la disparition

voila! tebrik ediyorum, nasıl da buldunuz beni. burası karanlık, siyahın içinde görünmem zannediyordum ama nasıl da açığa çıktım hemen! bu sefer yazdığım kelimelerin arasına girmeyeyim, cümlelerin arkasına saklanmayayım, doğrudan sayfanın içine gizleneyim dedim. her şeye rağmen buradan beni gören herkese sevgilerimi yolluyorum.kısa bi süre geçti, ama inanın çok yoruldum, biraz dinleneyim, yakında geliyorum.

bir mum yanıyor içerde ışığı silik, bir de ben…

Gece, ne kadar uzun. Gece, ne kadar da yağmurlu. Damlalar birbiriyle yarışıyor yere düşmek için, şimşekler ışığın gücünü göstermek ister gibi ardı ardına çakıyor, yıldırımlar kendilerine sokakta tek başına yürüyen yalnızları hedef seçmiş. Gökyüzü hiç karanlık kalmıyor gecenin ortası olmasına rağmen, bu kez ne ay ne de yıldızlar aydınlatıyor semayı, şimşekler çakıyor peş peşe, gök gürültüleri şimşeklerin hızına yetişemiyor bile. Uzaktan bir ses geliyor göğün yırtıldığını haber veren, ve ardından damlaların hızla çatıya vuruşlarının sanki başıma düşüyormuş etkisi veren haşin sesleri yankılanıyor içerde. Karanlıkların koynunda en küçük ışık huzmesine hasret olan ben ise, yine aynı şeyleri düşünüyorum gözlerim kapalı. Gök bir kez daha gürlüyor, bir korku filmi sahnelenirmiş gibi evin içinde, şimşekler üst üste çakıyor, salon bir aydınlanıp bir kararırken yalnızlığımın resmini çekiyor sanki gece. Flaşlar patlıyor ve beni ele veriyor en yalın halimle. Saklanacak bir kuytu yok, kaçamıyorum hiçbir yere; ve biliyorum ki herkesi ürküten bu ışık benim içimde çakıyor, bu ruhu o aydınlatıyor. Ben de inadına, kaçarken herkes kuytulara, uzatıyorum kafamı dışarı, geceden fırlayan bu ışığı yakalamak için. Islanınca kirpiklerime kadar, sokuluyorum yine usulca içeri. Şimdi bir mum yanıyor içerde ışığı silik, bir de ben…

Korkuyu beklerken çok vakit geçirmişim, fark edenim olmamış.

Vakit geçmiş, umut kocaman olmuş, umut, benim içimde devasa bir dağ olmuş! Ben ona küsmüştüm halbuki, haberi bile yokmuş. Geçen günler bana acımamış, seni yine yoklukta aramaya zorlamış. Oysa arasam da bulamam, baksam da göremem seni biliyorum. Ya gözlerim kapandığında varsın ya da olmayan mekanlarda, ya aklımın en sakin yerinde varsın ya da kayıp zamanlarda. Zamanın en acımasız hallerinde, bekleyerek geçirdim ben günleri. Tükettim seneleri birer birer hırçın akıntısında zamanın, umarsızca. Yalnızlığımı öğüten seneler yıkıp geçiyor beni, ama düşünüyorum aynı zamanda, bir ömrüm beklemekle geçse ne çıkar? Eminim vakit gelip son kez kapatınca gözlerimi, yüzümde tebessümle, göreceğim seni...

Çünkü; çünkü çok öncesinde sönmeye yüz tutmuş hayallerimin, daha yıldızlar serpilirken engin semaya, en parıltılı halinle sen tutunmuşsun oraya. Hep bekledim inersin diye benim biçare dünyama. Her gece şu engin semanın seyrine daldığımda efkarla, senin hayalini seçebilirim milyonlarca yıldız arasında, lakin, erişmem mümkün değil yakınına. Muradım şudur ki sevgilim; boğulmadan ben bu hülya denizinde, sönmeden yıldızları gökkubbenin, sen geliversen tüm gerçekliğinle, beraber baksak gecenin ışıltılarına, ve görsek semanın ne kadar karanlık olduğunu, sen dünyaya indikten sonra...

