vatman begins, bobin ends; while goker do repeat until when?

"teklik birtakım aksaklıklar sebebiyle yarınımıza geçici bir süre ara vermek zorunda kaldık, hüzün dileriz."

zaman akıp gitmiş, bu yazıyı ekranda gördüğü günün üstünden koskoca bir tır geçmişti tam 32 günle yüklü, trın şöför koltuğundaki keçi sakallı mehmet ali bir anda önüne çıkan tramvayı yanında giden doğanın şöförüne kekeleyerek birşeyler anlatmaya çalışırken fark edememiş, acı bir frenle üzerine park etmişti (mesleğe bağlı olarak demir atmış da denilebilir). her türlü kazadan ve kaderden, hayır ve şerden hafif sıyrıklarla sıyrılmaktaki hünerini o güne dek ustaca sergileyen vatman ise, o meş'um gün her ne hikmetse ben olmadan çıktığı tek yolculukta bahtsız bir teknik aksaklığın kurbanı olmuştu. yine bir akıl mağdurunun yardımına koşarken, bu kez kendisi akıllara zarar bir vaka sonucu hayal alemine gideyazmış, neyse ki ucuz atlatmıştı.

ben, yani bobin, yirmibeş yıldır bu tramvayı kullanan akıl ülkesinin yegane kahramanı vatmanın en sadık dostu, aynı ülkenin en yakışıklı sarımlara sahip havalı bobini, vatmanımın her zaman elinin altındaki fren bobini, paris görmüş entelektüel(tek 'l' ile yazılanından) frenk bobini, onu o gün yalnız bırakmıştım, ve o gün altı parmaklı bir yolcunun tramvayına binmesi ile başlayan uğursuzluklar silsilesi, (oğlum bundan sonrasını sil-silesim gelmiyor bi türlü) şile yolunda çile çeken dile düçar hile yapmaz etekte pile sever elbisede jile sevmez uzaktan yüz mile kadar file kafa tutar zile basar ama kaçmaz süper kahraman vatmanın bile en gerekli anda fren yapamamasına, kazayla başına aldığı darbe yüzünden önce vücut bilahare akıl hastanesine yollanmasına, ve kendisini bu şizofren yapının duvarları arasında bulmasına neden olmuştu, öyle bir yer ki aman allah, şizofren gi ne şizofren, benden şize söylemesi.

vatman kaza mı kader mi tam anlayamadığı bu olayda başından aldığı darbe sebebiyle 1980 öncesini hatırlayamıyordu nitekim. kendisi kısa bir süre memorial hastanesinde memory tazeleme eğitimlerine tabi tutulduysa da bu seanslar sadece boynunun tutulmasına neden oldu, çünkü onsekiz saat boyunca beynine yüklenmeye çalışan anıların oluşturduğu ağırlık sonucu kafası dengesini kaybetmiş, vücuttan bağımsız bir organ olarak kendini sola doğru yatırarak ona herdaim mahsun bir görünüş kazandırmıştı, halbuki sola meyleden bir şeyin mahsun görünmesi kamuoyu tarafından kabul edilemezdi. neticede günler süren uğraş sonunda sadece boynu tutuldu, bu yüzdendir bu metod doktorlar arasında pek tutulmadı, çünkü koskoca bir süper kahraman hayata artık padişah huzurunda bir vezir gibi bakar olmuştu.(boynunu oynatamadığı için padişah-mat olmuştu denilebilir, caizdir)

yaşanan kazanın ardından, vatman efsanesi sürerken yapamadığı tüm kötülükleri kazaya bırakan(allahaffetsin) zeka küpü alternatif kötü adam goker(ilk harfi fransız pasaportu taşır) için fırsat doğmuştu. ertelemek zorunda kaldığı tüm planlarını şimdi uygulayabilirdi, otağını kurduğu kötükent deki evinde alternatif indie post rock planlar yapmaya başlamıştı bile, bunları nereden biliyorum, çünkü kendisinden bu garip hikayeyi dinlediğiniz bobin de (dinlenmekten çok büyük zevk alırım) kazadan sonra ortaasya göçmeni hurdacı hunlarca hunharca parçalanmış, kalan bir parçası ile artık goker in evinde ampullü radyoda(bunun evrendeki sonradyo olması muhtemel) sesi açıp kısmaya yarar olmuştu. bu goker nam kahramanımız hikayenin esas aktörlerinden biri olup kendisinin akılalmaz eylemlerinden ve vatmanla olan amansız mücadelesinden ileride daha çok bahsedeceğim.

