Let's go!

Bu akşam yine eve geldim eve geldiğimde saat bilinç altıyı yirmi beş geçiyordu bu saatte ters yöne giden bir yelkovan vardı çünkü ortalığı kara bir yel kasıp kavuruyordu kovalayanı yoktu içerideki her şey akıl almaz bir rüzgarla savruluyordu kağıtla vuslatını yeni bitirmiş bir kılıcın ucundan toprağa savrulan kan damlaları gibi uçuşuyordu küçük kırmızı kelebekler avizenin etrafında aynı hataya yine düşmüş ve ışığa koşmuşlardı ama ömürlerinin sonbaharlarını yaşıyorlardı farkında değillerdi bugün son günleriydi oysa biz sonbaharın ilk günlerini daha yeni maariften koparmıştık yaprağı ağacın en yüksek dalından koparmış ve yüksek okumuştuk herkes duysun diye rüzgarın yapraklarda bıraktığı hırçın sesini yüksek okumuştuk sesimizi duyan koşup gelecekti ve hepimiz aynı rüzgara kapılacaktık ama birkaç kişi göründü sedece birkaç kişi bu sese kulak verdi ve en kötüsü içlerinde sen görünmedin sen görünmedin ve ben depardieu nün görünmediği bir fransız filmi kadar eksik kaldım görünmedin ve gözbebeklerim büyüdü olanca hızıyla ben zaten sana görünmeye cesaret edemiyordum ama aslında çok istiyordum bir baletin gösterdiğinin onda biri kadar olsun medeni cesaret istiyordum sokakta hiç kimse bu cesareti vermeye yanaşmıyordu da dursana bir dakika cesar ın hakkını cesar a verelim cesaret konusunda başaramadığımı esaret konusunda başarmıştım ne de olsa içimde zindanlar inşa etmiştim fatih in bile sökemeyeceği zincirlerle girişi kapatmıştım üstüne anahtarı da yutmuş olabilirdim onu tam hatırlayamıyordum zar zor hatırlayabildiğim bir şey vardı o da küçücük bir pencereydi kuş yoktu parmaklık yoktu küçücük bir pencere ve pencereden izlenen dışarıdaki insanlar vardı her geçen yüzde okunan acı farklıydı da benim dört duvarım birbirinin aynıydı pürüzsüz taşları soğuktu ve aralarına küçük kağıt parçaları sıkıştırılamayacak kadar düzgün yerleştirilmişlerdi hepsi itina ile üst üste dizilmişlerdi elbette ki duvarların yüksekliği boyumu çok aşıyordu burada kalmak cesaret istemez miydi sence yatağa uzanıp tavandaki lekelerden kendine bulut yaratmak kolay mıydı güzelim bulutları severim geçip gidenlerden çok yağmur getirenlerini severim çünkü başıma düşen yağmur damlaları bana çinli dostlarımızın damlalarından daha çok ıstırap verir çünkü aklım hala yerindedir çünkü hala düşünüyorumdur yağmurun altında daha ne kadar tek başıma ıslanacağımı düşünüyorumdur aklım yerindedir yıldırımlardan korkmam hiç birinin gelip beni bulacağına inanmam aklım yerindedir yağmur yağıyordur  oralarda hava ise soğuktur dikkatli olmak gerekir çünkü insan böyle havalarda hasta olur böyle havalara hasta olur hava soğuktur ama çok güzeldir uzaklardan koşa koşa bir kış geliyor olabilir kışın elmalar da çok güzel olabilir ama en güzelinden de olsa elmayı bırakalım şu havanın güzelliğine bakalım zaten beni hep bu güzel havalar mahvetti yine de havaya bakalım sen de iyi bak insan vücudunda yirmi dört kaburga kemiği var diyorlar sence çok değil mi yirmi dört saatin yarısını uykuya teslim ettiğin halde istediğin rüyayı hiç görememek kadar acı olabilir mi bir tanecik kaburga kemiğinin acısı mesela gördüğüm rüyaların hiçbirinde ağaç olmaması kadar dramatik olabilir mi sanmıyorum ama keşke bir tane olsaydı beni de o ağacın dibine gömselerdi en azından yine yeraltından seslenseydim sevenlerime orada yaşasaydım bir süre daha beni görmek isteyenler ziyaretime gelselerdi uzaktan sevselerdi beni ama kabuklu yemiş vermek yasaktır lütfen hanımefendi ne yapıyorsunuz zaten soyu tükenmekte olan bir canlıyım siz bir de tutmuş en sert kabuklu kitapları önüme atıyorsunuz beni öldürmek mi istiyorsunuz lütfen yapmayın herkese yiyebileceği büyüklükte lokmalar verin bu kadar yolu eğlenmeye gelmişken tutup ne olacak bu adamın hali diye beni düşünmeyin hiç istemediğim hallere beni düşürmeyin fazla rahatsız etmeyin beni düşümdeyim.