Dalinin biri kuyuya bir taş atmış

çok uğraştım ben çıkaramadım, şimdilik vazgeçtim, kırk kişi olduğumuzda tekrar deneyeceğiz. neymiş efendim, zaman eriyormuş. eriyen zaman değil arkadaşım, benim ben! sen zamandan bağımsızlığını onu eriterek mi kazandın? hadi canım!


nerdeyim ben?

kocaman bir salonda oturmuşuz ortalık çok kalabalık son derece seçkin insanlar salonu doldurmuş kendi aralarında sohbete başlamış hizmetçiler içki servisini bitirmiş muhterem konuklar bir yudum alıp bin kelime söylüyor çeşitli gruplar oluşturmuşlar kendi aralarında çeşitli konuları ortaya atıp üzerinden geçiyorlar çeşitli insanları çekiştirip yıpratıyorlar bir konuşma gürültüsü hakim salona havada dolanan binlerce değersiz kelime var toplanıp kafamın içine giriyorlar biraz daha kalırsam burada dayanamayıp haykıracağım kimse dinlemedi beni şimdiye kadar zaten hazır herkes burada toplanmışken ayağa fırlasam şöyle ne var ne yok biriktirdiğim içimde boşaltsam şu insanların üzerine dedim kararımı verdim ceketimin düğmelerini ilikledim ayağa kalkıp yeter diye haykırdım herkes sustu herkes sustu herkes sustu bir anda bakışları bana yöneldi önce şaşırdılar sonra ben olduğumu anlayınca tekrar bakışlarını kaçırdılar nihayet yeniden yanındakilere dönüp tekrar konuşmaya başladılar inanabiliyor musunuz daha hiçbir şey söyleyememiştim hiçbir şey hiç ayakta öylece dikili kaldım devam etmek istesem bile şimdi kimse dinlemiyordu bekleyip daha sonra bir deneme daha yapmak geçti aklımdan ama öyle utandım ki o halimden salonun ortasında ceketinin düğmelerini iliklemiş bir elim havada öylece kalakalmıştım o anda gözümü kapattım ve aslında orda olmadığımı düşündüm evet aslında bu salon zaten benim salonum değil ve etraftakiler de tanımadığım insanlar hiçbirine beni neden dinlemiyorsunuz diye hesap soracak halim yok ben burda sadece bir yabancıyım evet yabancı sırtımda ceketim de yok zaten tesadüfen bu salonun ortasına düşmüş bir garibanım diye düşündüm ve düşündüğüm gibi de oldu.
küçücük odamdayım her zamanki gibi sessiz burası huzurla dolu çoğu zaman şimdiki gibi huzursuzlukla değil bir elimde çay bardağı bir elimde kalem var şimdi ne kuru gürültüler ne boş konuşmalar rahatsız edebilir beni ve şimdi konuştuğum zaman ne kimsenin dinlemediğinden dert yanarım ne de kimselerin dönüp bakmıyor olması beni rahatsız eder oturduğum yerde kalırım anlatmaya çalıştıklarımı yazmaya çalışırım kimse olmadığından kimsenin dinlemesi okuması derdim olmaz anlatmak istediğim çok şey olsa da zaten emin değilimdir anlaşılmak istediğimden yanlış anlaşılmaktan da korkar kelimelerin yarısını yutarım beni asıl boğan da bu yuttuğum kelimeler olur yine de nedendir bilinmez usanmam elime kalem almaktan beyaz kağıdı önüme koyarım siyah yeleğim zaten üzerimdedir bütün düğmeleri iliklenmiş halde başlarım yine karalamaya herkesten çok kendime saygı duyduğumu anlar kendimi tutup başımın üstüne koyarım ama bu yükle de fazla dayanamayacağımı biliyorum iç geçiriyorum susuyorum.

vücut araba, akıl arabacı; arabaya hükmeden, atlar..