bobin olarak bir diğer parçam ise ingiltere listelerinde hızla yükseliyordu, o zamanlar daha albümüm çıkmamıştı, ama şimdi müzik konusuna girmekistemiyorum. kazadan sonra vatmanımın kafatasına monte edilen minik bir parçam ile yaşamımın bir kısmını onun kafasında geçirmeye mahkumdum. ah, zavallı vatman! benden sonra kendine sürekli yeni yardımcılar arar olmuştu, hatta bir defasında bahçedeki oturan adam heykelini bana benzetmiş, sonra etraftaki delilerin ısrarla "vatman saçmalama birader, o rodin, bagman'ın rodin" demesiyle elini çenesinden çekmişti, hiçbirşeyden çekmezdi çenesinden çektiği kadar. oysa rodin'in o üşüyen adamı(heykel çıplaktı) rodin olmadağı gibi, bagman'inki de zaten o değildi, çünkü bagman's gambit idi, aralık ayında bir yerlerde. (no they'll never catch me now, you know?) müzik dedim pardon, heykel diyordum; zaten daha sonra aynı heykel, çıplak heykelleri giydirme hareketi olarak da bilinen anarşist antilaik ama her nasılsa agnostik hareket tarafından burkaya sokulmuş, yaslandığı kolu kırılarak birbirinden küçük yüz on sekiz parçaya ayrılmış ve üşüyen adam sıcağa kavuştuğu anda tüm düşünceleri paramparça olduğu yetmezmiş gibi, "giydiğim tüm yalanlar, paramparça" şarkısı eşliğinde kendi taşlarıyla recmedilmişti. (bu havadisi recmi kayıtlarda bulamazsınız)

işte vatman bu halde, akıl hastanelerinin sizorfen koridorlarında hastalarla birlikte saklambaç oynarken (hiç ebe olmaz sürekli saklanırdı, alışkanlık), ya da bahçeden topladığı adamlarla scrabble oynayıp ülkesini kurtarma hayallerinden çok uzaklarda kelimelerle eğlenirken, mucizevi bir olay gerçekleşti, öyle bir olay ki kahramanımız bu sayede artık yeniden yeşil sahalara dönecek,seneler sonra hollywood'dan film teklifi alacak, medyanın gazına gelip yeniden siyasete atılacak, dernek çatısı altında şapkasını yeniden kafasına geçirecek, bu kez işe önce kendini kurtarmakla başlayacak, belki günler sonra yeniden yazacaktı...

vatman, asıl şimdi başlıyordu...
-to be continued-
(or not to be continued)
(that's the question)
(right?)



teklik birtakım aksaklıklar sebebiyle yarınımıza geçici bir süre ara vermek zorunda kaldık, hüzün dileriz.

Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusuyla yola çıktığını söylerdi

Sen de gel burası boyu geçmiyor dediler, ben de inandım. Boğulacağım aklımın ucuna bile gelmiyordu. Sadece biraz tadını çıkarmak istiyordum, o kadar. Karaciğerimin ağrısını yeniden duyup ufak bir haz almak istiyordum. Tuzlu suyun tadını yeniden hatırlamak istiyordum. Gözlerimi yumarak başımı suya batırmak istiyordum. Bu sular bana yaşamın tadı gibi geliyordu. Adım adım ilerledim, önce bileklerime, sonra dizlerime ulaştı deniz. Başlangıçta ne kadar keyifliydi, en azından ben öyle olduğunu zannediyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, nasıl olduğunu anlayamadan, su birdenbire derinleşti ve beni hızla dibe çekmeye başladı. Yüzmek istiyordum ama eskisine göre ağırlamıştım sanki. Denize girmeden önce böyle miydim hatırlamıyorum, girene kadar bu kadar ağırlaştığımı fark etmemiştim bile, şimdi onca ağırlığın beni dibe doğru çekmesine engel olamıyordum. Dibe doğru inmeye devam ediyordum arşimede inat. O sırada etrafımda dönmeye başlayan köpekbalıklarını gördüm. Bana doğru yaklaştılar hızla. Yaklaştılar ve birbirlerini beklemeden, önceden biriktirilmiş bir hırsla benden parçalar koparmaya başladılar. Acıyı her yanımda hissediyordum, bütün vücudumla   duyuyordum. Benden kopan her parçayla kanım oluk oluk suya akıyor, etrafımı kızıl bir renk kaplıyordu. Sanki burada bile bir şeyler yazıyordum, hatta yazdıklarımın yaşaması için o pos bıyıklı amcanın dediği gibi kırmızı ile yazıyordum ama, mamafih suya yazıyordum ve suya yazdığım için kaybolmaya mahkumdu hepsi, köpekbalıklarının acımasız dişleri arasında parça parça yok olan bedenim gibi suya karışan kanım da yok olup gidecekti. Bu denizde her şeyi ile kaybolmaya mahkum olan biriydim, bir yandan peyderpey yok oluşumu hayretler içerisinde izliyor, bir yandan etrafımı saran kızıllığın da yavaş yavaş mavinin derinliği içinde sönümlenmesine şahit oluyordum. Aslında bu duruma hiç düşmeyebilirdim. Beni çağıranların sesini duymazlıktan gelseydim, ya da onları dinlemeseydim, bu sulara hiç gelmeseydim, ya da gelmiş olsam bile an azından boyumun ölçüsünü bilseydim, o da olmazsa bu sularda yüzerken daha dikkatli olsaydım, şimdi hala nefes alıyor olabilirdim. Başım yukarıda kalabilirdi ve güneş yüzümü yakabilirdi. Şimdi ise her yer kararıyordu yavaş yavaş. Gözlerim kapanırken, son kez çevreme baktım, dibe doğru giderken, vücudum yok olurken, nerede bulunduğumun farkındaydım.  Nerede boğulduğumu şüphesiz biliyordum, oysa köpekbalıkları öyle değillerdi, onlar kalabalık bir sürü olarak başıma üşüşmüşlerdi, ve nerede yüzdükleri ile değil kimi parçaladıkları ile ilgiliydiler. Ölmeden bir yolunu bulup onlara denizi anlatmak isterdim, suyu bilsinler isterdim, ama ben bile boğulana kadar bilememiştim ki son raddeye gelmeden anlatabileyim. Yarı kapalı gözlerimle en büyüklerinin dişlerini burnumun dibinde seçebildiğimde fark ettim ki, burada, bu sularda beni bitiren bu mahlukat, denizi hiç duymamışlardı, hiç görmemişlerdi. Yüzümde acı bir tebessümle başımı teslim ederken ben, köpekbalıklarının hiçbirisinin haberi yoktu denizden, ve hiçbiri suyu bilmiyordu, sahiden…
Çok sonra elinde bir mektupla biri yaklaştı sahilden...

