzerinde, çok basit. Yalnızlık hakkında çok kimseler ahkam kesmiştir, herkes vakt-i zamanında kendi yalnızlığını ilan etmiştir. Kimisi dostu olmadığından kendini aday görür yalnızlığa, kimisi aradığı eşi bulamadığından yalnızdır, kimisinin konuşacak kimsesi yoktur, kimisi paylaşacak kimse bulamadığından etrafta kendine sıfat seçmiştir yalnızlığı.benim için, bunlar yalnızlığın ziyadesiyle basitleştirilmiş halleridir. Yalnızlığın, yalnızlık kadar zor olan kısmı, ruhen yalnız olmaktır. Hele buna bir de fikren yalnız olmayı eklerseniz, benim lügatimdeki yalnızlığın, “yalın”dan “yalnız”a dönüşürken arada yitip giden “ı” harfi kadar umutsuz bir vaka olduğu dikkatli bakan gözler tarafından kolaylıkla anlaşılabilir. Ama boş verin siz bunları, ne diyordum, yalnızmışım, varsın daha beter olsun.
Biz de yalnızız diyen sesleri duyar gibiyim etrafta. Belki benim gibi hisseden binlercesi vardır, doğru. Ve yine binlercesi kağıda kaleme sarılıyordur dostum diye. Ve belki de, hiçbir değeri olmayacaktır benim tarafımdan karalanan şu satırların. Belki de, belki de en doğrusu bırakıp gitmektir bu cümlede, yırtıp atmaktır sayfayı, tıpkı daha önce onlarca kez vazgeçilen yazılar, yarıda kesilip bir kenara atılan metinler, en az yüzüm kadar buruşturup attığım kağıtlar gibi. Ama görüyorsunuz ya, bırakma cümlesi geldi geçti, ve ben hala inat ediyorum, bir yandan hiçbir kıymeti olmayan şeyler yazdığıma inandırıyorum kendimi, bir yandan ise tek bir harfin bile değerli olduğunu düşünüp kendimi avutuyorum. Bu bir hastalık olsa gerek, dikkatli olmak lazım, zira bu hastalığın bulaşıcı olup olmadığı konusunda Türk hekimleri henüz bir mutabakata varmış değiller.
Yalnızlık konusunda en iyi kitaplarla anlaşırım. Birkaç kitap okumuşumdur şimdiye değin hayatımda, hatta bazıları öylesine etkiledi ki beni, biter bitmez oturup düşünmeye, aklımda birikenleri, ruhumda yeşerenleri, nasıl bir yolunu bulsam da anlatsam diye düşündüm. Ama tembelliğimden, şüphesiz ki tembelliğimden, elime kalem almadım. Yakın zamana kadar kitap okurken bile kalem almadım elime, okuduklarımı aklımda tutabilecekmişim gibi saçma düşüncelerim vardı. İnsan zamanla öğreniyor yanlışlarını. En iyi öğretmen zaman, ama öğretirken hem ödevlerin en zorunu veriyor, hem de cezanın en ağırını.
Bunca lakırdı, sıkıcı laf kalabalığı arasından geçip buralara geldik. Peki buradan nereye gidilir derseniz, söyleyeyim. Ben ve benim tanımadığım ama varlığından emin olduğum bazıları, bir büyüğümüzün bu konuda yol göstericiliğine güvenerek yola çıktık. Yalnızlığımıza inandık, ona sığındık. Kelimeleri ve yalnızlığı hayatın tadı tuzu kabul ettik. Çok şükür ki kelimelerimiz var, yalnızlık derseniz keza, o halde ne gelir elden, oturup şu halimize şükretmekten başka? Bize verdiğin yalnızlık nimeti için sana sonsuz şükürler olsun.

Dünyanın bütün sıkıntılarını istiyorum.