Bu ardı ardına eklenmiş kelimelerin yazarı belli ki bunu önceden belirlenmiş bir amaca ulaşmak için yapmamış ardında bıraktığı izlere bakılırsa ağır yaralı sayfalarda kan izleri var yerlerde ayağını sürüdüğüne dair işaretler mevcut belli ki topallayarak yürüyor belki bir ayağı da çukurda öyleyse bu şartlarda onu bulması çok kolay gibi gelebilir gel gelelim şüpheli iyi saklanmış hangi delikte yaşadığına dair elimizde bir ipucu yok ama bir yeraltı sığınağı olduğunu düşünüyoruz insanlardan uzak bir yer seçmiş olması normal ekiplerimiz araştırmaya devam ediyor gerçi bu çevrede bu zamanda bu hayatta saklanacak fazla bir yer yok er yada geç bulunacaktır şu anda halkımızın endişelenmesine gerek yoktur kendinden başka birine zarar vereceğini düşünmüyoruz aklı sağlığı yerinde olmadığından ilginç gelse de hareketlerine uymayınız gördüğünüz anda ise en yakın pastaneye haber veriniz şimdilik bu kadar gelişmeleri daha sonra bildireceğiz teşekkür ederim sevgili basın mensupları hepinize iyi akşamlar diyerek bitirdi konuşmasını müdür benden bahsetti resmen televizyondan izledim ben de bir an durdum düşündüm demek artık burada saklanamayacağım yola çıkayım dedim en yakın istasyonda tren beklemeye başladım çok bekledim gelmedi tren istasyon şefi sonunda dayanamadı usulca yanıma yanaştı evladım dedi sen bekleme o tren gecikir belki hiç gelmez nereye gidecektin ki diye sordu ona ankaraya gideceğimi söyledim o zaman neden zeplinle gitmiyorsun dedi hem daha hesaplı olur senin için ben kendi hesabımı yaparım sana mı kaldı zübük dedim adama kızdım sonra da üzüldüm keşke kızmasaydım dedim ama dönüp de özür dileyemedim çünkü polisin sirenlerini duyunca çok hızlı kaçmıştım tren beklerken siren gelmişti koşarken susadım bir bakkalın önünde su almak için durdum derken bir gazete manşeti baş parmaklarını yanyana getirerek beni beynimden vurdu çok susamıştım eğer siz de susarsanız bir şey anlatacağım susun bakayım hatırlarsanız isviçreli bilim adamları beni bir kuyuya atmıştı işte ben lafı tekrar onlara getireceğim mecburen laf getirip götürmek hiç huyum değildir ama bu çok garip bir olay gazetede okudum ki isviçreli bilim adamları yağmurun insan ruhuna olan etkisi üzerine kırk yedi yıldır sürdürdükleri araştırma sonunda vardıkları sonucu açıklamışlar demişler ki yağmur suyunun çeşmeden akan sudan bir farkı yoktur ve ruhumuz musluktan da beslenebilir bunu duyar duymaz hayratlar içerisinde kaldım etrafım bir anda su sebilleri ve çeşmeler ile doldu oysa bu hiç mantıklı değildi böyle bir şeyi aklım kabullenmiyordu daha fazla dayanamadım ben ankaraya değil isviçreye gitmeliyim dedim havaalanına koştum uçak beklemeye başladım ama gecikti yani rötar yaptı bizde rötar kelimesinin sadece uçaklarda kullanılmasına izin vardır o yüzden kimse ses çıkarmadı ben de zaten gizlice gidiyordum kendimi bagajlayıp yola çıkmıştım nice türbülanslardan geçerek isviçreye gittim çok aradım ama meşhur isviçreli bilim adamlarını bulamadım oranın yerlileri ellerinde baltalarıyla bilim adamı yok filim adamı var diyerek stüdyolardan topladıkları başrol oyuncularıyla beni kovalamaya başladılar çaresiz oradan da hızla uzaklaştım gidip önce su içtim sonra madem buralara kadar geldim şu doktorlara bir görüneyim bari dedim aklı sağlığıma kavuşma isteği doğdu içimde ülkenin en iyi doktorlarının bulunduğu milka hastanesine gittim ama kabul etmediler seni türk hekimlerine emanet etmediler mi evladım diye payladılar beni onlara başımın döndüğünü söyledim bana saat yönünde mi dönüyor yoksa tersine mi dediler açıkça küçümsediler hatta küstahça kendi ekseni etrafında mı dönüyor yoksa güneşin etrafında mı diye sordular sevgili İsviçreli doktorlar ben de dedim ki sizler inanmasanız da başım dönüyor işte bunu söyler söylemez doktolar çılgına döndü ve beni hemen enkanalizasyon mahkemesine çıkardılar hakim birkaç soru sordu bugüne kadar aklın nerdeydi gibi sorular yöneltti ben de dedim ki hakim bey vücut araba akıl arabacı arabaya hükmeden atlar bu yanıtı alan reis bey kararını açıkladı tek celsede aklımdan boşandım aklım serbest kaldı beni ise alıp bir medikal institüşın süsü verilmiş hapishaneye kapatmaya karar verdiler apar topar götürüp bir kafese koydular şimdi gitmek istediğim yerlere nasıl gideceğimi hiç bilmiyorum şu anda hala ordayım ve ziyaretçilerden rica ediyorum kafese yaklaşmayınız uzaktan sevin beni kabuklu yemiş vermek de yasaktır burası bir nevi hapis ama benim asıl hapsim beynimde galiba ve ancak fark edebildik ki deli bile olsa akıl akıldır yeter ki olsun bir tane hem zaten aklımız olmasa ne ehemmiyetimiz var?

