bir şarklısın sen, ve şark beklemenin yeridir

alışkanlıklarımızın garba bu kadar yakın durması ne büyük garabettir ki; bir gece uyurken medeniyeti elimizden çaldığına inandığımız batılılar, şimdi darphanelerinde bastıkları medeni düşünceleri ve fabrikalarında işledikleri sosyal yaşam platformlarını gözümüzün önünde uzaya fırlatırken, bizim gözümüze hep en çok izlenen filmlerin farksız karakterleri takılıyor, çünkü biz her yeni dalgayla rağmen bir türlü alabora olamamış, artık batı medeniyetinin tepsisinde yaşamaya iyiden iyiye alışmış bir ex-imparatorluğuz, mutfak jargonuyla anlatmak iktiza ederse; biz dünyanın öküzle balık üzerinde durduğuna inanırken onlar düz bir tepsi şeklinde ısrarcıydı, şimdi ise inanışlar ziyadesiyle değişti, tepsiler rafa kaldırıldı ama düzlük umumun efkarı arasında hala baki, böyle olunca benzerleri arasında hala yörüngelere, dönüşe ya da yerçekimine inanmak da fuzuli, bazen ise nef’i, ne diyim.
oysa ben mahkeme önünde farklılığını ispatlamış bir davacı olarak inanıyorum ki, ülkemizin halihazırdaki göz zenginliğini düşününce sonsuz gelirin paylaştırılmasında adalet mümkün, onun için istiyorum ki temeli her türlü olumsuzluğa sabırla dayanan, bir konstrüksiyon elemanı olarak laf/fal ikilisinden ziyade hal/lah kimyasal maddeleriyle sertleştirilmiş ve hatta çifte su verilmiş fikirlerin bükülmezliğinden destek alarak yükselen şu karşımızdaki yüksek muhakeme binası, başımızdaki bu sosyete partisinin kapatılmasına maddi manevi her türlü desteği vermekle birlikte bu konudaki gerekçeli kararsızlığını da rahatça açıklayabilsin, tabi eğer içinde bulunduğumuz bu “hal” ve bu “lah”za, muhtemelen hiçbir “laf” ve hiçbir “fal”ın söyleyemeyeceği bir hikayeyi aynı mimari dilde anlatmayı başarabilecekse.

daha çok tanpınar okumalıyız.

ankara’dan paşa gelmiş; evde bir bay, ram havası

iki bin dokuz yılı ekiminin yirmi dokuzuncu günü balkona çıktım. sokağın genel durumu ve görünüşü şöyledir:
evimin hemen çaprazındaki eğitim kurumundan kurumsal kurumlar dökülmeye devam ediyor. baca temizleme ekipleri bugün mesai yapmadığından sokağımızı kesif bir is kokusu kaplamış. karşı komşum muhal teyze sepetini sarkıtmış, şu kadına bir bakar mısın rıza efendi, şair burada bakkala seslenmiş. kırmızı köşedeki bakkal veresiye defterini doldurmaya devam ederken, mavi köşedeki boksör de not defterini ölesiye dolduruyor. kendisi ilk gençliğinde boksörmüş, yumruklu sahnelerde ayhan ışığa dublörlük yaparmış, şimdi ise incecik de olsa bir kitap yazma derdinde.
sokağımızdaki yirmi altı evin camında ya da penceresinde bayrak asılı, bunların üç tanesi yatay, diğerleri dikey vaziyette, dik asılan bayrakların on üçünde atamızın resmi mevcut ise, resmi kaynaklara göre resimsiz bayrak sayısı kaçtır? karşı binanın altındaki büfe salata ve portakal suyunu bir fazilet rejimi olarak benimsemiş, rejimdeki kızlar formunu korumak için yemeklerini buradan yiyorlar, formalarını korumak için bir çaba sarf ettiklerine ise henüz şahit olmadım.
yolun kenarına park etmiş on iki araba var, dört tanesi beyaz, yedi tanesi beyaz değil. bu arabalar çocukların sokakta top oynamasına engel olmuyor, çünkü çocuklar sanki küme düşürülmüş gibi hiç top oynamıyorlar, ama kızlar bisiklete binip lastik atlıyorlar, böyle giderse belki ileride bisiklet söylemeyi bile öğrenebilirler. onun dışında sokağa günün anlam ve önemini belirten genel bir coşku hakim, bu husus özellikle lambaların üzerine konan kuşlarda kolayca gözlemlenebiliyor.
köşedeki okulun bahçesinden şiir sesleri geliyor, ama vurulan yok, atılan bütün şiirler kurusıkıymış meğer, çocukları eğlendirmek için. derin bir neyse çekip, son hevesimi aldıktan sonra, içeri girmeden bir kez daha dışarı göz gezdiriyorum: sol yanımdaki binanın giriş kat balkonunun önünde seksek oynamaya çalışan çocuklara, huriye teyzeleri mutfaktan el sallıyor, onlara yemeleri için elmalı tart ve içecek birer soğuk ant getiriyor, ve işte bu hareketiyle istisnalı hepsinin gönlünü kazanıyor. aralarından bir kız elindeki taşı havaya atıp sevinçle mutfak balkonuna koşuyor. zannedersem sokaktaki bu düzen senelerdir hiç bozulmuyor, bu sokakta büyümek ne de hoşmuş meğer, o zaman elbette, yaşasın statükocu huriye!