Yadsınamaz gerçeklerle dolu bu defter her gece yatsı vakti güncellenmekle beraber esasen gerçekle bir alakası olup olmadığı şüphelidir, Hikmet amcanın yazalım da havada kaybolmasın dediği gerçekler yazıldığı anda yazarı gerçekliğinden şüpheye düşürür.
Ey aklım, sana sığındım. Benim seni korumam gerekirken senden sığınma hakkı talep ediyorum, çok uğraştım kaçak yollardan içeri girmeye ama muvaffak olamadım. Tulmon’un yanına gitmek istiyorum, sadece orada varolmak istiyorum, ne iş olsa yaparım, isteyen herkese hayali kahraman olurum, en basit düşlerde en ucuz rolleri oynarım, yeter ki bana akıl diyarından bir karış toprak ver, oracıkta kök salarım.
Tulmon dostum, ben kaldım buralarda, en iyisi sen gel yine, oradan çık şu yanımdaki sandalyeye otur, dikkat et bir ayağı kırık zor duruyor. Yine eski günlerdeki gibi oturduğumuz yerde sıkılmaca oynayalım. Önce şu televizyondan kurtulalım, tutup bir sallayışta pencereden denize atalım, hatta sağ üst köşesinde yeni bölüm yazanlardan başlayalım. Kendi sesi ile ekrana çıkmayan tüm oyunculardan, akşam kuşağının kadınlar için bakım ürünleri pazarlayan reklamlarından, Hamdi Bey’in ahlaksız teklifine yokum diyen yarışmalardan, süper eğlenceli muhabbet şovlarından başlayalım. Ya da boşver, vazgeçtim. Belki güzel bir filme denk geliriz, bi tur daha dönelim.
Ben ki, harfleri ne kadar seven bir insanım. "O" harfinin yanına getirmek üzere "A" harfinden başlıyorum, B,C,D,E gelip geçiyor, sonra gelip takılıyor, "F" den öteye gitmiyor, iki harf daha atlasan ne olur sanki hep aynı yerde takılıyorsun meret! İşin kötü yanı, temcit pilavı adlı sıkıntı konusunun zamandan ve mekandan münezzeh olması, her an her yerde karşımıza çıkabilir. Kendimize başka bir konu seçelim. Keşke şimdi burada değil de Pera’da olsaydık be Tulmon! İster misin gidelim, en kısa yoldan hem de, göz açıp kapayıncaya kadar ordayız.
Kapat gözlerini, şimdi. Tramvay sesi. Daha dün ayrılmışız sanki şehirden. Tramvay sesi, ne kadar güzel, derken, birbiriyle yarışan insanlar, her yönde ve her yöne, hayır olamaz! İşte yine başlıyoruz, herkes değil, Tulmon da değil, sadece ben yine kalabalık virüsüne yakalanıyorum. Yürürken slalom yapma ihtiyacı doğuyor, adımlarım hızlanıyor, omuzlarımı başka omuzlardan sıyırıyorum ustaca, bir sağ ve bir sol, şimdi yine bir sağ ve sola iki adım, ve birkaç metrelik boşluk sadece üç saniyeliğine. Gel geri dönelim Tulmon bu akşam burası her zamankinden daha kalabalık.
Bana bir kalem uzatır mısın? Kurşun kalemle beyaz kağıda yazmayı özlemez mi insan? Kağıda yazmak istiyorum bu akşam küçük küçük harflerle. Fazla vaktim yok, bu benim son kurşun kalemim, onu da son bir hareket için kendime ayırdım. Sona geliyoruz artık. Unutma, her şeyin bir adabı vardır Tulmon. Dizüstü bilgisayarı dizinin üstüne koymanın bile bir adabı vardır. Ama şimdi ayağa kalkmalı ve küçük şeylerle mutlu olmayı başaran oyuncuları ayakta alkışlamalıyız, şapka çıkarmalıyız. Başımızdaki zimmerman şapkasını çıkaralım, hatta şu siyah ütüsüz gömleği, kayışı bekli yıllardır kayıplarda gezinip etekleri yerlere sürten kara pardesüyü, paçaları eskimiş zifiri pantolonu ve topukları sessiz gecelerde kaldırımlarda takır tukur yankılanan siyah iskarpinlerini de çıkaralım. Bu gecelik eflatun ipek gömlek altında dar bir turkuaz mavi pantolon , belimize kırmızı kuşak, sırtımıza mor bir kaftan ve kafasında ucuna kaz tüyü iliştirilmiş Fransız usulü bir kasketle dolaşalım ortalıkta. Bu akşam kendimizi Dostoyevski romanlarından çıkaralım, La Fontaine’in masallarına girelim. Bu gecenin sonunda hala kafamda bir kaz tüyü ile görürsen beni, artık özgürsün demektir, gidebilirsin. Vakit epey geç oldu Tulmon, şimdi uyuyalım bakalım sabah her şeyi bıraktığımız gibi bulabilecek miyiz?

İtiraf ediyorum sana, hayallerim boşa çıkarsa ağlarım.