oysa anlamasa bile anlıyor gibi yapmalı insan, öyle değil mi?

İsviçreli bilimadamlarının gecenin bu en güzel saatinde beni tutup acımasızca attıkları bu bilinç kuyusundan çıkmaya çalışırken aşağı sarkıtılan ilk ipe tutundum bunun beni yukarı çekmek için olduğunu sandım ama ipin kopmasıyla kendimi kuyunun dibinde buldum başka insanlar bu kuyuyu görünce sadece en temiz dileklerini diler ve kuyuya bozuk para atarlardı paraların ya tarihi geçmişti ya da ekşimişlerdi tadına bakmadan atmamak lazımdı ziyan olmasın diye buzdolabına konulabilirdi para böylece donardı hem değerini de kaybetmemiş olurdu ama kimsenin aklına gelmedi gelseydi koyarlardı mutlaka ama gelmemiş bulundu bir kere artık aranmadığını duyan bu fikir de bu topraklardan giderek ameriko vespuçinin memleketine yerleşti orda kayserikökenli adamın biri bunu aldı yetiştirdi bugünlere getirdi adının başına kapital koydu sonuna izim dedi ama daha sonra bunu aynı adla sakallı bir adam tarafından ikiyüz yıl önce yazılmış bir büyü kitabından almış olduğu anlaşıldı bu büyü otuz yaşın altındaki insanları etkilemekte kullanılıyordu sakalları gandalfa benzeyen bu adam öldükten sonra frodo stalingrada gitti ve yüzüğü kremlin sarayına doğru fırlattı ama saray moskovada olduğundan ulaşması mümkün değildi sadece yirmi metre öteye gitti düştü oradan geçen vesikalı bir bağyan yüzüğü alıp hemen bir rehinciye götürdü birkaç kopik geçince eline hasta annesi ve kardeşlerine ekmek aldı işi bitince de hangi dostoyevski romanından çıktıysa oraya döndü sayfaların arasında kayboldu onu bulup çıkaracak biri gelinceye kadar istirahat etmesi lazım doktorun tavsiyesi bu yönde yani kuzey doğu yönünde güneyli verseydi daha sıcak olabilirdi ama o da yağmur getirir be şimdi melankoli dinlemek istemeyiz ne kayahandan ne de nilüferden zaten kayahanın bütün şarkıları aynı aslan fare kedi triosunun hikayesini anlattığı pırr isimli glam rock tarzındaki şarkı hariç tabi zira dresden dolls un parçayı cover yapma isteğine red cevabı veren kayahan şimdi kendi ekmeğinin peşinde koşarken birdenbire konuya girdi nereden geldiğini ben bilmiyorum nerede olduğunu da o bilmiyor o geri gidince biz de gitmiş sayıldık tam otuz kişiydik tekrar sayıldık baktık ki aslında 29 kişiymişiz birimizde çift kişilik varmış obsessif kompulsif çift kişilik yatak takımına sahip olmakla olmamak arasında gidip gelen bir arkadaş gördük hemen ayıpladık ve misafirlere çay getirmek için mutfağa yol aldık az buz gitmedik aylar süren yolculuk sonucunda mutfak ülkesinin kimseler aşamaz dedikleri surları önüne gelip otağımızı kurduk seksen sekiz günlük kuşatmadan sonra mutfağı ele geçirerek anneyi salona sürgüne gönderdik sevindi kadıncağız elinin hamuru örgünün şişine oradan televizyonun dantelli örtüsüne ve kadın programlarına bulaştı hiç de sevmezdi ama ne yapsın işte kitle kültürü kitlelerin afyonudur oysa ki vakti zamanında neler gördük görmedik mesela necip türk milletinin bir neferi bilimin ve aklın öncülüğünde çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmaya çalışırken yolda sporcunun zeki çevik ve ahlaklı olanına denk gelmiş demiş ki ben spocunun önünde eğilirim çünkü ağaç yaşken eğilir bunu duyar duymaz sporcunun gözünden iki damla yaş süzülmüş o da demiş ki gözüm yaşken