kuşlara inanmıyorum ama bir göç var

bu kesmeye yatırdığım benim öz oğlum, ismi ahkam. aşka olan inancımı sınamak için şimdi huzurlarınızda sade bir törenle kendisini keseceğim, ama meraklanmayın bu seremoniyi elimden geldiğince kısa keseceğim.
zaten uzayacak gibi değil, zira elimdeki bıçağa direnmiyor hiç, çünkü direnmek zordur, süper kahraman gücü gerektirir. gözlerini de ince bir örtüyle iyice örttüm ki, ahkamımı kesmeden önce hiç göz göze gelmeyeyim.
aslında göze gelmekten çekinmem, ama gelmedim işte, ama geldimse de bu dünyaya hep değil bazen göremiyorum, en çok da gözü kördür dediklerinde gülüp geçiyorum, baksanıza düpedüz gözler bağlı işte hangi körlükten bahsetmeli?
gösteri esnasında kafanız karışırsa haber verin, fakat görünen kör kılavuz istemez artık, bana yıldırım ihtimalinden ya da mesafe kültüründen bahsetmesinler. ilk bıçak darbesini buradan, göz göre göre vurabilirim ki, artık göz bu mevzuda çok gerekli değildir.
bu elimde tuttuğum bıçak, bildiğiniz bıçak yani el filan değil alenen bıçak, kendi elimi kesmeden bu işi bitirmem gerektiğini yeter şart olarak önüme seriyor, elimi tutarsa bıçağı vurmayabilirim ama, hale bakın ki yatırdığım ahkamı hala tunaadamakıllı kesebilmiş değilim.
derken..
bu kesmeye yatırdığım benim öz oğlumdu, ismi ahkamdı, bu yukarıdan, bulutların arasından gelen ise, bana ahkam kesmemem gerektiğini öğretiyor, al bunu kes diyerek kucağında getirdiği ise, iflahım. artık sen inandığını ispatladın derken ciğerlerim iflasın eşiğinde.
halbuki çok kolay rüyalar görebiliyordum, ondan cesaretle kendimi bu konuda ahkam kesmek için şartlamıştım, meğer rüyada ayakkabı görmek hayra alamet değilmiş. hadi şimdi birisi bunu filme çeksin, iyisinden iki oyuncu bulun. casting bizim işimiz mi, yoksa hayatıma casting mi var, daha anlayamıyorum.
aşk dedikleri zaten her daim gömlek cebimde duruyor, ama sonunda gün olunca seni sen olduğun için sevmeyeceğimi de kesin biliyorum, ve başlarken söylediğim sözümde durabildiysem şimdi ne ala mualla, umarım seremoniyyi yeterince kıssa kesebilmişimdir.


hamiş:
büyük türk mütivittırı tunaadam’dan damdan düşüren cümleler için müracaat en üst kat.

nuh ya da mevsimsel farkındalık


bu topraklarda rüzgarlar haddinden fazla şiddetlenmeye başladı, eğer bir tufan ihtimalini göz önünde bulundurursak, o gemiye ikimizin birlikte binme ihtimali mevcut; yok eğer hafif yağmurlarla geçiştirmeye devam edeceksek günleri, önümüzdeki defterlere yangın duaları yazmaya devam edeceğiz.