-Et nunc et semper dilectae dicatum.-

Bu sana kim bilir kaçıncı mektubum. Her birisi diğerini çağırıyor adeta. Şimdiye kadar sana yazdıklarımın hiçbirini okumadın, biliyorum bunu da okumayacaksın, aradan belki çok uzun zaman geçecek, bu mektuplar zamanı geldiğinde ya senin ellerinde, ya da sobanın gürleyen ateşinde bulacak kendini. Bu ateş ya parlayacak iyice, sıcaklığı içimizi ısıtacak iyiden iyiye, ya da küllenecek benimle beraber, toprakta son bulacak. İşte bu mektupları kendi başıma tekrar tekrar okuyup birer birer ateşin kucağına atarken, benim gözyaşlarım daha düşmeden gözlerimde kuruyacak, mektuplardan sonra beni yakacak o acımasız kızıl ateş. Yanmaya ihtiyacım olacak çünkü, bilmez misin ki, ben ne kadar her ateş gördüğümde suyu hayal etsem de, kimse su taşımadı benim için. Şüphem kalmadı artık, o ateşler benim için hiç göle dönüşmeyecek, ve ben karşımda gürül gürül yanan ateşe inat hüngür hüngür ağlayacağım.
Bu sana kim bilir kaçıncı seslenişim. Kelimeler birbiriyle yarışıyor adeta. Şimdiye kadar sana söylediklerimin hiçbirini duymadın, biliyorum bunu da duymayacaksın, söylenir söylenmez bütün kelimelerim havaya karışacak, kim bilir ne kadar zaman geçecek aradan, ya orada bekleyip zamanı gelince kucağına dolacak sözlerim, ya da evrende küçüklüğünü bilip edebiyle kaybolup gidecek. Bu sesler ya yankılanıp semada, kulaklarında çınlayacak sahibini bulduğunda, ya da hepsi toplanıp bir kuşluk vakti şerefelerden bana geri dönecek. Korkum odur ki, dünyanın bunca gürültüsünde bu kelimeler yitip gidecek, sahibine kavuşamadan, beni duyuramadan yok olacak, ve ben kaybolan seslerin anısına sessiz sessiz ağlayacağım.
Hayallerim boşa çıkarsa, itiraf ediyorum sana…

blogbeyi aslında yokmuş diyorlar, doğru mudur dersiniz?

Bana gözlerimi örten zimmermann şapkamı, siyah ütüsüz gömleğimi, kayışı bekli yıllardır kayıplarda gezinip etekleri yerlere sürten kara pardesümü, paçaları eskimiş zifiri pantolonumu ve topukları sessiz gecelerde kaldırımlarda takır tukur yankılanan siyah iskarpinlerimi geri verin, size birşey anlatacağım.




Dünyada kaba bir hesapla yedi milyar insan varmış, tamam. Roman ve film kahramanları ile bu sayı on milyarı bulur mu acaba? Hayallerinizdeki kahramanları katmak da serbest, şayet isimleri varsa. Şu halde en kalabalık dünya okurun dünyası olsa gerek.




Ne kadar ilginç değil mi, şu roman kahramanları. Onlar bizimle aynı dünyada yaşamıyor, ama tanıdığımız bu "yaşamayan" insan sayısı, tanıdığımız yaşayan insan sayısından kat be kat fazla. En azından benim için öyle. Gerçekte on iki tane adam benim için aynı masa etrafına toplanmaz bile, nerde kaldı ki oturup dinlesinler. Romanlarımın kahramanları, şüphesiz ki çoğu kimseyi onlar kadar iyi tanıyamamışım, demek ki bir kitap kadar gerçekçi gelmemiş bana sürdüğüm hayat.




İşte o roman kahramanları var ya, var olmadıkları halde bu kadar kişi tarafından tanınan, onlardan biri olabilmek için uğraşmak lazım. Dolayısıyla da, bu uğurda var olmak için, önce yok olmak lazım, bu dünyadan bir yolunu bulup sıyrılmak, yok olmak. Bizim dünyamızda varlığından habersiz olduğumuz, belki kitapların içine dahi sığmayacak kadar büyük kahramanlar olsa bile, onların da başkaları tarafından bilinmek için önce yok olmaları gerekiyor. Hem zaten Buda haklı değil mi, varolmak için, önce yok olmak lazım, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Olmak ile ölmek arasında sadece iki nokta ile açıklanabilecek bir farktan bahsediyorum burada..




Hayat bir kitap, dünya bir kitap kimisine göre, bir yerinde bile adım geçmiyor heyhat. Anladım ki, varlığımdan haberdar olanlar kadar varım bu dünyada, belki de sırf bu yüzden, yokluğa çok yakınım. Ve biraz daha gayretle, tamamen yok olmayı da başarabilirsem, artık kendimi gerçekten Rodya ile aynı masaya oturtabileceğim..