seyirir sağ gözü seyirmeye başlamış ve inanılmaz ama gerçek bir anda oracıkta kuruyup kalmış sonra duyduk ki paketleyip götürmüşler mısır çarşısında kurusunu satmaya başlamışlar derken bir gün mısır çarşısında çarşı izni yapan askerlerin çok uzağında piramitlerin yakınında tüp patlayınca bütün mısırlar bir anda patlamış mısıra dönüşmüş ve etraftan geçen insanlar da popcorn eşliğinde yangını seyretmeye başlamışlar ama film arası verilmesine alışkın olan türk sinema izleyicisi bu filmde ara verilmediği için kilitlenip kalmış hiç birisi hareket edemez olmuş kilide çare çilingir çağrılmış sonra sofrası kurulmuş şehrin büyükleri bu kilidi açmanın yolunu sofrada tartışma konusu yapmışlar reha muhtar ve ihtiyar heyetinin de katıldığı bu toplantı sonucu alınan kararlara göre musul ingilizlere bırakılacak ancak on yıl boyunca her sene ülkemizin müsil ihtiyacı ingiliz ilaç şirketleri tarafından karşılanacaktı mesela britishseapower medical olabilirdi alt tarafı ama kalleş ingilizler buna da yanaşmadı ve rooney i forvete sürdüler tabi imparator fatih terim de emre yi oyuna alıp rooney e bir el hareketi çekti olaylar büyümeye başladı derken sahaya fifa kokarcalı hakem girdi etrafı kötü bir koku ve bir sis perdesi ile hakem hataları kapladı ahmet çakar bikinisi ile sahaya indi seyirciler bunun ilk perdenin bitişi olduğunu sandılar oysa sadece sahneydi perdeye daha çok vardı ama futbol izleyicileri daha önce tiyatroya gitmediğinden bu maça ya da kupa hatta sinek bile vız gelirdi onlara çünkü tahtaydı böylesine önemli bir elemente kendi adını vermek isterdi hep ama onu ilk bulup gandhi ye öğreten matahma tahta olduğundan gönlünde tahta sahip olmuştu ya da olduğunu sanmıştı ama daha olmamıştı yani hamdı el hamdı rillah bugün de doyurduk karnımızı tatlı olarak ne var bilmiyorum yemekten sonra film izlemek istedim bilet almak için kuyruğa girmiştim ama girdiğim kuyruk önceden kıstırılmış başka biri için ayırtılmıştı bunun ayırdına varır varmaz tepetaklak yuvarlanıp denize düştüm kuyruk sanıp tutunduğum meğer yılanmış sevdim onu sarıldım sırtını sıvazladım hafifçe duygulanan hayvanın gözünden iki damla yaş boşaldı tuzlu tuzlu deniz suyu mu göz yaşımı anlamadı kimse öğretmen anlamayan var mı diye sorunca da el kaldırdılar oysa anlamasa bile anlıyor gibi yapmalı insan öyle değil mi el kaldırmadan önce bi sağına soluna bakar insan siz insan mısınız hasan mısınız yoksa supi misiniz yoksa muhsin misiniz bu isimlerden biri sizin olmadığı için ne kadar şanslısınız yoksa şimdi meşhur olabilirdiniz şimdi bill e bile-gire-bilen mikrop misali içimizde ne kötü ne iyi içimizdeki şeytan sabahattin ali mi yoksa tolstoy mu bilemedim artık sadece eski cake şarkılarında rastlanabilen kısa etekli uzun ceketli kızlar caddenin karşısından el salladılar gözlerime inanamadım başka şarkılar duydum sonra ilahi cemşit hiç frank sinatra kuru havalarda şarkı söyler mi eğer ki yağmursuz havalarda da şarkı söylediğini iddia eden varsa çıksın yoksa aranızdan ben kendim seçeceğim o zaman ismi f ile başlayanlar buraya gelsin söyleyin bakalım müzisyen olup da yağmurla alakadar şarkı yapmayan tek sanatçımız kimdir kimse bilemedi oysa cevap izzet altınmeşe olacaktı çünkü onun beni yağmurda daha çok şişiyor dedim lütfen beni affedin.