KANAVİÇE


rüzgar: rüzgarlar, uçurtmaları uçuranlar ve uçurmayanlar olarak ikiye ayrılır. sıcak ve soğuk rüzgarlar diye de ayrılabilirler ama bu kısa süreli ayrılıkları müteakip çabuk barışırlar. bazı rüzgarlar gemi götürür, bazıları gemi azıya alır, bazıları gemi batırır, bazıları ise gemi uçurur. biz burada nefesten mütevellid kuvvetli esen ve yakaladığında uçuran rüzgarlardan bahsediyoruz.

had: haddi müdaafa yoktur, vaadi müdafaa vardır. o vaat, bir misli bahadır, bir sengine yekpare acem mülkü fedadır. yazılarının kenarına kalemle süslü sınır çizgileri çizersin ki herkes girmesin, buna had sanatı denir. haddi zatında bu kez yazarın da haddini aştığını düşünmüyor değilim ama izin ver sınırlarımı da ben çizeyim değil mi, kırmızı damlı evler ve gözetleme kuleleri en iyi haritalarda görünürmüş, hadi ordan!

şiddet: “ne bu şiddet bu cemal/şu bendeki aşk olmasa” mısralarında şairin de belirttiği gibi, sevdiceğin cemali bazen o denli şiddetlidir ki, uzaklaştıkça yakar. öyle de bir güneştir işte medeniyet gibi. ama ne olursa olsun kağıtta şiddete hayır, çünkü şiddet, iki d ile yazılır, yazımızı okuyan kıymetli okura şeddedemeyeceği bir teklif sunar.

tufan: en kötüsü de tufanda yalnız kalmaktır. bir yazar demiş ki, “beni inandırmak için tufana gerek yoktu, ben zaten ezelden beridir yağmur severim.” buradan kendisine sesleniyorum, ses veriyorum, kork-ma. bütün şairler yazarlar müzisyenler hep aynı yağmuru mu kullanıyoruz sanki, elbette hayır. ama bu postmodern tufanı müteakip gemilerin dağlardan geri dönüşünde nebi ses nebi nefes, uzaklarda bireylerde, şarklılar söyleniyor. peace!

göz: konuşmaya yarayan organımıza göz denir. kitap okumaya yarayan organımıza da göz denir ama kitap okurken konuşulmaz gürültü olur. göze gelmek kötü, göz göze gelmek iyi, gög-göz’e gitmek çirkindir, izmir sevmem zaten hiç. gözün nur topu gibi bir de bebeği vardır, ama mahremin arka kapağında da okunabilen gözbebeği tanımından burada bahsetmek istemiyorum, onu yerine şöyle bir alıntım var:"senin gölgeni içmiş, onun göz bebekleri". shocking!

gemi: zannedildiği gibi meçhule filan gitmez hiçbiri, bu konuda bana güvenebilirsiniz. su üstünde yüzen her şeye gemi galiba denir, bütün denizlerin mürekkep olduğunu düşünürsek kağıt gemilerin denizde yüzmesi bir tarz çelişki sanki oluşturur. yok eğer bütün mürekkeplerin deniz olduğunu kabul etsek bu sefer de vapurlara olan aşkımız karşılıksız herhalde kalacak, o halde buradan ona yetişebilmek için ek sefer konulsun. bu arada, karpuz kabuğundan gemi olmaz, film de.

ihtimal: yakin ve tuzak olmak üzere iki çeşittir. okullarda uygulamalı dersi gösterilen ikincisi, dersini öğrendikçe rüyalarda gösterilen birincisidir. ülkemiz çok değişti, artık ihtimal filan olmaz diyenlere, ikibinli yıllarda fransız ihtimali gibi hareketler görülmez sananlara, belki de ben fransız olurum ama böyle bir şeye asla ihtimal vermiyorum diyenlere şöyle seslenilir: ihtimal verilmez, alınır.

hafif: müzik. din leyelim ley buakşam? önüne geldiği kelimeye "az" gibi pek de olumsuz sayılmayacak bir anlam katsa da, önüne geldiği kıza hiç de olumlu sayılmayacak biranlam katar. örneğin afrikanın bazı beldelerinde meşreb itibarıyle kulağına çalınan istisnasız her müziğe yüksek oynaklı refleksif figüratif fiziksel tepkiler veren kızların ardından gıyaben hafif denildiği duyulmuş, ama müzik sesi ne hikmetse duyulmamıştır. hey mr.dj! please don’t stop the music!