Let's go!

Bu akşam yine eve geldim eve geldiğimde saat bilinç altıyı yirmi beş geçiyordu bu saatte ters yöne giden bir yelkovan vardı çünkü ortalığı kara bir yel kasıp kavuruyordu kovalayanı yoktu içerideki her şey akıl almaz bir rüzgarla savruluyordu kağıtla vuslatını yeni bitirmiş bir kılıcın ucundan toprağa savrulan kan damlaları gibi uçuşuyordu küçük kırmızı kelebekler avizenin etrafında aynı hataya yine düşmüş ve ışığa koşmuşlardı ama ömürlerinin sonbaharlarını yaşıyorlardı farkında değillerdi bugün son günleriydi oysa biz sonbaharın ilk günlerini daha yeni maariften koparmıştık yaprağı ağacın en yüksek dalından koparmış ve yüksek okumuştuk herkes duysun diye rüzgarın yapraklarda bıraktığı hırçın sesini yüksek okumuştuk sesimizi duyan koşup gelecekti ve hepimiz aynı rüzgara kapılacaktık ama birkaç kişi göründü sedece birkaç kişi bu sese kulak verdi ve en kötüsü içlerinde sen görünmedin sen görünmedin ve ben depardieu nün görünmediği bir fransız filmi kadar eksik kaldım görünmedin ve gözbebeklerim büyüdü olanca hızıyla ben zaten sana görünmeye cesaret edemiyordum ama aslında çok istiyordum bir baletin gösterdiğinin onda biri kadar olsun medeni cesaret istiyordum sokakta hiç kimse bu cesareti vermeye yanaşmıyordu da dursana bir dakika cesar ın hakkını cesar a verelim cesaret konusunda başaramadığımı esaret konusunda başarmıştım ne de olsa içimde zindanlar inşa etmiştim fatih in bile sökemeyeceği zincirlerle girişi kapatmıştım üstüne anahtarı da yutmuş olabilirdim onu tam hatırlayamıyordum zar zor hatırlayabildiğim bir şey vardı o da küçücük bir pencereydi kuş yoktu parmaklık yoktu küçücük bir pencere ve pencereden izlenen dışarıdaki insanlar vardı her geçen yüzde okunan acı farklıydı da benim dört duvarım birbirinin aynıydı pürüzsüz taşları soğuktu ve aralarına küçük kağıt parçaları sıkıştırılamayacak kadar düzgün yerleştirilmişlerdi hepsi itina ile üst üste dizilmişlerdi elbette ki duvarların yüksekliği boyumu çok aşıyordu burada kalmak cesaret istemez miydi sence yatağa uzanıp tavandaki lekelerden kendine bulut yaratmak kolay mıydı güzelim bulutları severim geçip gidenlerden çok yağmur getirenlerini severim çünkü başıma düşen yağmur damlaları bana çinli dostlarımızın damlalarından daha çok ıstırap verir çünkü aklım hala yerindedir çünkü hala düşünüyorumdur yağmurun altında daha ne kadar tek başıma ıslanacağımı düşünüyorumdur aklım yerindedir yıldırımlardan korkmam hiç birinin gelip beni bulacağına inanmam aklım yerindedir yağmur yağıyordur  oralarda hava ise soğuktur dikkatli olmak gerekir çünkü insan böyle havalarda hasta olur böyle havalara hasta olur hava soğuktur ama çok güzeldir uzaklardan koşa koşa bir kış geliyor olabilir kışın elmalar da çok güzel olabilir ama en güzelinden de olsa elmayı bırakalım şu havanın güzelliğine bakalım zaten beni hep bu güzel havalar mahvetti yine de havaya bakalım sen de iyi bak insan vücudunda yirmi dört kaburga kemiği var diyorlar sence çok değil mi yirmi dört saatin yarısını uykuya teslim ettiğin halde istediğin rüyayı hiç görememek kadar acı olabilir mi bir tanecik kaburga kemiğinin acısı mesela gördüğüm rüyaların hiçbirinde ağaç olmaması kadar dramatik olabilir mi sanmıyorum ama keşke bir tane olsaydı beni de o ağacın dibine gömselerdi en azından yine yeraltından seslenseydim sevenlerime orada yaşasaydım bir süre daha beni görmek isteyenler ziyaretime gelselerdi uzaktan sevselerdi beni ama kabuklu yemiş vermek yasaktır lütfen hanımefendi ne yapıyorsunuz zaten soyu tükenmekte olan bir canlıyım siz bir de tutmuş en sert kabuklu kitapları önüme atıyorsunuz beni öldürmek mi istiyorsunuz lütfen yapmayın herkese yiyebileceği büyüklükte lokmalar verin bu kadar yolu eğlenmeye gelmişken tutup ne olacak bu adamın hali diye beni düşünmeyin hiç istemediğim hallere beni düşürmeyin fazla rahatsız etmeyin beni düşümdeyim.