kendini kandırmaktan uslanmayan adamın beyhude serzenişleri

uzaktan bakınca yolun sonundaki ışığı güneş zannetmiştim, değilmiş. bunca zaman sonra ışık görünce bir yerde, bana uzaktan öyle gelmiş. aptal kafa işte. ayaklarım yere bassa, gözlerim yere baksa, en azından gölgemi önümde görür farkederdim güneşi arkamda bıraktığımı. ama ne umut ettiyse artık şu safdil benliğim, ileri bakmaktan önümü göremez hale gelmişim. onun esiri olup boş bir çabayla kilometrelerce ilerisine göz dikmişim, oysa ki bakar kör gibiyim; önümde yanımda ne var ne yok göremeden geçiyorum. mesela bugün bitti. kendi kendime kızıyorum, diyorum ki: oturup masanın başına yarını düşünsene ahmak! kanepene kurulup yanını düşünsene! gelmeyecek zamanları, olmayacak kişileri var kabul etmekten vazgeçip şu saçma yoldan dönsene boş hayaller kumkuması! okuduğun iki satırı, belki bir düşüneni olur diyerek yakınındakilere anlatmaya çalışmaktan vazgeçsene sahte kitap kurdu! şu yaşamını kafana hapsettikten sonra sokağa çıkarak, insanlar içinde insanlardan bir insan olsana, hayatın cılız gölgesi! ama nerde bende o akıl? yedi değil yetmişyedi hikmet devrilse, hiçbir işe yaramaz, benimkisi ancak hayal kurmayı becerir. ama aklımla tek becerebildiğim bu olsa bile, yanımda kalsın. bütün varlığımı alın ama, aklım bana kalsın; aklım, bana kalsın!