yağmur: bkz.(dahadikkatli)

günler: köpürür. snoblaşır. günler sayılınca geçer, öpünce geçmez, tavır yapma müdürüm bu alıntı sayılmaz. altın günlerinden vazgeçilir sinema günlerinden vazgeçilmez, gelen günleri geriye boş göndermemek günlerin sahibinden alkış alır, komşu tabağı bile boş yollanmazken ne haddimize. haftanın bazen bir, bazen bin günü vardır; ama belki günlerce süren “günü yaşa” hayatımızın son gününde, daha günü yaşayamadan kaybedince anlayacağız ki aslında günü değil gülü kurtarmak gerekiyordu, bilesin, göğsümde hangi yöne açılmış tek gülsün, der gibi, şizofrengidergibi, bu da mı gül değil sayın hakem?

defter: en güzel defterler alın çizgili harika metod defterlerdir. ama benim öyle güzel defterlerim olmadı hiç evet, hepsini kendim aldım, satırlarını kendim çizdim, sayfalarını kendimle doldurdum, galiba ondan mütevellid ne sağdan ne soldan kimseye uzatamadım. neyse uzatmayayım, kendi yazdığım bu defterlerden okuyunca şüphesiz zarardayım, halbuki bütün defterleri bir muhasebeci hassasiyetiyle tuttuğumu sanmıştım. ne diyeyim, aaa, maça çok iyi hazırlanmıştık, sonuna kadar mücadele ettik, üç puan istedik ama olmadı, artık önümüzdeki defterlere bakıcaz.

yangın: su yangını söndürür derler, şu yangın hariç?

dua: karıcığım bana eroin koya

rabbim şimdi bir polisi tutuklar gibi
değişik bir hayvan tıkanıyor göğüslerimde
menşei cam çocukların haysiyetiyle
pasiflora anlamında tiren koşayım.
koşayım filmlerin adı bu olsun
şehre laciverd bir ceket gibi yakışsın yağmur
rabbim gör rabbim duy rabbim bağışla
rabbim kızın annesi bankada memur.

sol yanlarım cumartesi küle çalışsın
mason teşkilatlara çapsın bisiklet
titreyeyim muştalara sapayım kopkor
rabbim kız okula geliyor, yaşasın cumhuriyet!

işte yeniden gür bir kapsül sürçsün eşikte
al sakallı bir kelebek başlasın bitsin
bu kestiğim son kardeşim surları sökün
hayır judas düğünüme gelmeyeceksin!

semerkandı denetleyen bir dedektif mor
yar göğsüne salmadığım şu pürüz sicim
sakis dahi peşindedir bir kur’an’ım vor
eh onu da siyah kotumla giyeyim rabbim!

rabbim o tarz bir tiyatro gelsin bu şehre
haddinden fazla mermi kuvözden seksin
rabbim rabbim ben de sordum sarı çiçeğe
ah beni de şu direğe bağlayın gitsin!

işte şimdi kör bir masat yorumluyorum
ham meçlere seyrediyor göz bebeklerim
öğrettiğin trenlerle baştan çıkayım
lübabeyim lübabesin lübabe rabbim!
ah muhsin ünlü


V for velettalin, amin.








benden önce laciverd söylemek

bir mukaddes cinayet bizi o gün dışarı çıkarırsa eğer, ellerimizde ufalanıp postmodern tanklara savrulalım. o zamana dek yol bulamamış kalbimizle sınırlı kalmasın taş işçiliği, karşılıklı bronz heykellerimiz yapılsın güneşe hiç çıkmaksızın, topluma inat iki madeni insan gibi bükülmez boyunlarla, çağdaş düşünce müzelerinde gezip koşmaz atlar binelim, ve modern sanat nihayet yüzümüzü birbirimize baktırsın.

-müjdemi isterim beyefendi, bir olunuz oldu.
-ol ey!

die verwirrungen des zöglings ediTörleß

nehir akıyor peki ama neden siz heb.
nedensiz heba ettiğim vaktimi geri kaza.
vaktimi geri kazanabilmenin bir yolu da.
daralanda mücadeleyi kazanmak için yapı.
yapılması gerçekten gereken asıl.
-nokta-
en asil duygunun insanı biliyorum.
yorumsuz yazılar yazmaktan kaçın.
açın yalın halinden tok ne anla.
ne anladığınız kadar nasıl anladı.
asıl anladığınızı sandığınız cümlelerin içi.
cümlelerin içinde hep sembollerle yakıl.
akıl asıl şimdi kullanmak için değil de ne.
deneyin galibi muhakkak ve karlı çıkın.
-ses-
vakarlı çıkın artık sevdiğinizin yanı.
izin yanında ise hepten kül olmuş ad.
:kul olmuş adamın açıklamadan bıraktı.
aktığı mecraları serinleten bu nehir.
bu ne hira dostlarım ne maveraünnehir.
-na karat-