Bırakın beni, ben masumum! Ben bir şey yazmadım!

"Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıklaşır, katranlaşır. Tedailer zikzak çizer boyuna. Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu. Hayat, uyku ile uyuşukluk arasında raks eder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekanın sürekli isyanlarından bizar olan madde, bu şımarık, bu geveze, bu mütecessis meşaleyi bir üfleyişte söndürür. Cinnet maddenin zaferi."

-Bir şey yazmadım diyorsun, masumum diyorsun, oysa burada senin hakkında bin tane delil var evladım?
-Asıl bahsettiğiniz bin delilin hepsi, akıl bahşettiğiniz bir delinin varlığını kanıtlar hakim bey, inanın ben de anlayamıyorum, onlardan akıllı olduğum halde nasıl bu hallere düştüm, neden herkes rahatsız oluyor bilmiyorum, yaşamasını bilmiyorum acaba ondan mı?
-Evladım senin verdiğin rahatsızlık yüzünden insanlar gitmeye başladı, buna rağmen neden ısrarla devam ediyorsun, neden bırakmıyorsun?
-Ah! Bırakmak kolay mı hakim bey? Akıl insanın yakasını bırakıyor mu hiç? Ama şunu bilin ki, hakikaten masumum; ben sadece insanlar içinde tutunamayanlardan bir t.tuna.ayan’ım, hepsi bu...

"Saçlarından yakalayamıyorsun zamanı, mısraa, şiire kalbedemiyorsun. Ve sükut, medar ormanlarındaki bitkiler gibi büyüdükçe büyüyor. Senin türben kelimeler. Yuvarlanırken tırnaklarını kağıda geçirmek istiyorsun, kağıda yani ebediyete. Zavallı çocuk, bilmiyorsun ki ebediyet sümüklüböceğin izleri kadar aldatıcı. Ve, önce sükut vardı, kelam değil. Tanrı sükuttur diyor bir Hint bilgesi. Söz, iki sonsuz arasında bir çırpınış. Şimdi odana dön ve aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil."

graham gegen guillotin

bir daha kimseyi rahatsız etmeyeceğim. 

bir daha? evet. kim? ben. s.’yi rahatsız? hayır.

bir dahi? evet. kim? ben. seyir? evet. ah! beyaz? atsız! prens? hayır.

bir de. sayın. hakim. evet. s.’yi rahatsız? düşünüyorum…

ve bunu yaparken sanki bir kuş misali...

bird? nerde? aha! beyaz? evet.