bir delinin akıl defteri

Kimse beni dinlemiyor bu günlerde. Mesela daha yeni bahar geldi, oysa kaç kere ona beni rahat bırakmasını söyledim, dokunuyor dedim, beni mahvediyor dedim. Yazılan satırlar teker teker eritiyor beni, daha beşinci satırda yok oluyorum ama acıyan yok ki. Anlamıyorum neden kimse benim sözlerime kıymet vermiyor? Ben, koskoca akıl ülkesinin hükümdarı yedinci Hikmet değil miyim? Daha yeni o altıncı Hikmet denen zibidiyi tahtından kalem zoruyla indirerek yerine geçtim. Oysa şimdi baksanız benim halim, onu hal’inden daha beter. En sadık vezirlerim bile beni anlamıyor, meseleniz neyse ortaya koyun biz de bilelim sultanım dediler, ben sustum kaldım. Bu aralar kimseye bir şey anlatmaya değil, aklıma mukayyet olmaya çabalıyorum, devletin bekası benim aklımın bir köşesinde, ama ne zaman ki aklım karışmaya başlıyor, endişeleniyorum. Galiba birileri benim aklımı karıştırmaya çalışıyor, böylece onu tahtından indirip yerine başka birini geçirebilecekler, mesela kaburga kemiğimi yada sol yumruğum büyüklüğündeki kalbimi bu iş için hazırladıkları haberini daha dün en sadık hafiyelerimden aldım. Ama biz bu aklı bulmadık sokaklarda, görevimiz onu korumaklarda değil mi vezir? Bu hain planı kim yaptı benim aklımı alaşağı etmeyi kim istiyor öğrenmem lazım. Bunu öğrenmenin eni iyi yolu da halkın arasına karışmak, tebdil-i kıyafet. Şurada dolapta eski bir palto olacaktı. Binbir zorlukla para biriktirip almıştım, o zamanlar sefil bir hayatım vardı, şimdi ise bir hükümdar oldum, yine de dönüp aynı paltoyu giyiyorum. Şimdi onu sırtımıza geçirip halkın arasına karışalım bakalım.

Ben ve Tulmon, biz ikimiz; melâli anlamayan nesle aşina değiliz.

-Tulmon, bir şeyler anlatmak istiyorum, hem de çok istiyorum, ama bilemiyorum nereden başlamalıyım?
-Bu da soru mu şimdi? Beyaz sayfa önünde, sol üst köşesinden başladın ya işte.
-Ah evet, yine doğru söyledin. Peki acaba nasıl anlatmalıyım? Son zamanlarda bunun sıkıntısını yaşıyorum da..
-Hiç fark etmez, ne dil fark eder ne üslup, ne anlayanı olur bunların, ne de ağlayanı.
-Zaten benim satırlarımda da bulamazsın her hangi bir kimseyi bu yazıya bağlayanı.
-Çünkü hakikaten görebilmek ve boşluğa bakınca fark edebilmek için bu çağlayanı.
-Biraz olsun acısını duymak, uzaktan da olsa görebilmek gerek şu yürek dağlayanı..
-Ben olmasam seni kim tamamlayacak böyle?
-İşte bu sorunun cevabını bilmiyorum ama, a şıkkını işaretlemek istiyorum.
-Bazen çok gülünç olduğunun farkında mısın Tuna beyi?
-Yani kendini kandırmak veya ne bileyim, kusurları görmezden gelmek konusunda mı?
-Anlamıyor musun yahu! Baksana şu yazdığın satırlara.
-Nesi var canım Tulmon?
-Faciaya ramak kala manşetini atıp altına bunu koyabilirler. Yazı olarak da değil, resim olarak. Altına da şöyle yazılır: Acemi yazar edebiyat faciasına davetiye çıkardı, envai türde ve sayıda yaralı.Yaralılar arasında çok sayıda halkın sevdiği kelimeler ve sık kullanılan terimler var malesef. Peki kaza sonrası yaptığı açıklamada olayın faili ne dedi bakalım?
-Üzgünüm, kendimi durduramadım ve kalabalığın arasına daldım, bu kadar yükle kendimi yazıların arasına sokmayı ve kelimeleri incitmeyi hiç istemezdim. Buradan yaralı kelimelerin sahiplerine geçmiş olsun dileklerimi gönderiyorum. Bunun için artık çok geç biliyorum.
Ama yine de insan ne garip bir hayvan değil mi Tulmon?
-Öyle ya, bağlayınca durmuyor da..
-Ağlayınca?
-Hiç..